Geçmişte kimlikler ve aidiyetler sultanlara veya krallara aitken modern dönemlerde ulus-devletlerin liderleri böyle bir role sahip değildir. Sanki kimlikler biraz daha “buharlaşmış” ve daha soyut hale gelmiştir. Bireyler, vatandaşları olduğu devletlere aidiyetlerini sorgulamakta ve “milliyet” kavramının ezeli olmayıp diğer pek çok şey gibi sonradan inşa edildiği kabul edilmektedir.[1] Belki de dinlerin eskisi kadar sosyal hayatı kontrol edemedikleri bu dönemde milliyetçilik onun yerini almaya başlamıştır. Bireyin hırsla ve tutku ile ait olduğunu hissettiği grup ile bir bağının olduğunu hissetmesi milliyetçiliği diğer başka ideolojilerden farklı olarak “uğruna hayatların feda edilebileceği” bir anlatı olarak karşımıza çıkarmaktadır. Düşünür ve edebiyat eleştirmeni Umberto Eco bile gençliğinde “Mussolini’nin ihtişamı ve İtalya’nın ebedi kaderi için ölmeli miyiz?” sorusuna olumlu cevap verdiğini itiraf ediyor.[2] O günlerin çok geride kaldığını düşünenler olabilir. Elbette bugün hiç kimse “yeniden Auschwitz kamplarını açalım” demeyecektir. İtalya’da veya İspanya’da sokaklarda siyah gömlekliler ve dazlaklar görülmeyecektir. Yani, faşizm bütün ihtişamı ile geri dönmeyecektir. Aydınlanma’nın hâkim olduğu modern çağda özgürlüklerin sözüm ona tadını çıkaran kitleler böyle düşünebilirler. Ama faşizm masum tavırlar ve düşünceler ve çoğu zaman da hiç de masum olmayan hareketler ile çoktan geri dönmüştür. “Viva la Muerte!” [Yaşasın Ölüm!] gibi sloganlarla masum insanları kendisi için bir “kahraman” olarak ölmeye çağırmaktadır.
Aslında derli-toplu bir ideolojisi olmamasına rağmen faşizm özellikle İtalya’da Mussolini’nin retoriği ve Alman romantik Völkisch hareketinin Reich hayalleri ile diğer Avrupa ülkelerindeki liberalleri komünizme benzer bir devrimle sosyal reform yapılabileceğine ikna etmiştir. Zenginlik, kalkınma ve refahın ancak “millet olma” bilinci ile kendi kültürüne sahip çıkmakla mümkün olabileceği fikri, İkinci Dünya Savaşı sonrası genel kabul görmüştür. Hatta o dönemlerde Batı’da bulunan Türk aydınları da kendilerine “garplılaşmanın neresindeyiz?” sorusunu sormuş ve millet ile milliyetçilik fikirlerinin Batı’da nasıl ortaya çıktığını anlamaya çalışmışlardır. Erol Güngör ile Türk milliyetçiliğinin bilimsel temellerini ortaya koyan Mümtaz Turhan, Batı’nın kalkınmışlığını çoğu zaman kendi kültürleri ile barışık olmalarına bağlamıştır: “Avrupa’da içtimaî ve iktisadî bakımdan kalkınma, ilerleme ile millet olma, millî birlik ve millî kültür bütünlüğüne kavuşma cehdi arasında hiçbir fark yoktur.”[3] Modernleşme ile milliyetçiliğin birbirlerinden ayrılmayacağını iddia etmek de modernliği teknolojik gelişme ve refah ile eşdeğer görme yanılgısı olsa gerek. Zaten gelenekselcilik, modernizmi reddederken teknoloji hayranı olan faşizmin onu yüceltmesi, geleneğin din ve maneviyat vurgusunu reddetmek anlamına da gelir.
Ama Batı’da ulaşılan teknoloji Avrupalı beyaz adamın dünyanın geri kalanını savaş teknolojileri vasıtasıyla kontrol altına alabileceğini fark etmesiyle zaten uzun zamandır kendisinin üstün olduğuna inandırmıştı. Sömürgeciliğin meşruiyet kazanmasında ırkçılığın önemli bir rolü olduğu artık yadsınamaz bir gerçektir. Daha akıllı ve daha çalışkan olduğuna inanan beyaz insan pervasızca dünyanın geri kalanını yağmalamayı kedisinde hak olarak görüyordu. Ama 2008 yılında Barack Obama gibi bir figürün Amerika Birleşik Devletleri başkanı seçilmesiyle o güne kadar elde edilen kazanımların kaybedilebileceği endişesi baş göstermişti. Belki kısa bir süreliğine bariz ırkçılık ve ayrımcılık azalmıştı ama zaten kültürel ırkçılık ve kurumsal ırkçılık gibi türleri her yerde devam etmekteydi.
Küresel olarak geleneksel siyasetten umduğunu bulamayan bireyler ekonomik krizlerle boğuşurken sosyal medyanın da etkisiyle demokrasi karşıtı bir söylem geliştirmişlerdir. Burada saymakla bitmeyecek pek çok liberal demokratik normlara karşı çıkmak bunlar için yeni bir dünya görüşü olmuştur. Aşırı-sağ diyebileceğimiz bu görüş kendileri gibi olmayan herkesi dışlayan aşırı sağ bir ideolojidir. Bir şemsiye kavram olarak aşırı-sağ, radikal muhafazakarlıktan ultra milliyetçiliğe kadar her türlü otoritaryen popülizmi barındırır. Özellikle Aydınlanma’dan sonra liberalizmin temelini oluşturan bireysel haklar konusu kişinin kendisini ülkesi ve milleti için feda etmesi fikrini pek destekleyemez. Bu sebeple de meşhur kitabı The Concept of the Political (Der Begriff des Politischen)[4]1932 yılında yayınladıktan bir sene sonra kendisi de Nazilere katılan Carl Schmitt siyasetin nihayetinde dost ve düşman ayrımına indirgenebileceğini iddia etmiştir. Zaten bu dönemden sonra da liberalizm ile aşırı sağ birbirlerinden hızla ayrışmaya başlamıştır. Politikanın temelinde karşı gruba husumet beslemek varsa sürekli düşman tanımı yapmak gerekir. Zaten bu tanımı yapabilme de gücü ve iktidarı elinde bulundurmak demektir. Öte yandan, liberalizm ise devletin gücü ele geçirmesine karşı olmayı gerektirir. Serbest piyasa gerçekten “serbest” (hür) bireylerin ortaya çıkmasına izin verir mi? Bir savaş durumunda hayatını feda etmek tamamen bu hür ve özgür bireyin kendi kararı olmalıdır. Schmitt de zaten bu belirsizlik sebebiyle liberalizmi eleştirirken dost-düşman karşıtlığında herkesi dost yapamayacağımıza göre (Birleşmiş Milletler gibi) siyaset de dünyadan tamamen çekilmiş olacaktır. Belki Evola, Spengler, Nietzsche, Heidegger veya Schmitt gibi filozofların desteklediği aşırı-sağ ve faşizm ideolojileri dünyadaki ekonomik krizler, savaşlar ve göçler karşısında çaresiz kalan muhafazakârlık yeniden tanımlanmaya başlanış ve internet ile küresel bir akıma dönüşmüştür: alt-right [alternatif sağ].
Batı’nın ölümü (death of the west), Batı’nın çöküşü (decline of the west) ya da daha yeni ortaya çıkmaya başlayan “occidentalizm” [garbiyatçılık] kullanımları artık Batı’nın eskisi gibi hâkim güç olmadığının itirafıydı. Önceki dönemlerde Batı kendisinin dışında kalan Doğu’yu istediği gibi tarif edebilir ve sınırlarının dışına çıkamayacak bir biçimde tanımlayabilirdi. Ama “Make America Great Again” sloganında da açıkça görüldüğü gibi Orient [Doğu], özellikle de Çin karşısında her geçen gün ezildiğine şahit olmak kendisini üstün ırk olarak gören beyaz adam için ağır bir yenilgiydi. Avrupa kökenli beyazlar bu durumda bir direniş göstermek adına Amerika’daki hem muhafazakâr hem de liberal politikalara karşı çıkarak sanki tamamen beyazların hâkim olduğu bir etnik devlet oluşturma fikrine sahip olmaya başlamışlardı. Bu gruplar her ne kadar internet sayesinde küresel bir kimlik edinseler de öncelikle küreselcilik karşıtı (küresel kapitalizm), baş düşman olarak liberalizmi gören, “kültürel farklılaşma” dedikleri hakkı tanıyarak farklı etnik grupların bir arada değil de ayrı ayrı yaşamalarını isteyen, genel olarak “eşitlik” karşıtı bir görüşe sahiptir. Burada eşitlikten maksat kadın haklarına karşıtlık, LGBT+ bireylere karşıtlık ve dini ve etnik azınlıklara husumet beslemek ya da bu tür eşitsizlikler karşısında hak talep edebilecek feminizm gibi hareketlere de karşı olmayı tercih etmektedirler. Bazıları Yahudilerin de beyaz olduğunu iddia ederek karşı olsalar da anti-semitizm ve elbette anti-İslamizm (İslamofobi) bu hareketin temel özelliklerindendir. Burada sorulması gereken soru, internette yüzlerce web sitesi, blog, forum, sosyal medya ağları ve içerikler ile ne amaçlanmaktadır? İlk etapta bir “beyaz üstünlükçülüğü” (white supremacy) iddiası ile karşılaşılabilir ama diyelim Amerika Birleşik Devletleri’nde kendilerinin azınlığa düştüğünden endişelenen bazı gruplar siyahların, Hispaniklerin, Arapların veya beyaz olmayanların haklarının verilmesine neden itiraz etmektedir? Öncelikle kendilerinde bir “düşman belirleme” gücü olduğuna inanmakta ve bu sayede ekonomik, kültürel, siyasi ve hatta askeri güce sahip olmayı hayal etmektedirler. Onların üstünlüğünü tanımayan herkes onların düşmanıdır. Demokrasi lağvedilip beyaz hakimiyeti kurulmalıdır. Ülkemiz de dahil olmak üzere bu hareketin bulunmadığı bir ülke yoktur denilebilir. Hem Avrupa’da hem de ABD’de demokrasi tehdit altındadır. Japonya ve Güney Kore gibi Asya ülkelerinde hatta Avustralya ve Yeni Zelanda’da ortaya çıkan bu sosyal hareket Müslüman ülkelerde de Müslüman olmayanları küçük görmek şeklinde tezahür edebilir. Bir ırkın, daha doğrusu bir etnisitenin veya bir kültürün diğerlerinden üstün olduğuna inanmak zaten çok kültürlülüğü kabullenememiş dünya için başlı başına bir sorundur. Zaten yapay zekâ araçları bile ırkçılığı körükleyen mesajlar verebilirken eşitlikçi bir başka dünya ne kadar mümkün olabilirdi ki?
Alt-right kendilerinden olmayan her şeye karşıt olduğu için bu hareketin üyelerinin de çoğu erkek olmasından dolayı feminizme ve kadın haklarına karşı olmaları doğaldır. Fakat alt-right gruplarının içinde üyelerinin psikolojik problemleri, cinsel problemleri, kompleksleri veya korku ve endişeleri hakkında yardımcı olunmaması bazı bireylerin zaten alt-right doktrinasyonu içinde yetişmiş olmalarından dolayı benzer söylemler ile kadın düşmanlığına kadar gidebilmiştir. Kendisi gibi olmayan siyahlara, Latin Amerikalılara, Asyalılara veya Müslümanlara zaten düşmanlığı olan bu bireylerin kadın hakları savunucuları, feministler ve nihayetinde kadınlara düşman olmaları beklenilen bir şeydi. Burada da soruması gereken soru, rasyonel bakış açısıyla, kadın düşmanlığının onlara ne gibi bir menfaat sağlayacağıdır. Kızgınlıklarının sebebi nedir?
Kadın düşmanı (misogynist) incel (involuntary celibate) bireylerin çoğu genç erkek gibi kendilerini yalnız hissetmeleri, (cinsel) çekicilik problemleri olduğuna inanmaları, romantik partner edinememeleri, reddedilme korkuları ve belki de en önemlisi sağcı ideolojik otoriteryanizm taraftarı olmaları gibi sebepler akla gelebilir. Hatta çevrimiçi oynanan oyunlar bile onları böyle bir tutuma itmiş olabilir. Belki de önceki ilişkilerinde başarısız olmaları veya aldatılmış olmaları onları kadınlara karşı mesafeli davranmaya itebilir. Burada incel bireyleri anlamaya veya onlara sempati duymaya çalışmak yerine artık eski moda olan “erkekler tarafından beğenilmeyen veya reddedilen kadınların hep feminist” oldukları iddiası yeniden kullanıma sokuluyor gibi. Feminizmin erkek düşmanlığı ile açıklanamayacağı çok açıktır ama incel bireylerin kendileri kadın düşmanı olduklarını belirtmekten çekinmemektedir. Hatta kendilerini feminizmin kurbanları olarak görmekte ve eşitlikçi (egalitarian) görüşlerin toplumda hâkim olmasıyla kadınlarla baş edemeyeceklerine inanmaktadırlar.
Bilgisayar başında çoğu zaman dark web’te alt-right gruplarla iletişim kuran cishet (cisgender ve heteroseksüel) genç erkekler kadınlarla ilgili başarısızlıklarını ve hayal kırıklıklarını birbirlerini kadın düşmanlığına teşvik ederek yalnız olmadıkları hissine kapılmaktadır. Bourdieu’den yola çıkarak “erotik sermaye” sahibi olmayan ve bu sebeple cinsellik pazarında yer alamayan bu erkekler bir “Chad” (sarışın, yakışıklı, fit, zengin ve spor arabaya sahip) olamadıkları için “biz ve onlar” ayrımına inanmaktadır. Cinsellik, aşk ve mutluluğa hiçbir zaman ulaşamayacakları için doğumlarından itibaren onlar “siyah hap” ile kaybedenlerdir.
İncel gruplardan söz ederken hep şiddet ile ilişkileri de sorgulanmaktadır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki incel erkeklerin hepsi şiddet yanlısı değildir. Belki şiddet onlar için kendilerine dönük bile olabilir, yani kendi içlerinde sözel şiddet veya incel kültüründen en ufak bir sapma gösterenler için aşağılamaya kadar gidebilir. Ama gözden kaçan bir gerçek de bazılarının yalnızlık, başarısızlık, hayal kırıklığı ve kızgınlıkla intihara bile sürüklenebilmeleridir. Bir beyaz erkek olarak “buraların efendisi” iken eşitlikçi liberal ideolojiler ile herkese aynı ve eşit duruma “düşmüş olma” fikri kızgınlıklarını açıklayabilir ve bu durumla baş edemeyeceğini düşünen birey şiddete başvurabilir. Zaten kimliğini açık etmeden çevrimiçi nefret ve şiddet söylemleri gerçek hayattan çok daha kolay değil midir?
Ana Görsel: Alex Milan Tracy
[1] Bkz: Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, İstanbul: Metis Yayınları, 2015.
[2] Bkz: https://www.nybooks.com/articles/1995/06/22/ur-fascism/
[3] Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz, İstanbul: Yağmur Yayınları, 1980, s. 411.
[4] Bkz: Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, İstanbul: Metis Yayınları, 2021.