Evgeny Morozov, New Left Review‘da yayımlanan Tekno-Feodal Aklın Eleştirisi adlı makalesinde, feodalizm ile kapitalist sistemdeki eğilimler arasında benzerlik gören düşünürleri hedef alıyor. Bu eğilimler arasında uzun süreli ekonomik duraklama, siyasi araçlarla yukarıya doğru yeniden dağıtım, dijital sektörde birkaç ‘baron’un, kullanıcıların algoritmalarına bağlı olduğu bir ortamda kazanç sağlaması ve de hizmet ya da hizmetkarlık sektörünün büyümesi yer alıyor. Feodalizm benzetmelerini aşırıya kaçırmakla suçlananlar arasında Yanis Varoufakis, Mariana Mazzucato, Robert Kuttner, Michael Hudson ve ben de bulunuyorum. Morozov; feodal benzetmeleri, dijital kapitalizmi anlamadığından sadece internet memleri peşinde koşan bir entelektüel ilgi arayışı olarak reddediyor ve bunun, kapitalizm olarak tanımlanamayacak bir şeye dönüşme olasılığını keşfetmektense, bir başarısızlık olduğunu savunuyor. Acaba haklı mı?
Morozov kapitalizmin ne olduğunu tanımlarken, Robert Brenner gibi Marksistlerin kavramsallaştırmalarını, dünya-sistemleri teorisyeni Immanuel Wallerstein’ınkilerle karşılaştırarak başlıyor. Kendisinin de belirttiği gibi, Marksistler genellikle feodalizmde üretim fazlasının çıkarılma sürecini bir el koyma ya da “gasp” olarak kavrarlar; bu süreç, ekonomik olmayan zorlayıcı ya da politik araçlarla şekillenir: efendiler, siyasal ve hukuki tahakkük altına aldıkları köylülerin ürettiği ürünleri onlardan zorla alır. Kapitalizm ise bunun tersine, tamamen ekonomik araçlarla artı-değerin elde edilmesine dayanır: geçim araçlarından mahrum bırakılan, görünüşte özgür işçiler, nakit ekonomisinde hayatta kalabilmek için emek güçlerini bir ücret karşılığında satmak zorundadırlar. Wallerstein’a göre ise kapitalizm, bu süreçlerin yanı sıra merkez tarafından çevre bölgelerin gasp edilmesi süreçlerini de içerir. Morozov, süregiden “ekonomik olmayan zorlamaların” rolünü, bu iki kavramsallaştırma arasındaki temel fark olarak görüyor.
Morozov da Wallerstein’ın tarafını tutarak, “mülksüzleştirme ve el koymanın tarih boyunca birikimin yapı taşları olduğunu” savunuyor. Ancak, feodalizm ile kapitalizm arasındaki fark; sömürü biçimlerinde yaşanan değişimlere dikkat etmeden, ebedi olarak görülen bir el koyma kavramı uğruna çözülüyor. Süreci bu şekilde düşünmek, kapitalizmi doğal bir olgu olarak sunmak demektir – ki bu, Ellen Meiksins Wood’un The Origin of Capitalism (2017) adlı eserinde etkili bir şekilde eleştirilen bir yaklaşımdır – ve sistemik değişimi tanımaya ve belirlemeye yönelik çabayı terk etmek demektir. Dahası, Marx, Lenin ve Luxemburg’un hepsinin vurguladığı gibi, ekonomik olmayan zorlamalar sömürü ile yer değiştirmekle kalmaz, ona eşlik eder; sermaye, önceki toplumsal biçimler üstüne kendini inşa ederken onları içselleştirir ve onları kendine birer dayanak haline getirir. Marx, emeğe zorlanmanın sadece kapitalizme özgü olmadığını anlamıştı. Kapitalizm öncesi ekonomik oluşumlar da emeği efendi ya da toprak sahibi tarafından el konulan bir üretim fazlası yaratmaya zorlamıştı. Fakat kapitalizm, bu zorlamanın biçimini değiştirir: önceden doğrudan ve kişisel bir hâkimiyet biçimi olan bir şey, kişisizleşir ve piyasa güçleri dolayımında gerçekleşmeye başlar – ekonomik olan, politik olandan ayrılır.
Marx Grundrisse’de kökende bir birlikten bahseder: eski komünal biçimlerde üreticiler, emeklerini sürdürebilmek için üzerinde çalışacakları toprağı verili olarak kabul eden bir mülk sahipleri topluluğudur. Kendilerini ve topluluklarını hem üretken hem de yıkıcı süreçler aracılığıyla yeniden üretirler. Nüfus artışı, vahşi doğanın temizlenmesini ve toprağın işlenmesini gerektirir. Toprak ihtiyacı, fetih ve sömürgeleştirmeyi teşvik eder. Kasabaların ve zanaat işçiliğinin yükselişi, ayrıca emek araçlarını ele geçirme, topluluğun gevşemesine, ayrılmasına yol açar. Topluluk, bundan böyle emekle doğal ve kendiliğinden bir ilişkide değil, bizzat emek aracılığıyla üretilen bir şey olarak görünmeye başlar. Kapitalizm, anlatılan süreçteki bütünün parçalanışını varsayar. Toprak sahibi artık toprağı işlemez ve toprağı işleyenler artık ona sahip olanlar değildir. Zanaatkârlar emek araçlarına sahip olmayı bırakır. Onlar araçları değil araçlar onları kullanmaya başlar. Başlangıçtaki birliğin içinde bulunan her şey, farklı bir biçimde de olsa, hâlâ oradadır. Kurulan yeni düzen altında ayrıştırılmış üretim koşulları piyasa aracılığıyla tekrar bir araya getirilir. Morozov’un sürekli ve doğrusal tarih anlayışının aksine Grundrisse, temel toplumsal değişimlerin bizzat devam eden yeniden üretim süreçleri sayesinde nasıl yaratabileceğini aydınlatır.
Günümüz kapitalizmini oluşturan unsurlarda böyle temelli bir değişim olduğuna dair bir kanıt var mı? Uber – hem bir paylaşım uygulaması hem de bir şirket olarak – bu sorunu daha net bir şekilde anlamamıza yardımcı olacaktır. İlk olarak, emek ilişkisini inceleyelim. Uber sürücüleri bağımsız yükleniciler [independent contractor] olarak mı yoksa şirketin çalışanları olarak mı görülmeli? Uber, verdiği hizmeti insanların “esnek kazanç fırsatlarına” erişmelerini sağlayan bir araç olarak tanımlıyor; yani sürücüler boş zamanlarında ekstra para kazanmak için araç kullanıyor. Bu tanımda sürücüler Uber uygulamasını kullanarak yolculara ulaşan bağımsız yükleniciler ya da “kazanç sağlayanlar” olarak görülüyor. Uber’in yaptığı tek şey onları buradaki talep pazarına bağlamak ve hizmeti için bir ücret almak olarak düşünülüyor. Diğer yandan, mahkeme kararları ve işçi örgütleri Uber sürücülerinin çalışan olduğunu savunmakta. Şubat 2021’de Londra’daki bir iş mahkemesi, Uber’in sürücülerinin bağımsız yükleniciler olduğu iddiasını reddetmiş, gerekçe olarak da Uber’in sürücülerin çalışma koşullarını ve ücretlerini kontrol ettiğini belirtmişti. Sürücüler, sözleşmelerini müzakere etme konusunda hiçbir söz hakkına sahip değil. Uber ise sürücülerden aldığı bilgiyi kontrol eder, yolcu oranlarını izler ve sürücüler şirket standartlarına uymazlarsa onları cezalandırabilir.
Bu doğrultuda, bazı yorumcular Uber’i ‘algoritmik idare’nin, dijital olarak hızlandırılmış bir Taylorizmin örneği olarak değerlendirir. Diğerleri ise, Uber’i ‘modern bir şirket kasabası’ ya da ‘talep üzerine’ hizmetçi sağlayıcısı olarak tanımlar ve bunu milyarlarca dolarlık girişim sermayeleriyle finanse edilen bir yapı olarak görür. Örneğin: After the Gig (2020) adlı eserinde ekonomi sosyoloğu Juliet Schor, yeni çevrimiçi iş platformlarının bir tür hizmetçi ekonomisini yeniden yarattığını öne sürer. İlk bakışta, bu yorumlar birbirine zıt gibi görülebilir: Uber gibi platformlar, kontrolsüz kapitalizmin mi yoksa yeni bir feodal hizmetkârlığın mı tezahürüdür? ‘Çalışan’ statüsünün savunucuları; sürücülerin, işçi sınıfının son yıllarca süren mücadelesiyle kazanılmış, yasal olarak düzenlenen çalışma koşullarına sahip işçiler olarak değerlendirilmelerinin onlar için daha iyi olacağını söyler. ‘Bağımsız yüklenici’ tanımını savunanlar ise – bu tanımı savunan birçok sürücü de dahil – çalışan statüsünü özellikle özgürleştirici olarak görmezler. Platformların uygulamaları manipüle edişinden nefret etseler bile, kendi programlarını belirleme özgürlüğünü değerli bulduklarını söyleyen gig çalışanları ile karşılaşabiliyoruz. Aynı şekilde, Uber’in cephesinden bakıldığında, sözde kapitalistimiz üretim araçlarına yatırım yapmayı ve emek gücü satın almayı istemiyor.
Grundrisse’nin kapitalizmin varsaydığı ayrışma üzerine yaptığı açıklama, bu tersine dönmüş kulluk ve ‘özgürlük’ ikiliğini çözmemiz için yardımcı olabilir. Marx, piyasaya sürülen canlı emek kitlesini ‘iki anlamda özgür’ olarak tanımlıyor: ‘eski tür hizmetlilik [clientship], bağımlılık ve kulluk ilişkilerinden özgür’ ve ikinci olarak ‘bütün zilyetlerden, her türlü nesnel, maddi varlık biçimi ve mülkiyetten özgür’. Bu perspektiften bakıldığında, Uber sürücülerini ‘özgür’ yükleniciler olarak düşünmek mantıklıdır – kazandıkları esneklikten dolayı değil, kaybettikleri şeylerden dolayı: garanti edilmiş çalışma saatleri, ücretli izin, sağlık hizmetleri gibi işçi haklarından ‘özgürleştirilmişlerdir’.
Mülklerinden de bir anlamda ‘özgürleştikleri’ söylenebilir. Artı Değer Teorileri’nde taşımacılık üzerine yaptığı tartışmada Marx, “bu hizmette alıcı ve satıcı arasındaki ilişkinin, üretici işçinin sermayeye karşı olan ilişkisiyle hiçbir ilgisi yoktur” der. Sürüş hizmetinin alıcısı, sürücüyü çalıştırarak sermaye biriktirmeyi amaçlayan bir işveren değildir. Emek aracı olan araba, görünüşte sürücüye aittir – tıpkı feodal zanaatkârın araçlarına sahip olması gibi.
Yine de sürücünün arabasıyla olan ilişkisi değişmiştir: Arabaları salt bir tüketim malzemesi olmaktan – kendi ‘tüketim fonlarından’ yani emekleri karşılığında aldığı maaşla satın aldığı bir şey olmaktan – çıkmış, başka birisinin, Uber’in sermaye birikimi için bir araca dönüşmüştür. Uber, bir filo araba alıp bakımını yapmak yerine, sürücülerin arabalarını kullanıma koyar ve arabaları onların sahibi olan sürücüleri çalıştırmak için kullanır. Yolcular tarafından değerlendirilen sürücüler, arabalarını daha temiz ve hoş kokulu tutmaya yönelik baskı hissedebilir. Artık arabanın amacı kişisel keyiften ziyade gelir üretimidir. Sahibinden ayrı olarak, bağımsız bir değer olarak durur. Araba sermaye haline gelir.
Uber sürücülerinin bir araba edinmek için biriktirdikleri borç, bu biçimsel değişimi işaret ediyor. Geleneksel taksi şoförleri mutsuz olduklarında başka işlere geçebilirken, Uber sürücüleri genellikle araçlarına finansal yükümlülükleriyle bağlıdırlar, bu da işi bırakmalarını çok daha zor hale getirir. Borç, onları platforma zincirler. Araba bakımının yükü de üretim maliyetine dönüştürülür ve sürücüler bu maliyeti üstlenmek zorundadır. Tamir masraflarını ödeyebilmek ve araba taksitlerini sürdürebilmek için çalışmak zorundadırlar – bu da hem kendileri hem de Uber için kazanç elde etmek anlamına gelecektir. Sürücülerin bu çift yönlü özgürlüğü – çalışan statüsünden ve keyfi araba sahipliğinden kaynaklanan özgürlük – çift yönlü bir bağımlılığı da beraberinde getirmiştir: pazara ve ona erişim için Uber’e duyulan bir bağımlılıktır bu.
Uber, sürücü ile yolcu arasına aracı olarak girer: onlar, Uber olmadan birbirleriyle karşılaşamazlar. Uber’in kendini alıcı ve satıcı arasında bir aracı olarak yerleştirmesi, ilk bakışta, Marx’ın tüccarların müdahalesinin bağımsız iplikçileri ve dokumacıları nasıl bağımlı işçilere dönüştürdüğüne dair tartışmasına benzer. Ancak Uber, tüccardan farklıdır: Uber, emek gücü satın almamaktadır. Emek gücünü satın alan, yolculardır.
*
Morozov; tekno-feodalizm eleştirisinde, dijital efendilerimizin ‘tembel rantiyerler’ olmadığını ısrarla savunuyor. Esasen Google’ı ele alarak, onları araştırma ve geliştirmeye yatırım yapan, arama sonuçları gibi yeni malların üretimiyle uğraşan yenilikçiler olarak görüyor. Ancak kar maksimizasyonu, artı değerlerin üretime yeniden yatırılmasını engelleyebilir ve üretimden ziyade yıkıma doğru yönlendirebilir. Yani, kapitalizmin kendi yasaları da kapitalizmi zayıflatabilir ve daha kötü bir şey yaratabilir. Örneğin Uber, kent ulaşım sektörünü baltalayarak, ücretleri düşürmekte ve taksi şoförlerinin geçimlik ücret kazanmalarını imkânsız hale getirmektedir. Airbnb de benzer şekilde otel gelirlerinde azalmaya ve çalışanların işten çıkarılmasına yol açmıştır. DoorDash, lisanssız ve denetimsiz mutfakları aracılığıyla restoran sektörünü baltalamakta, gerçek restoranların menülerini teslimat için yeniden üretmektedir.
Platform işleri, yerleştikleri her yerde bu tür bir yıkımı da beraberinde getirirler. Alexis Madrigal’ın yazdığı gibi, Uber, Lyft, Grubhub, DoorDash ve Instacart gibi şirketler, ‘yerel endüstrilerdeki – tamircilere, ev temizleyicilerine, köpek gezdiricilerine, kuru temizlemecilere– insanları teknoloji ve sermaye açısından zengin küresel ekonomiyle bağlamıştır. Bu insanlar şimdi yeni bir aracıya tabi olmaktadırlar; bu aracının, müşteri ilişkisini kontrol ettiğini ve sonunda büyük bir kesinti alması gerektiğini bilirler.’ Önceden bu işçilerin kazançları kendilerine ait iken, şimdi bir aracı, pazara erişim üzerinde kontrol kurarak bir ücret, rant toplamaktadır.
Pre-kapitalist orijinal birliğin parçalanmasını sağlayan ayrışma süreci; komisyoncular, platformlar ve aracıların alışveriş ilişkilerine dahil olması, piyasaları bozması ve sektörleri yok etmesiyle devam eder. Bu yeni bağımlılıkların yaratılması, tekelleşmiş güçlere dayanan bir süreçtir ve maliyeti ucuz değildir. İnşa edilmek istenen piyasa egemenliği, girişim sermayesi ve özel sermaye aracılığıyla toplanacak milyarlarca dolara mal olur; üretken yatırım yerine yıkıcı yatırımlar yoluyla çoğalan bir servet birikimi söz konusudur. Uber’in stratejisi – şirket girdiği şehirde yerleşik hale gelip ücretleri artırmaya başlayana kadar sürücülere teşvik sağlamak ve yolculara sübvansiyon sunmak için büyük miktarda sermaye kullanmaktır– benzersiz değildir tabii ki. Bu tür ‘blitzscaling’ veya ‘yıldırım hızıyla büyüme’ taktikleri, Silikon Vadisi’nde adeta bir öğreti haline gelmiş durumda. LinkedIn’in kurucu ortağı ve Blitzscaling:The Lightning-Fast Path to Building Massively Valuable Companies (2018) kitabının yazarı Reid Hoffman’a göre ‘geleneksel iş dünyası mantığına göre anlamlı olmayan şeylerin kasıtlı ve bilinçli olarak yapıldığı’ bir süreçten bahsediyoruz.
WeWork, mesela, ofis kiralama sektöründe bir blitzscaling örneğidir. SoftBank’ın Vision Fund’ından aldığı milyarlarca dolarlık bir yatırım sermayesiyle donanmış olan WeWork, rakiplerini yok etmek veya satın almak için büyük miktarda nakit kullanarak, erken kiracılara büyük teşvikler sunarak, vb. piyasaları domine etmeye çalıştı. Blitzscaling’i mümkün kılan şey, başarılı bir IPO şirketten elde edilebilecek türde büyük kazançlar sağlama amacı güden, aşırı kazançlar peşinde koşan devasa bir girişim sermayesinin ortalıkta dolaşıyor olması. Piyasadaki tüm potansiyel rakiplerini yok edebilecek bu şirketler, milyarlarca dolarlık sermayelere erişebildiği için rakiplerle verimlilik iyileştirmeleri yoluyla rekabet etmek zorunda kalmazlar. Rakipler ortadan kaldırıldığında ve düzenlemeler aşılmaya başlandığında, zafer kazanan taraf hem işçilere hem de müşterilere yönelik baskıyı artırabilir. Buradaki hareket yasaları, sermayenin pazar rekabeti ve kar maksimizasyonu imperatifleri değildir. Sermaye, pazara yönelik bir fetih ve yıkım silahına dönüşmüştür.
Neoliberalizm, neo-feodalizme dönüşüyor zira toplumsal-mülkiyet ilişkilerinde piyasalardaki devlet ‘engellerini’ ya da sınırlamalarını (çalışan güvenlik ağlarını, şirket vergilendirmelerini, sosyal yardımları) ortadan kaldırarak bir değişim başlatmış durumda. Bir avuç insanın elinde biriken bu muazzam servet, sermaye sahiplerini korurken, hemen hemen herkesin sefaletini yoğunlaştıran bir siyasi ve ekonomik güç oluşturuyor. Yüksek getiriler arayan servet sahipleri, Silikon Vadisi’nin tercih ettiği yüksek riskli, yüksek ödüllü girişimleri, yani üretim yerine alışveriş ilişkilerine dahil olan yıkıcı platformları keşfetmek için hedge fonları, özel sermaye, girişim sermayesi fonları gibi araçlara güveniyor. Günümüzde üretim, yüksek karlar sağlamayacak kadar düşük ihtimalli olduğundan, piyasa erişimine dair kendini vazgeçilmez kılabilen ve yeni yollarla ücret alan platformlar bu servet sahipleri için daha umut verici.
Neoliberalizm altındaki güvencesizlik ve kaygıdaki artış, ayrıca özelleştirme, kemer sıkma ve örgütlü işçi sınıfının gerilemesiyle ilişkilendirilen daha geniş trendler, fiyat indirimlerine minnettar bir tüketici kitlesi ve durmadan iş arayan bir iş gücü arzı yaratmıştır. Geçim kaynaklarımıza erişim için piyasaya bağımlı hale gelirken, piyasanın kendisine de erişim için platforma bağımlı hale geliriz. Çalışmamız gerekiyorsa, platform oradan kendi payını alır. Tüketmemiz gerekiyorsa, platform yine kendi payını alır.
Yeni toplumsal-mülkiyet ilişkileri, yeni aracılar ve yeni hareket yasaları üretirken, devam eden ayrışma süreci, Morozov’un savunduğumuzu düşündüğü gibi, tarihsel feodalizme ‘geri dönmek’ anlamına gelmez, kapitalist süreçlerin uzun süredir dışa doğru – sömürgecilik ve emperyalizm aracılığıyla – yönlendirilmesinin ardından, kendilerine dönmesi anlamına gelir. Üretimdeki ilerlemeler bir çıkmaza girmişken, biriktirilen sermaye bir yıkım silahı olarak kullanılmak üzere harekete geçiyor – onu harekete geçirenler yeni lordlar, geri kalanımız ise bağımlı, proleterleşmiş hizmetkâr ve köleleriz. Feodalizm, kişisel bağımlılık ilişkileriyle tanımlanıyorduysa eğer, neo-feodalizm, hayatlarımıza dolayım eden platformlara duyduğumuz soyut, algoritmik bir bağımlılıkla tanımlanıyor.
Peki Morozov’un feodal Avrupa’nın “parsellenmiş egemenliğinde” zayıf ya da yoksun olarak gördüğü fakat Silikon Vadisi için “yapısal” olduğunu iddia ettiği devletin rolüne ne demeli? Mantıksal olarak, elbette, bir ekonomik sektörün pekiştirilmesinde devletin oynadığı rol, onun gücü ya da zayıflığı hakkında bize hiçbir şey söylemez; devlet özel çıkarların bir aracı da olabilir neticede. Fakat Morozov, feodalizm ve neo-feodalizasyon hakkındaki güncel tartışmalarda geçen parsellenmiş egemenlik meselesini yanlış yansıtıyor.
Buradaki ana süreçler parçalanma ve ekstra-ekonomik el koyma ya da gasptır. Nasıl ki feodal beyler hem köylüleri sömürüp hem de onlara karşı hukuki yetki sahibi iseler, günümüzde de ekonomik aktörler, belirledikleri şartlar ve koşullar üzerinden siyasi iktidar kullanmaktadır. Özel ticari çıkarlar; gizlilik anlaşmaları, rekabet yasağı kuralları, zorunlu tahkim ve kamusal düzenleyici ajansların lağvedilmesi yoluyla kamu hukukunu dışlayarak, “hukuken onaylanmış özel yargının” [legally sanctioned private jurisprudence] parçalanmış bir biçimini yaratmaktadır. Egemenliğin özelleştirilmiş parsellenişiyle beraber politik otorite ve ekonomik iktidar birbirine karışmıştır. Hukuk, ondan kaçabilecek kadar güçlü milyarderler için geçerli değildir. Apple, Amazon, Microsoft, Facebook ve Alphabet gibi şirketler, hükümetler tarafından egemen devletler gibi muamele görmektedir. Bu son derece yoğunlaşmış servet, takip edeceği (isterse de etmeyeceği) kuralları kendisinin belirlemesini sağlayan bir kurucu iktidara sahip.
Neoliberalizmin karşı-devrimi; hiper-bireyselleştirilmiş bir özgürlük adına, özelleştirme, parçalanma ve ayrışma süreci olmuştur; bu özgürlük, Grundrisse‘deki ‘serbest’ işçinin ‘nokta-vari izolasyonu’na benzer. Günümüz proletaryası, her köşe başında rantların çıkarıldığı ağlara ve pratiklere bağımlı, yeni bir tür köleliğe hapsolmuş durumda. Üretim, birikim için yeterince kârlı olmadığında, sermaye sahipleri getirilerini başka yerlerde arıyor. Bu süreçte de ayrışma dinamiğini ilerletip ve insanları yeni bağımlılıklara teşvik ediyorlar. Tüm bunlar yeni bir isim gerektiriyor. Neo-feodalizm bu arayışın cevabıdır.
Sidecar‘da yayınlanan bu yazıyı Ege Çoban çevirdi.
Ana Görsel: The Gleaners, Jean-François Millet.