Evgeny Morozov, dijital ekonomideki toplumsal ilişkileri feodal dönemle analoji kurarak kavramsallaştıran ve internet kullanıcılarının teknoloji baronlarının egemenliğindeki alanlara adeta serfler gibi bağlı olduğu varsayımına dayanan yeni yaklaşımlara önemli bir eleştiri getirdi. ‘Tekno-Feodal Aklın Eleştirisi’ adlı metninde Morozov, günümüzde feodal-söylemin, ‘kendisini sağdan ayırt etmekte zorlanan’ solun bir söylem bataklığına çekildiğini sistematik biçimde ortaya koyuyor. Ona göre, bu söylemsel bataklıkta Glen Weyl ve Eric Posner gibi neoliberaller, Curtis Yarvin gibi yeni reaksiyonerler ve anti-woke Joel Kotkin gibi isimler, tıpkı Yanis Varoufakis, Mariana Mazzucato, Robert Kuttner ve Jodi Dean gibi isimlerle aynı ‘neo-‘ veya ‘tekno-feodal’ eleştiriyi dile getiriyorlardır. Şayet radikal düşünürler feodal imgeleri retorik olarak ve sosyal medyada yaygınlaştırmaya uygun bir taktik olarak benimsedilerse, Morozov’a göre bu, medya ortamına ustaca uyum sağlamaktan ziyade entelektüel bir zayıflığın göstergesi— ‘Sanki solun teorik çerçevesi, kapitalizmi yozlaşma ve sapkınlık üzerine ahlaki bir dil kullanmadan anlayamıyormuş, işe yaramaz hale gelmiş gibi.’ Morozov, radikal düşünürlerin dikkatlerini gerçek kapitalist ilişkilerden feodalizmi hatırlatan şeylere kaydırmalarının, asıl avlarını bırakıp bir gölgeyi kovalamak anlamına geldiğini; bu şekilde sömürüye dayalı toplumsal ve ekonomik ilişkilere yönelik en özgün ve etkili eleştiri hatlarını—yani gelişkin anti-kapitalist siyasal-teorik aygıtlarını—terk etmiş olduklarını ileri sürer.[1]
Morozov, kavramsal çerçevesini oluştururken, yani ‘kapitalizmi’ kapitalizm, ‘feodalizmi’ feodalizm yapan temel unsurları belirlerken, 1970’lerdeki tartışmalara ve özellikle Robert Brenner’ın Immanuel Wallerstein’ın The Origins of the Modern World System (1974) adlı eserine yönelik eleştirisine geri döner.[2] Morozov’a göre Brenner’ın iki üretim tarzı arasında yaptığı ayrım, kapitalistlerin yenilik yoluyla birikim yapmaya, mülksüz işçilerin ise ücretli iş aramaya mecbur edilmesine dayanan ekonomik zorlantıları temel alır ve bu yönüyle, feodal dönemde soyluların artı değere zor yoluyla el koymasından ayrışır. Morozov’a göre, bu ayrım ne kadar ‘zarif ve tutarlı’ olsa da, Wallerstein’ın artı değerin çevre ülkelerden merkez ülkelere zorla transferine dayanan ve ‘analitik olarak daha karmaşık’ ama sezgisel olarak daha ikna edici olan kapitalist dünya-sistemi yaklaşımı lehine terk edilmelidir. Eğer kapitalizm daima belli bir düzeyde ekonomi-dışı yollarla artı-değere el koymaya dayanıyorsa, dijital devlerin kendi tekellerini dayatmasını ya da devletin zenginliği yukarıya doğru yeniden dağıtmasını kapitalizmden başka bir şey olarak adlandırmaya gerek de yoktur. Ayrıca Morozov’a göre, Büyük Teknoloji şirketleri aslında üretkendir; aksi halde Alphabet ve Amazon, ‘yenilik yoluyla birikim yapmak’ dışında hangi amaçla araştırma ve geliştirmeye on milyarlarca dolar yatırım yapardı ki?[3]
Morozov’un hakkını teslim etmek gerek; o, ‘feodalizm’ kavramının yeni kullanımlarındaki kavramsal belirsizlikleri tartışmanın ötesine geçerek, tekno-feodal hipotezin özünü sorgular. Yani, ‘dijital ekonominin, kâr ve sömürü mantığına dayanan kapitalizm yerine, kira ve gasp mantığına doğru’ kaydığı iddiasını tartışır. ‘Analitik netlik eksikliği’ olduğuna dikkat çeken Morozov, feodalizme başvurmaya gerek olmadığını savunur: ‘Kapitalizm, her zaman olduğu yönde ilerliyor, harekete geçirebildiği her türlü kaynağı kullanıyor—ne kadar ucuz o kadar iyi.’ Morozov’a göre, günümüzde servetin yukarıya doğru yeniden dağıtımına yönelik eğilimlerin, üretken eğilimlere üstün geleceği kesin değildir. Ancak bu, tekno-kapitalizmin tekno-feodalizmden ‘daha hoş, daha rahat ve daha ilerici bir rejim olduğuna inanmak için bir neden değildir.’ Aksine, Morozov şöyle bir sonuca varır: ‘Tekno-feodalizmi boş yere çağırdığımızda, tekno-kapitalizmin itibarını aklama riskini de göze alıyoruz.’[4]
Teorik Yeniliğin Riskleri
Bunlar önemli noktalar. Eğer Morozov’un da belirttiği gibi, dijital ekonomideki üretken eğilimler, servetin yukarıya doğru yeniden dağıtımına yönelik eğilimlere üstün gelirse, Technoféodalisme’de geliştirdiğim dijital ekonominin yağmacı dinamiklerine ilişkin eleştiri, Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırısından daha etkili olmayacaktır.[5] Daha da kötüsü, yanlış bir mücadeleye girildiğinde, bu eleştiri, kapitalizmin dijital çağdaki olağan işleyişini mahkûm etme yeteneğini kaybedecektir. Bu, oldukça kaygı verici bir durum olurdu. Tartışmanın esasına geçmeden önce, bu noktada öncelikle mantıksal bir meseleye işaret etmek gerekir. Bir üretim tarzında dönüşüm olduğu varsayımına eleştirel biçimde yaklaşmak, üzerine inşa edildiği ve yerine geçmeyi umduğu eski eleştiriyi mutlaka geçersiz kılmaz. Tekno-feodalizm nitelemesiyle yapılan dijital sektör eleştirisi, küreselleşme ve finansallaşmanın aynı anda işleyen dinamikler olduğuna dair analizlerle uyumludur. Bu yeni gelişmeleri yeniden düşünmekten çekinmemek gerekir; dijital ekonominin kendine özgü dinamiklerini incelemenin kapitalizmi aklamaya ya da rekabetin üretken erdemlerini yüceltmeye yol açması için herhangi bir neden yoktur.
Önemli olan şu ki, bu durum, tekno-feodalizm hipotezinin doğruluğundan bağımsız olarak geçerlidir. Eğer bu hipotez yanlışsa ya da dijital sektörün yağmacı dinamiği henüz başlangıç aşamasındaysa veya henüz gerçekleşmemişse, modern Marksist anti-kapitalist eleştiri, bugünün dünyasına karşı bir meydan okuma olarak geçerliliğini sürdürür. Öte yandan, kapitalizmde niteliksel bir dönüşüm yaşanıyor ve bu dönüşüm, feodalizmi andıran özelliklerle sosyo-ekonomik sistemin işleyiş yasalarını değiştiriyorsa, bu yeni kavramsal aygıt ortaya çıkan toplumsal tahakküm biçimlerini anlamamıza ve mücadele etmemize olanak tanıyacaktır. Hiçbir senaryo, geçmişin ‘eski güzel kapitalizmi’ne dair nostaljik bir övgüyü gerektirmez. Tıpkı Pascal’ın bahsinde olduğu gibi: ‘Kazanırsan her şeyi kazanırsın; kaybedersen hiçbir şey kaybetmezsin.’
Ancak Tanrı’nın varlığının aksine, bir üretim tarzının özellikleri hem teorik hem de ampirik olarak akılcı yöntemlerle araştırılabilir. Morozov’un da haklı olarak vurguladığı gibi, ister geçmişte ister gelecekte olsun, kapitalizmin sınırlarında yürütülen her türlü araştırma öncelikle bir tanım sorunuyla başlamalıdır. Ben ise, kapitalizmi, mülkiyet ilişkilerinin üretim ilişkilerini harekete geçirdiği dar bir Brennerci tanımla; kapitalizmi birikime yönelik, ‘sonsuz biçimde uyum sağlayabilen’ bir değişim sistemi ve ağırlıklı olarak ticari sistem olarak gören Braudelci bakış açısı arasında kurulan basit bir ikiliğin ötesine geçmeyi öneriyorum. İkinci yaklaşımın esnekliği, kapitalizmin tarihsel-coğrafi çeşitliliğini ve servet birikiminin farklı yollarını—özellikle de ilkselbirikim süreçlerininsürekliliğini—daha iyi açıklama imkânı sağlarken, ilk yaklaşım ise buüretim tarzının özgünüretken itici gücünü daha iyi kavramaktadır.
Bu ayrım, ‘yeniden feodalleşme’nin ne olmadığını açıklamak açısından yararlıdır. Benim ‘tekno-feodal’ olarak adlandırdığım semptomlar—elbette Ortaçağ Avrupa’sı ve Japonya ile birebir örtüşmediğini, benzerliğin uzak ve eksik olduğunu kabul ederek—dünya-sistemi düzeyinde üretken bir çıkmaza işaret etmektedir. Artık sermaye getirileri, temel kitle metalarının üretimiyle sağlanamaz hale gelmiştir. Bunun yerine, tekelin garanti edilmesi, spekülatif finansallaşmanın desteklenmesi gibi siyasi müdahaleler gerekmektedir. Bu, finansal sermayenin yurtiçi üretimden çekilip daha dinamik kapitalist merkezlere yöneldiği örneklerden tamamen farklıdır; tıpkı kapitalizmin erken dönemindeki Hollanda Cumhuriyeti’nde ya da emperyal Britanya’da olduğu gibi. Hollanda Cumhuriyeti on yedinci yüzyılda büyük bir refah dönemi yaşamış, ancak bu gelişmiş ekonomik yapı erken bir sanayi devriminin sıçrama tahtası olamamıştır. Bununla birlikte, herhangi bir ‘yeniden feodalleşme’ ya da toprakta soyluların el koyma ilişkilerinin yeniden tesis edilmesi de söz konusu değildir.[6] Açıklayıcı bir yaklaşım, hem erken modern dönemdeki kapitalist genişlemeyi hem de sonrasında ulusal düzeyde yaşanan tıkanmayı hesaba katmalıdır. İlk olarak, üretim noktasında yaşanan a priori (önsel) dönüşümün, Hollanda, Belçika gibi ülkelerin ticari olarak yükselişinde belirleyici bir rol oynadığı açıkça görülmektedir.[7] Ancak daha sonra, finansın ağırlık kazanması ve yerel düzeyde korumacı engellerin devam etmesi, ulusal kapitalist kalkınmayı ciddi biçimde sekteye uğratmıştır. Bunun sonucunda, uluslararası ağlarla bütünleşmiş, servet sahibi bir soylular sınıfı varlığını sürdürmüştür; bu sınıf, İngiltere’nin endüstriyel-kapitalist dönüşümüne hem katkı sağlamış hem de bu dönüşümden önemli ölçüde yararlanmıştır.
Teorik olarak önemli olan nokta şudur: Bir yandan, rekabetçi bir ortamda üretimle meşgul olmak, kapitalizmin genişlemeci dinamiğinin belirleyici bir özelliğidir. Öte yandan, yeniden feodalleşme yalnızca üretimden çekilmenin finans veya ticaret lehine gerçekleşmesiyle açıklanamaz; çünkü bunun karşılığı, dünya-sisteminin başka bir bölgesinde üretimdeki gelişmelerde zorunlu olarak bulunur. Yeniden feodalleşme, artı-değerin elde edildiği yer olarak üretimden genelleştirilmiş bir geri çekilmeyi gerektirir; bu durum, kapitalizmin başka bir yerde ivme kazanmasının bir yan ürünü değildir. Kendi problemimize geri dönecek olursak, tekno-feodalizm dijitalleşme yoluyla küreselleşmenin getirdiği kârların coğrafi dağılımına dayalı finansallaşmanın ötesine geçer. Burada, mutatis mutandis (değişmesi gerekenler değiştirildiğinde), feodalizmin kendi döneminde tanımlayıcı olan, siyasal veya zorlayıcı yollarla dayatılan el koyma ilişkilerinin yeniden üretilmesi söz konusudur.
Gerileyen Toplumsallaşma
Morozov, daha fazla analitik netlik çağrısında bulunarak, bizden ‘feodal sistemin temel özelliklerini belirlememizi ve bunların günümüzde yeniden ortaya çıkıp çıkmadığını sorgulamamızı’ ister. Başka bir deyişle, ‘tekno-feodal’ olarak adlandırdığımız özellikler yalnızca feodalizmin değil, aynı zamanda ortaya çıktığı kapitalizmin bağlamında da tanımlanmalıdır. Sınıflı toplumlarda, bir üretim tarzı her zaman iki temel unsurun belirli bir bileşiminden oluşur: Birincisi, ister bağımsız ister bağımlı olsun, üretim araçlarını kullanan ve emek ürünlerini dönüştüren işçilerin yer aldığı emek süreci; ikincisi ise, üretici olmayanların artı değerden pay almalarını sağlayan el koyma (artı-değere el koyma) ilişkisidir. Bu ilişkilerin düzenlenişi, üretim tarzına göre farklılık gösterir ve bu da kendine özgü ekonomik, toplumsal ve siyasal dinamiklerin ortaya çıkmasına yol açar.
Bu çerçevede, Fransız Ortaçağ tarihçisi Guy Bois, feodal üretim tarzını tek bir formülde özetlemiştir: ‘Bu, küçük bireysel üretimin hegemonyası (ve dolayısıyla bu hegemonyanın gerektirdiği üretici güçler düzeyi) ile, politik (veya ekonomik olmayan) bir kökenden gelen bir zorlamayla güvence altına alınan derebeyi vergisinin birleşimidir.’[8] Bu özlü tanım, tekno- feodalizmin feodalizme kıyasla eleştirel biçimde konumlandırılmasına olanak tanır. Bir yandan, günümüzdeki örneklerimiz, Bois’un tanımının ilk kısmında yer alan küçük bireysel üretim anlamında açıkça ‘feodal’ değildir. Yirmi birinci yüzyılda iş bölümünde bir geriye dönüş ya da üretimde toplumsal iş birliğinde bir azalma görülmemektedir. Aksine, tekno-feodalizm, Ernest Mandel’in bir zamanlar ‘büyüyen nesnel emek toplumsallaşması’ olarak adlandırdığı ve Sanayi Devrimi’nden bu yana kapitalist gelişmenin temel tarihsel eğilimi olan sürecin bir sonucudur.[9] Hayatımızın her dakikası, üretken karşılıklı bağımlılıklardan oluşan bu sıkı ağa gömülüdür. Bu ağ sayesinde, başkaları tarafından yetiştirilen ve taşınan yiyecekleri yeriz; başkalarının inşa edip işlettiği enerji santralleri sayesinde ısınırız; hiçbir katkımız olmadan sürdürülen elektronik ağlar veya basılı formlar aracılığıyla tüm bu karmaşık yollarla iletişim kurarız. Hayatımızın giderek daha fazla çevrimiçi geçirilen kısmı ise bu toplumsal bağların karmaşıklığını daha da artırmaktadır.
Öte yandan, tekno-feodalizm hipotezinin özü, solun beklentilerinin aksine, bu toplumsallaşma biçiminin gerileyici bir nitelik kazanmış olmasıdır. Bu ihtimal, bir ölçüde Balibar tarafından öngörülmüştür; çünkü Balibar, sürekli devam eden metalaşma sürecinin ardı ardına yeni eşikleri aştığını ve sağlık, eğitim, bilgi, sanat, eğlence, bakım, duygular gibi alanları da sürekli olarak ‘hayali metalar’ (fictitious commodities) biçiminde yeniden icat ettiğini savunur. Bu genel ve her şeyi kapsayan metalaşma süreci, ‘bütünsel kapsanma’ (total subsumption) olarak adlandırılır ve kişisel kimlik ile özerkliğin bütünüyle kaybıyla sonuçlanır; çünkü piyasa mantığı ve onun dayattığı kısıtlamalar, insan yaşamının niteliğini ve niceliğini giderek daha fazla belirlemektedir. Balibar’ın ifadesiyle eğilim şudur: ‘Hayatın hiçbir biçimi—faillik, etkinlik, edilgenlik, hatta ölmek bile meta ve değer biçiminin dışında yaşanamaz; çünkü bunların hepsi sermayenin değerlenme sürecinin birer momentidir.’[10]
Balibar’ın tezi, toplumsallaşmanın gerileyen potansiyelini doğru biçimde ortaya koyar. Ancak, metalaşmaya yapılan bu vurgu, toplumsallaşmanın diğer biçimlerinin—özellikle de dijitalleşmenin işlem ve koordinasyonun niteliğini nasıl dönüştürdüğünün—göz ardı edilmesine neden olur. Dijital faaliyetler, adeta bir para okyanusunda yüzüyor gibi görünse de, geleneksel anlamda metalaştırılmazlar. Google ya da Facebook tarafından sunulan hizmetlerin çoğu, ancak ikincil bir düzeyde, kullanıcılarına erişmek isteyen şirketlere reklam satışı yoluyla metalaştırılır. O halde dijital faaliyetleri, bir tüketim mantığı tarafından yönetilen etkinlikler olarak anlamak yerine, öncelikle kişinin özel mülkiyete ait bir algoritmik döngü içine ne ölçüde gömüldüğüyle ilişkili olan bir erişim mantığı tarafından şekillenen etkinlikler olarak görmeliyiz. Dijital platformlar birer ekosistemdir; işlevleri ise, birbiriyle ilişkili olmayan kişiler arasında tespit ettikleri davranış örüntülerine dayanarak toplumsal bağları manipüle etmektir. Çıktıları (kullanıcıyı bilgilendirmek veya yönlendirmek) ve girdileri (kullanıcının sağladığı bilgiler) birbirinden ayırt edilemez. Bu durum yalnızca bir arama terimi giren veya bir navigasyon hizmeti kullanan bir kişi için değil, aynı zamanda örneğin envanteri Walmart’ın bilgi sistemine girdi olarak girilen ve sipariş defterleri buradaki verilerle belirlenecek olan bir tedarikçi için de geçerlidir.
Kullanıcı ağı ne kadar genişse, sunulan hizmet de o kadar etkili olur. Bu durum, dijital hizmet sağlayıcılarını, daha fazla kullanıcı çekmek için hizmetlerini ücretsiz ya da en azından cazip koşullarda sunmaya teşvik eder. Bu durum, ölçeğin giderek hızlanan bir şekilde büyümesine ve hizmet sağlayıcısının konumunun güçlenmesine yol açar. Zaten, piyasada baskın olan arama motoru da tam olarak bu baskınlığı sayesinde en iyi performansı sergiler. Benzer şekilde, Amazon ve Walmart da çok sayıda üçüncü taraf satıcının kendi platformlarında ürün satmasına olanak tanır; bu durum, kendilerine hem doğrudan—daha geniş bir müşteri tabanıyla daha yüksek satış hacmi elde ederek -hem de dolaylı olarak daha fazla veri toplayıp algoritmik yeteneklerini geliştirmesine olanak sağlar.
Verinin değeri, kısmen ölçek ekonomilerinden—yani toplanan bilginin salt hacminden— kaynaklansa da, ‘asıl olarak bu verilerin işlenmesi, analiz edilmesi ve başkalarının davranışlarını etkilemek amacıyla kullanılabilme kapasitesine dayanır.’[11] Alınıp satılabilen mallardan farklı olarak—ki onların mübadele değeri belirli bir kullanım değerine dayanır—veri işi öncelikle denetimle (kontrolle) ilgilidir. Buna, örüntüleri öngörme ve bu örüntülerin gelişimini etkileme kapasitesi de dahildir; bu kapasite ise toplanan verinin kapsamı ve miktarıyla doğru orantılıdır. Algoritmik koordinasyonun girdileri olarak veriler, işlemleri daha etkili hale getirir; ancak aynı zamanda, dijital platformların mimarisine gömülü ve büyük ölçüde gizli olan ölçütler nedeniyle bu işlemleri daha önyargılı hale getirir. Buradan çıkan sonuç nettir: Eğer asıl mesele, Büyük Teknoloji şirketlerinin sosyo-ekonomik koordinasyon araçları üzerinde etkili bir fikri tekel kurmasıysa, bu şirketlerin bu hakim konumdan elde ettiği geliri, kullanıcı faaliyetleri üzerinden alınan bir ücret ya da vergi olarak kavramsallaştırmamız gerekir. Böyle bir gelir türü, piyasa alışverişlerinde yapılan karşılıklı ödemeden ziyade, bir yol geçiş ücreti ya da Guy Bois’un ‘derebeyi vergisi’ dediği şeye çok daha yakındır.
Evet, bu ‘rantiyeci’ modelde bir kırılganlık vardır. Viral yayılma sayesinde yaşayan, yine viral yayılma yüzünden yok olur. Bugün kim hatırlıyor MySpace’i? 2006’da ABD’nin en çok ziyaret edilen öncü sosyal ağıydı, ta ki Facebook’un yükselişiyle arka planda kalana kadar. Dijital hizmetler, Schumpeteryen inovasyon dinamiklerinin yaratıcı yıkımı beslediği ve mevcut aktörleri bu rekabetçi tehditlerle başa çıkabilmek için yatırım yapmaya ve yenilikçi olmaya zorladığı rekabete açık piyasalardır. Morozov’un şu soruyu sorarken kastettiği tam da budur: ‘eğer teknoloji devleri gerçekten de fikri mülkiyet haklarını ve ağ etkilerini sömürerek herkesi soyup soğana çeviren tembel rantiyelerse—neden bir tür üretim olarak tanımlanabilecek faaliyetlere bu kadar çok para yatırıyorlar?’ Dijital çağda fikri tekelden elde edilen rantların mahiyetini tam olarak kavramak gerçekten zordur. Nihayetinde, yirmi birinci yüzyıl ekonomisinin en dinamik ve yenilikçi sektörlerinden söz ediyoruz. Teknoloji sektörünün birçok amiral gemisi şirketi, 20-30 yıl önce birer start-up’tı; bugün kapitalizmin zirvesine yükselmeleri, hem Ar-Ge’ye hem de fiziksel altyapıya yapılan sürekli yatırımın bir sonucudur. Hatta Amazon ve Uber gibi bazı şirketler, ancak son yıllarda kâr edebilir hale gelmiştir.
Morozov’un, dijital ekonominin bu üretken—ya da yarı-üretken—özelliklerini dikkate alması kesinlikle yerindedir. Ancak bu durum, hızla yayılan ve yepyeni bir sosyo-ekonomik manzara yaratan yeni ilişki biçimlerini göz ardı etmemiz için bir gerekçe değildir. Burada, potansiyel fikri tekellerin, toplumsal kontrol biçimleri üreten maddi olmayan varlıklar biriktirmek için yatırım yaptığı ve yenilik geliştirdiği kümülatif bir nedensellik mekanizmasıyla karşı karşıyayız. Yakın tarihli bir çalışmada da belirtildiği gibi, bilgi tekellerinin sistematik olarak genişlemesi, bu şirketlere potansiyel olarak sınırsız bir güç kaynağı sağlamakta ve bu da eşitsiz ya da asimetrik piyasa ilişkilerine yol açabilmektedir.[12] Veri toplama bu sürecin kilit boyutlarından biridir ve gördüğümüz gibi, verinin salt hacmi tek ölçüt olmasa da ölçek özellikle maddi olmayan varlıkların devasa maddi varlıklarla tamamlandığı durumlarda küçük firmalar için neredeyse aşılamaz bir giriş bariyeri oluşturur. Eğer fikri tekel, denetimi maddi olmayan varlıkların manipülasyonu yoluyla sağlamayı hedefliyorsa, bu süreç hiç de maddi olmayan bir süreç değildir. İlgili fiziksel altyapının güvence altına alınması, bilgi üzerindeki hegemonya için bir önkoşuldur. Bulut bilişim—fikri tekelleşmenin günümüzdeki en kutsal alanı—işlenmiş verileri depolamak için sayısız sabit disk sırasının yanı sıra, güçlü makine öğrenimi işlemcileriyle dolu devasa veri çiftlikleri ve veriyi dünya çapında taşımak için milyonlarca kilometre bant genişliği kablosu gerektirir.
İlginçtir ki, ABD’nin büyük teknoloji şirketleri için varlık yaratımının temelinde doğrudan verinin kendisi değil, kullanıcıya dair metrikler—kişi sayısı ve etkileşim düzeyi—yer alır.[13] Kullanıcılar ise, bir dizi teknolojik ve sosyo-hukuki tercih yoluyla oluşturulmaktadır. Teknoloji devlerinin gelir elde etmesini sağlayan verileri yaratan ve kontrol eden hammaddeler oldukları için, kullanıcılar yeni bir varlık sınıfına [asset class] dönüşmektedir. Kullanıcı etkileşiminin niteliği ve niceliği—çeşitli toplumsal rollere sahip kişilerin çevrimiçi dünyaya katılımı ya da ceplerindeki telefonlardan uydulara pasif olarak veri göndermeleri—aynı zamanda maddi ve maddi olmayan varlıkların bir bileşimine bağlıdır. Veri sektöründe kâr elde etmenin benzersizliği ise satılan ürün miktarında ya da kâr marjında değil, firmanın denetimi altındaki toplumsal alanda yatar.
Uzun Durgunluğun Sonuçları
Morozov’un son sorusu—günümüz kapitalizminin yukarıya doğru yeniden dağıtıcı dinamiklerinin, üretken dinamiklerden daha belirleyici olup olmayacağı—tekno-feodalizm hipotezini yönlendiren temel olguya işaret etmektedir. Ancak, Morozov’un bu konudaki şüpheciliği şaşırtıcıdır; zira bu, gelişmiş kapitalist ekonomilerin en az tartışılan özelliklerinden biridir. Aşağıdaki Şekil 1, son yarım yüzyılda OECD ülkelerinde yatırım oranlarının sürekli düşüşünü, yani kapitalizmin uzun süreli durgunluğunu göstermektedir. Bu dinamizm eksikliği, gelir eşitsizliklerinde genel bir artışla paralel ilerlemiştir. World Income Database’e göre, 1980 yılında Kuzey Amerika’da en zengin yüzde 1’in gelir payı %10,8, Batı Avrupa’da ise %8,4 idi; 2020 yılına gelindiğinde bu oranlar sırasıyla %19,4 ve %11,8’e yükselmiştir. Ayrıca, 1980’lerin başından bu yana çoğu ülkede emeğin toplam gelirden aldığı payda belirgin bir azalma olduğu ve bunun özellikle ABD’de dramatik biçimde artan bir sömürü oranına karşılık geldiği görülmektedir.[14]

Şekil 1: OECD ülkelerinde GSMH payı olarak sabit yatırım (1972-2020)
Tüm kanıtlar, güçlü bir yukarıya doğru yeniden dağıtım eğilimine ve kasvetli bir üretken dinamizme işaret ediyor. Asıl soru, bunun nasıl açıklanacağıdır. Daha önce de belirtildiği gibi, tekno-feodal hipotezi; küreselleşme ve finansallaşma dahil olmak üzere diğer açıklamaları tamamlayıcı niteliktedir. Her ne kadar, tespit ettiğimiz çeşitli fikri tekel mekanizmalarını kesin ve kapsamlı bir şekilde sınamak için henüz yeterli istatistik ve metodolojiye sahip olmasak da,[15] diğer unsurlar, kapitalistler arası rekabetin mantığında tarihsel bir değişime işaret eden görüşü desteklemektedir. Birincisi, ‘geleneksel’ kârlar giderek daha fazla yoğunlaşmaktadır. ABD’de, 90. yüzdelikteki kârlar 1970’lerde medyan kârların 2,1 katı iken, 2017 yılında bu oran altı katın üzerine çıkmıştır; üstelik bu artışın büyük bölümü 2000 yılından sonra gerçekleşmiştir.[16] İkincisi, toplam varlıklara—yani finansal ve maddi olmayan varlıklar da dahil edilerek—baktığımızda, bu ayrışma ortadan kalkmaktadır; ancak bu, sorunu çözmekten ziyade yeni ve ilgi çekici sorular doğurmaktadır. Bir yandan, nakit olarak tutulan finansal sermayenin artan ağırlığı, yatırım olanaklarının azlığına işaret etmektedir. Öte yandan, en yüksek operasyonel kâr oranlarına sahip firmaların aynı zamanda özellikle büyük miktarda maddi olmayan varlık stoku bulundurması, bu şirketlerin büyüme stratejilerinin giderek daha fazla mevcut firmaların satın alınmasına dayandığını göstermektedir. Bu gelişmeler, sermaye merkezileşmesinin büyük ölçüde üretken faaliyetlerden kopuk, talana dayalı süreçler yoluyla gerçekleştiği işlevsiz bir kapitalizm teşhisiyle tutarlıdır—ki bu da tekno-feodalizm hipotezinde artı-değere el konulmasının temel mantığıdır. Walmart’ın yatırımlar azalmasına rağmen dijital dönüşümü sayesinde kârlılığını sürdürebilmesi ve Amazon’un sabit maliyetlerinden daha iyi faydalanmak amacıyla üçüncü taraflara hizmet sunma kararı, her ikisi de bu yeni dinamiğin örnekleridir. Bu yeni dinamikte, koordinasyon araçları üzerindeki denetim, üretim ve satış yoluyla kâr elde etmenin yerini giderek alan bir gelir kaynağı üretmektedir.[17]
Morozov’a ‘Capital and Cybernetics’ başlıklı çalışmasında yanıt veren Timothy Ström, siber-kapitalist sektörün tamamen yeni bir sistem olarak düşünülebileceğini öne sürer; bu sektör, yeni bir soyutlama biçimi ortaya koymakta ve ‘kapitalist dünya sistemine düzensiz şekilde yayılan, eski toplumsal pratik kalıplarının üzerinde ince bir katman olarak işlev görmektedir.’[18] Benjamin Bratton’ın, dünya sisteminin üst üste binen karmaşıklıklarını anlamak için geliştirdiği “Yığın” (The Stack) kavramını andıran bu bakış açısı, artı-değere el koyma konusunda yeni kurallara sahip, yeni bir alanın varlığına işaret etmektedir. Böyle bir gelişme, kârlılık, yatırım ve eşitsizliklerle ilgili olarak daha önce sunulan ürkütücü temel olgularla da tutarlıdır. Hâlâ o “eski kötü” kapitalist sistemde mi yaşıyoruz, yoksa artık ‘yeni ve daha kötücül’ bir sistemde mi? Bu sorunun yanıtı, ampirik olarak hâlâ belirsiz; fakat nihayetinde bir eşik meselesine dayanıyor. Eğer el koyma, kapitalist sömürüyü aşarsa, sistem de dönüşmüş olacaktır. Veya bu dönüşüm çoktan gerçekleşti mi?
New Left Review’da yayınlanan bu yazıyı Tuncay Pusat çevirdi, Koray Kırmızısakal redakte etti.
[1] Evgeny Morozov, ‘Critique of Techno-Feudal Reason’, NLR 133/4, Jan–Apr 2022, pp. 90–92.
[2] Robert Brenner, ‘The Origins of Capitalist Development: A Critique of Neo-Smithean
Marxism’, NLR İ/104, July–August 1977.
[3] Morozov, ‘Critique of Techno-Feudal Reason’, pp. 110–11, 118.
[4] Morozov, ‘Critique of Techno-Feudal Reason’, pp. 125–6.
[5] Bkz. Technoféodalisme: critique de l’économie numérique, Paris 2020. Burada argümanlarımı açıklığa kavuşturma fırsatı bulduğum için minnettarım; kitabın yayımlanmasından bu yana, eleştirmenlerle yürütülen tartışmalar, tezlerini geliştirmeme yardımcı oldu. Her ne kadar argümanları farklı yollardan ilerlese de, Morozov’un eleştirisi Sterenn Lebayle ve Nicolas Pinsard’ın yaklaşımıyla örtüşmektedir; onlar da dijital sektör analizinin, kapitalist üretim tarzının mantığına ve özellikle de onun emperyalist dinamiğine ‘ankastre’ edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bkz. Lebayle ve Pinsard, ‘L’économie numérique: une involution du mode de production capitaliste? À propos de l’ouvrage Technoféodalisme. Critique de l’économie numérique de Cédric Durand’, Revue de La Régulation, no. 30, 17 Mayıs 2021.
[6] Bkz. Pepijn Brandon, ‘Marxism and the “Dutch Miracle”: The Dutch Republic and the Transition-Debate’, Historical Materialism, vol. 19, no. 3, 2011.
[7] Bu, Brandon’ın Hollanda örneğinde kırsal ve kentsel kalkınma arasındaki etkileşimin öneminde ısrar etmesine rağmen, mülkiyet ilişkilerindeki değişikliklerin sürekli kapitalist birikimin başlangıcında ticaretten mantıksal bir önceliğe sahip olduğu şeklindeki Brennerian pozisyonla örtüşmektedir.
[8] Guy Bois, ‘Crise du féodalisme: économie rurale et démographie en Normandie orientale du début du XIV siècle au milieu du XVI siècle’, Cahiers de la Fondation nationale des sciences politiques, no. 202, 1976, p. 355.
[9] Ernest Mandel, ‘In Defence of Socialist Planning’, NLR İ/159, Sept–Oct 1986, p. 6.
[10] Étienne Balibar, ‘Towards a New Critique of Political Economy: From Generalized Surplusvalue to Total Subsumption’, in Peter Osborne, Éric Alliez and Eric-John Russell, eds, Capitalism: Concept, Idea, Image: Aspects of Marx’s Capital Today, London 2019, pp. 40–45.
[11] Katharina Pistor, ‘Rule by Data: The End of Markets?’, Law & Contemporary Problems,
- 83, 2020, p. 106.
[12] Cecilia Rikap, Capitalism, Power and Innovation: Intellectual Monopoly Capitalism Uncovered, New York 2022, pp. 26–7.
[13] Kean Birch, D. T. Cochrane and Callum Ward, ‘Data as Asset? The Measurement, Governance, and Valuation of Digital Personal Data by Big Tech’, Big Data & Society, vol. 8, no. 1, 2021, p.2.
[14] Engelbert Stockhammer, ‘Determinants of the Wage Share: A Panel Analysis of Advanced
and Developing Economies’, British Journal of Industrial Relations, vol. 55, no. 1, 2017, pp. 3–33.
[15] Cédric Durand and Cecilia Rikap, ‘Intellectual Monopoly Capitalism—Challenge of Our Times’, Social Europe, 5 October 2021; Cédric Durand and William Milberg, ‘Intellectual Monopoly in Global Value Chains’, Review of International Political Economy, vol. 27, no. 2, 3 March 2020, pp. 404–29.
[16] Leila Davis ve Joao Paulo de Souza, ‘Churning and Profitability in the US Corporate
Sector’, Metroeconomica, 2021. Bu kaynağı bana ilettiği için Joel Rabinovich’e teşekkür ederim. Kâr yoğunlaşmasını gösteren önceki çalışmalar arasında bkz.: Jason Furman ve Peter Orszag, ‘A Firm-Level Perspective on the Role of Rents in the Rise in Inequality’, Toward a Just Society, New York 2018, ss. 19–47; David Autor ve diğerleri, ‘The Fall of the Labor Share and the Rise of Superstar Firms’, The Quarterly Journal of Economics, cilt 135, sayı 2, 2020, ss. 645–709.
[17] Céline Baud and Cédric Durand, ‘Making Profits by Leading Retailers in the Digital Transition: A Comparative Analysis of Carrefour, Amazon and Wal-Mart (1996– 2019)’, Working Paper UNİGE, no. 153880, 2021.
[18] Timothy Erik Ström, ‘Capital and Cybernetics’, NLR 135, May–June 2022, p. 30.