Bu metin Alenka Zupančič’in Disavowal (Polity Press, 2024) kitabından hafifçe düzenlenmiş bir bölümdür.
Modern bilimin otoritesi – Karl Popper’ın terimleriyle – yanlışlamanın içsel olasılığına, yani tüm teorilerinin yanlışlanabilirliğine dayanır. Eğer bir iddia ya da teori yanlışlanamıyorsa, doğası gereği test edilebilir değilse; bilimsel değildir.
Modern bilimin güvenilirliği (geleneksel) Otorite’den çok farklı ilkelere dayanır. Bununla birlikte, sosyal işleyişinde bilimin bir noktada Otorite statüsüne ulaştığı da tartışılmazdır. Yani, çoğumuz bilimsel keşifleri ve teorileri doğrulama (ya da yanlışlama) imkanına sahip olmamamıza rağmen, toplumsal olarak kabul gördükleri ve “bilimsel” olarak etiketlendikleri için onları doğru kabul ederiz (“körü körüne inanırız”). Bilim öyle dediği için bir şeyi doğru olarak kabul etmek, bilimin kendisinin çalışma şeklinden farklıdır; bu da herhangi bir dış otoriteden ziyade şüphe ve yanlışlama ilkesine dayanmaktır. Bu fark, bilimin toplumsal otoritesini kabul etmeyi reddetmenin, bilimsel otoritesinin yöntemi olan yanlışlama ilkesine başvurarak meşrulaştırıldığı çağdaş sosyal medya tartışmalarında sıklıkla bulanıklaştırılmaktadır. Bu yüzden şöyle şeyler duyuyoruz: “Körü körüne inanmayı (bilimin sosyal otoritesine güvenmeyi) reddediyoruz ve şüphe duyma hakkımızı kullanıyoruz, ki bu tam da yapılması gereken en bilimsel şeydir. Bilimin şüphe duymak ve hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmemekle ilgili olması gerekmiyor mu? İktidarın (siyasetin, sermayenin) kendilerinden söylemesini istediği şeyleri körü körüne tekrarlayan (yozlaşmış) bilim insanlarının aksine, bizler bilimsel ruhun gerçek anlamda vücut bulmuş haliyiz.” Bu şekilde bilim, bilime güvenmemenin gerekçesi haline gelmektedir. Bu, bilimin toplumsal otoritesi ile bilimsel otoritesinin çok tipik bir şekilde birbirine karıştırılmasıdır.

Alenka Zupančič, Lacancı filozof, sosyal kuramcı.
Bilimsel otorite (bilimsel olarak otorite) şüpheye, olası yanlışlamalara ve sürekli sorgulamaya dayanırken, bilimin toplumsal otoritesi farklı bir konudur; (kör) inancımıza ve güvenimize dayanan bir şey anlamında geleneksel otoriteye daha çok benzer. Elbette bu güvenin bir kısmı, bilimin nasıl işlediğine, yönteminin herhangi bir dış otoriteye güvenmekten tam olarak farklı olduğuna dair bilgimizden gelir. (Bilime güveniriz çünkü o hiçbir şeye güvenmez.) Ancak bu, bilime olan inancımızı/güvenimizi daha az güven ve inançla ilgili yapmaz. Bunun nedeni sadece hepimizin bilim insanı olmaması (ve uygun bilimsel hesaplamaları kendimiz yapamıyor olmamız) değildir; bilim insanlarının kendileri de bilimin sosyal otoritesine birçok yönden (elbette araştırmalarının finansmanı da dahil olmak üzere) bağlıdır ve güvenirler.
Dolayısıyla, bilimin toplumsal otoritesinin son zamanlarda çöküşü basitçe (gizemci) inançların yükselişine bağlanamaz, çünkü bu toplumsal otoritenin kendisi de “gizemci” bir inanca (bilime güveniriz çünkü bilimdir) benzer bir şeye dayanmaktadır. Herhangi bir pozitif bilgi tarafından doğrudan doldurulamayan ve bu nedenle bir “inanç sıçraması” gerektiren boşluk, toplumsal ve sembolik işleyişimiz için indirgenemez, vazgeçilmez gibi görünür. Toplum -ve aslında toplumun bir parçası olarak bilimin kendisi- salt bilimsel bir topluluk olarak işlev göremez. Burası bilimin sosyal otoritesinin çöküşünün nedenleri hakkında karmaşık bir tartışmaya girmenin yeri değil, bu yüzden sadece iki ilgili noktaya değinelim.
Birincisi: bu çöküşte bir tür modernlik öncesi, bilim öncesi bilgi ve inanç tarzına gerileme görmek hatalı olacaktır, çünkü çöküş öncelikle bilimsel iddialara körü körüne inanmayı (güvenmeyi) gerektiren boşluğun her zaman güncel olarak var olmasıyla ilgilidir. Basitçe ifade etmek gerekirse: giderek daha fazla insan bilim söz konusu olduğunda “inanç sıçraması” yapmayı reddediyor. Bilimin toplumsal otoritesinin sarsılması, ona güvenme konusundaki isteksizlik ya da doğrudan reddetme, onun özünde bilimsel olan iddialarının ve bilimsel otoritesinin altını oyan (göreceleştiren) bir nedendir, tersi değil.
İkincisi: bu şüphecilerin ne söylediklerine, güvensizliklerinin nedenlerini nasıl formüle ettiklerine kulak verirsek, yeniden ortaya çıkan iki anahtar kelime “para” (kar, sermaye, finansal çıkarlar) ve “gözetim” (parasal veya disiplin amaçlı olarak hayatlarımızın izlenmesi ve yönlendirilmesi). Bu iki kelimenin farklı komplo teorilerinin anlatılarını düzenlerken kullandıkları çoğu zaman son derece pitoresk ve fantazmatik yolları bir an için paranteze alırsak, çağrıştırdıkları şeyin sadece bir hayal ürünü değil, toplumsal düzenimizin bir parçası ve ayrılmaz bir parçası olduğunu söylemek doğru olacaktır. Yani, mümkün olduğunca basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, bilim, kapitalist dünya düzenine içkin ve onun önemli bir parçası oldugundan toplumsal otoritesini kaybetmektedir. Ve bu giderek artıyor, çünkü örneğin araştırma için gereken para çoğunlukla (kamu yararını temsil eden) devletten değil, özel çıkarlar peşinde koşan özel şirketlerden geliyor. Evet, cevap sıkıcı ve tahmin edilebilir: kapitalizm. Bilime duyulan güvensizliği, bilimin toplumsal otorite olmaktan çıkmasını körükleyen (ve çoğu zaman haklı çıkaran) tam da bu kapitalist dinamiktir. Ancak bu nedenselliğin ilginç bir yönü de yok değil.
Kapitalist dinamiklere dahil olmanın bilimsel olarak ortaya konmuş gerçeklerin inkarını nasıl kolaylaştırdığına dair sadece bir somut örnek verelim: Yeşil dönüşümün belirli şirketlere büyük karlar getirebileceği ve bu şirketlerin de toplumsal olarak yeşil olarak algılanan şeyleri aktif bir şekilde yönlendirip etkileyebileceği açıkça doğrudur. Son zamanlarda bilim insanlarının da dahil olduğu çok hararetli bir tartışma, örneğin yenilenebilir enerji savunucuları ile nükleer enerji savunucuları arasındaki tartışmadır. Yenilenebilir enerji savunucuları sadece güneş, rüzgar ve hidroelektrik enerjinin “yeşil enerji” olarak kabul edildiğini iddia etmektedir. Ancak bazı nükleer enerji savunucuları, inşaat, işletme ve arazi kullanımının tüm etkileri hesaba katıldığında, bu yenilenebilir enerjilerin nükleerden daha fazla çevresel zarara neden olduğunu, bu nedenle ikincisinin “yeşil enerji” olarak kabul edilmesi gerektiğini savunur. Çevresel etkisi daha büyük olsa bile sadece yenilenebilir enerjiyi teşvik etmek kimin çıkarına ve nükleer enerjiyi gerçekten “yeşil” alternatif olarak teşvik etmek kimin çıkarına? Her iki seçeneğin arkasında da açıkça “para ve güç” var. Ve mevcut ekonomik düzen içinde bu olası şüpheden kurtulmanın bir yolu yok. İşte bu yüzden bu “hiçbir çıkış yolu yok” çoğu zaman “iklim değişikliği yok” sonucuna varılmasına neden olur, çünkü her şey sadece finansal çıkarlarla ilgilidir. Bu iddiayı olduğu gibi kabul etmeliyiz: sadece bilgi karşıtı bir gerileme değil, kapitalizmin travmatik gerçekliğini bilmezden gelmedir bu. Kapitalizmin bir parçası olduğu aşikar olan finansal çıkarlar, kapitalizmin acımasız gerçekliğini perdeleyen bir şekilde kabul edilip kullanılmakta ve şüphe bilime yönelmektedir. Sermayenin çıkarlarının kabul edilmesi, bizi bu iddianın sonuçlarından, yani bunun iyi bir ekonomik sistem olmadığı sonucuna varmaktan uzaklaştırmaya hizmet etmektedir. Bunun yerine, sonuç (sonuç) iklim değişikliğinin var olmadığı haline gelir. Sapkın kıyaslama şu şekildedir: sosyal hayatımızdaki her şey para ve finansal çıkarlarla ilgilidir, bu nedenle iklim değişikliği yoktur. Covid vakasında da benzer bir şey oldu. Çoğu zaman bilimsel gerçeklerin kabul edilmemesi, inkâr edilmesi, kapitalizmin gerçekten travmatik boyutunun bilmezden gelinmesinin aldığı biçimlerden sadece biridir. Söz konusu travmatizm yalnızca kapitalizmle bağlantılı toplumsal çözülme ve çevresel felaketlerle ilgili değil, en az bunun kadar kabus gibi görünen “çıkışsız” bir durumla da ilgilidir. Tam da bu anlamda, iklim değişikliğinin inkârı kapitalizmin vekâleten inkârıdır; tıpkı fetişist bilmezden gelmenin doğrudan bir inkâr değil, vekâleten inkâr, fetişe devredilmiş bir inkâr olması gibi. Finansal çıkarlara ve farklı şeylerden kâr eden insanlara işaret etmek bu inkârın aracıdır, çünkü dikkatimizi (yeniden) öznel nedenlere (açgözlülük, zevk) yönlendirir ve bizi kimsenin gerçekten ya da tamamen kontrolünde olmadığı açgözlü ve kendinden zevk alan öznel bir sistemin çok daha travmatik olasılığından uzaklaştırır. Burada inkâr ve bilmezden gelme arasında çok ilginç bir bağlantı ortaya çıkıyor. İklim değişikliğinin inkârı bu anlamda kapitalizmin acımasız gerçekliğini bilmezden gelmenin bir sonucudur. Diğer pek çok bilimsel gerçeğin inkârı ya da kabul edilmemesi de böyledir.
Bilimin toplumsal otoritesini kaybetmesi meselesiyle bağlantılı olarak, kapitalizmin ilk bakışta göründüğünden daha ilginç ve karmaşık bir başka yönü daha vardır. Para uzun zamandan beri toplumsal otoritenin tahtını ele geçirmiştir ve bu herhangi bir ahlakçı anlamda değildir. Para, sembolik otoritenin yerini almamıştır; para, kendisinden daha fazlası olması, kendisinden daha büyük olması, paradoksal olarak hiçbir paranın satın alamayacağı bir je ne sais quoi [şeytan tüyü] içermesi anlamında sembolik bir otorite olmuştur. Noam Yuran yeni kitabında[1], paranın diğer ekonomilerdeki işleyişinden farklı olarak kapitalist paranın sadece bir mübadele aracı olmadığı, aynı zamanda bir kullanım değerine de sahip olduğu; sadece niceliğe değil niteliğe de sahip olduğu noktasını harika bir şekilde ortaya koyuyor. Bu nedenle, örneğin, pahalılık lüks ürünlerin sadece fiyatlarının bir tanımı değil, niteliklerinden biridir. Zengin insanlar pahalı şeyler, hatta saçmalık derecesinde pahalı şeyler satın aldıklarında, bunun nedeni sadece paraları yettiği için değil, bunu yaparak o şeyin kendisinden daha fazlasını satın aldıkları içindir; tam da paranın (mübadele aracı olarak) doğrudan satın alamayacağı bir şeyi, belirli bir niteliği satın alırlar. Sadece pahalı olan şey için değil, bu şeyin pahalı, (diğer sıradan şeylerle) kıyaslanamaz olması için ödeme yaparlar. Ödeyebilsinler diye (çok) öderler. Yine Yuran’ı takip edersek: zenginlerin paralarını takas ederek değil, paralarına sahip olarak -yani zengin olarak- elde ettikleri bir şey, bir nitelik de vardır. Adam Smith’in Ulusların Zenginliği üzerine yorum yaparken Lacan’ın aklındaki şeyin tam olarak bu olduğuna inanıyorum: “İktisatçılar var olduğundan beri hiç kimsenin … servetin servet sahiplerinin özelliği olduğunu söylememiş olması olağanüstüdür.”[2] Zenginlik zenginlerin mülkiyetidir (niteliğidir): bunu daha özlü bir şekilde ifade etmek pek mümkün değil. Servet sadece belirli bir miktardaki paraya işaret etmez, aynı zamanda ölçülemeyen fazladan bir şeydir: bir özelliktir. Zenginler sadece çok fazla servete sahip değildir; servet aynı zamanda zengin olmalarının bir niteliğidir, zenginlerde paralarından daha fazla olan bir şeydir ya da parada paradan daha fazla olan bir şeydir. İşte tam da bu döngüsellik, bu totolojik boşluk, paranın toplumsal otoritesini ya da otorite olarak parayı açıklar. Otorite olarak otorite tam da ve her zaman böyle bir öz-göndergesel boşluk ve fazlalıkla ilgilidir. Ve bugünlerde sıkça duyduğumuz gibi, günümüz insanlarının “otoriteye saygı duymadığı” iddiasını duyduğumuzda, buna katılmadan önce iki kez düşünmeliyiz. Çünkü paraya duyulan toplumsal saygı tartışılmazdır ve paranın otoritesi de diğer otoriteler gibi işlev görür: makul açıklama ya da niceliklendirmeden başka bir şey üzerine kuruludur.
Bununla birlikte, paraya sahip olmak, varlıklı olmak olumlu bir nitelik ya da en azından saygı duyulacak bir şey olarak kabul edilirken, para için bir şeyler yapmak çok daha az asildir ve hala (Yuran’ın da çok güzel bir şekilde gösterdiği gibi) fahişeliğin aşağılayıcı damgasını taşır. Hemencecik müstehcenlik ve yozlaşma kokusu gelmeye başlar. Zengin zengindir. Eksantrik, acımasız, gaddar, yozlaşmış olabilirler ama suçlanamayacakları tek bir şey vardır, o da para için bir şeyler yapmak. Bu mantığa aykırı görünebilir, zira güçlerini sadece daha fazla para kazanmak için kullandıkları açıktır, ancak yine de şu yorum geçerlidir: onlar için çalışan insanlar kolayca para için bir şeyler yapmakla suçlanabilir, ancak zenginler her nasılsa “her şey para için” değilmiş gibi davranırlar. HBO’nun HBO’nun Succession isimli serisi zenginliğin bu yönünü çok iyi gösterir; paradan fazla bir şeyin, para için bir şeyler yapma ve mübadele mantığının, o çok da matah olmayan mekanın dışında bir şeylerin zenginliğin kökeni olduğunu ve onun özünü teşkil ettiğini öne süren miti geriye dönük olarak yıkan son şaşırtmacaya kadar. Kapitalizm, oyunun tamamen parayla ilgili olduğunu memnuniyetle ve açıkça “kabul etse” bile, bu mite ihtiyaç duyar ve onu sürdürür. Bu, yine, bilmezden gelmenin klasik bir biçimidir. Zenginler her şeyin parayla ilgili olduğunu söyler ve bunu memnuniyetle kabul ederler ama buna gerçekten inanmazlar (zenginler olarak varlıklarının parayla ilgili olmadığına ve bir şekilde özel olduklarına inanırlar). Aslında her şey parayla ilgilidir; ancak bu “her şey” hayaletsi bir boyut içerir, her ne pahasına olursa olsun paraya kadar izinin sürülmesini engelleyen bir otorite hayaletidir bu, çünkü aksi halde otorite çökecektir.
[1] Noam Yuran, The Sexual Economy of Capitalism (Stanford University Press, 2024).
[2] Jacques Lacan, The Other Side of Psychoanalysis (W. W. Norton, 2007), 82.
E-flux‘ta yayınlanan bu yazıyı Koray Kırmızısakal çevirdi.
(Disavowal’ın çevirisi “Biliyorum ama yine de…” başlığıyla Barış Engin Aksoy çevirisiyle Metis Yayınları‘ndan (2024) yayınlanmıştır.)