İsrail’in Filistin halkına yönelik soykırımı sürerken başlattığı İran saldırısı, kasvetli ve tanıdık bir senaryo izliyor. İsrail; Lübnan ve Gazze’ye yönelik harekâtlarında olduğu gibi, ülkenin siyasi kurumlarında yer alan ve güvenliğinden sorumlu kilit figürleri ortadan kaldırmayı ve sivil nüfusu terörize etmeyi amaçlayan türden bir ‘liderlik kademesini hedef alma’ (decapitation) stratejisi izliyor. ‘Önleyici saldırı’ veya ‘yayılmayı önleme’ gibi aldatıcı bir dille çerçevelense de İsrail’in bu harekatı çok daha kapsamlı ve iddialı bir projeyi işaret ediyor: mesele, sadece İran’ın nükleer programını durdurmak değil aynı zamanda ABD-İsrail hegemonyasına direnme yeteneğine sahip egemen bir bölgesel aktör olarak İran’ı tasfiye etmek. Bu rejim değişikliği gündemi, bölgenin yakın tarihini bilen hiç kimse için sürpriz olmamalı. Bu gündem Irak, Libya, Suriye, Filistin ve Lübnan’dan geriye bir enkaz bıraktı.
İsrail; tek bir gecede, İran Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) Başkomutanı Hüseyin Selami’yi, İran Silahlı Kuvvetler Kurmay Başkanı Muhammed Bakıri’yi, İRGC Hava ve Uzay Kuvvetleri Komutanı Emir Ali Hacızade’yi, İran Atom Enerjisi Kurumu eski Başkanı Fereydun Abbasi’yi ve İslami Azad Üniversitesi Rektörü Muhammed Mehdi Tehrançi’yi suikastle öldürmeyi başardı. İran Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi eski Sekreteri ve Yüce Lider’in kıdemli danışmanı, ABD ile son görüşmelerde merkezi bir rol oynamış olan Ali Şemhani’nin ise başlangıçta öldüğü bildirildi, ancak şu anda suikast girişiminden ucuz kurtulduğuna inanılıyor. İsrail, nükleer tesislere ve askeri tesislere saldırmanın yanı sıra yoğun nüfuslu bölgelerdeki konulara da bombalar yağdırdı; ilk üç günde 224 kişiyi öldürdü ve yaklaşık 1200 kişiyi yaraladı. Bu kadar üst düzey bir operasyonun tespit edilmeden ilerleyebilmiş olması, İran güvenlik servislerinde büyük bir istihbarat zaafına işaret ediyor ve büyük olasılıkla Mossad’ın ve muhtemelen ABD istihbaratının ülkenin içine oldukça sızdığını sinyalini veriyor.
Saldırılar, Tahran ile Washington arasında Nisan ortasında başlayan yeni nükleer görüşmelerin ardından geldi. İran’ın Ruhani hükümetinin uranyum zenginleştirme girişimlerini sınırlamayı, yaptırımların hafifletilmesi karşılığında kabul ettiği Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nı (JCPOA) imzalamasının üzerinden neredeyse on yıl geçmişti. 2018’de, Trump’ın tek taraflı olarak çekilip İran halkını sefalete sürüklemek ve iç huzursuzluğu körüklemek için tasarlanmış yaptırımlar uygulamak üzere sözde ‘azami baskı’ stratejisine geçtiği ana kadar süren bir anlaşmaydı bu. Bu dönemde İran, uluslararası denetim altında askeri olmayan uranyum zenginleştirme hakkını korumasına izin verecek diplomatik bir çıkış yolu umudunu sürdürdü. Bir tür müzakere edilmiş çözümü restore etmek için hem seçkinlerin hem de geniş halk kesimlerinin kayda değer baskısıyla karşı karşıya kaldı. Dolayısıyla, Trump bu yıl Beyaz Saray’a dönüp yeni bir anlaşmanın mümkün olabileceği sinyalini verdiğinde, görevdeki Pezeşkiyan hükümeti, belki de safdillikle, daha fazla görüşme yapmayı kabul etti. Artık açıkça görülüyor ki, bu diplomasi asla ciddi değildi. ABD için hedef anlaşma yapmak değil İran’ı teslim olmaya zorlamaktı.
Trump’ın ‘anlaşma yapma’ söyleminin altında maksimalist bir talep yatıyordu: İran’ın sadece sivil nükleer programından vazgeçmesi değil aynı zamanda füze cephaneliğini ve bölgesel ittifaklarını da dağıtması. Netanyahu’nun defalarca ‘Libya seçeneği’ dediği şey tam da bu. Yumuşama veya normalleşme değil Tahran’ın asla kabul etmeyeceği türden tam bir teslimiyet. Bu bağlamda, Trump’ın Netanyahu ile güya ‘arası açılmış’ gibi yapması, gerçek bir politika ayrılığından ziyade stratejik bir manevra gibi görünüyor artık, savaş hazırlıkları sürerken İranlıları şaşırtmanın bir aracı bu. Bu nedenle İsrail’in hava saldırıları, suikastlar ve sabotaj eylemleri; ki sadece düşmanın savunma yeteneklerini zayıflatmayı değil aynı zamanda halk arasında korku ve kargaşa ekmeyi amaçlayan eylemler bunlar, İran’ı hazırlıksız yakaladı. İran liderliğinin tepkisi yavaş oldu, ancak yavaş yavaş yeni gerçekliğe uyum sağlıyor.
Washington ve Tel Aviv’in uzun vadeli stratejisi; hibrit savaşı bir tür ‘kalkınmayı geriletme’ (de-development) aracı olarak kullanmak oldu: İran devletini ve toplumunu içten çökertmek, diplomatik olarak izole etmek ve askeri müdahaleye açık hale getirmek, böylece hedefte İslam Cumhuriyeti’nin nihayetinde devrilebilmesi var. İsrail aynı zamanda, eski Şah’ın sürgündeki oğlunu yetiştirmek gibi çeşitli yumuşak güç yöntemlerini de kullandı; İran’da pek siyasi ağırlığı olmayan, ancak yine de dış propaganda için kullanışlı olan bu figür, sık sık Batı medyasında boy gösterip İranlıların ‘rejimi’ devirip yerine Batı yanlısı bir rejim getirmek üzere ayaklanmanın eşiğinde olduğunu duyuruyor.
Bu fantezi, 2000’lerin başındaki neokonservatizmin silinmez izini taşıyor. ABD’nin Irak’ı işgalini destekleyen aynı sanrıların ısıtılıp yeniden sunulmuş bir versiyonu: parçalanmış bir devletin, nüfusunun rızasıyla, hatta desteğiyle; özelleştirmeye, varlıklarının yağmalanmasına ve jeostratejik güç projeksiyonuna açık Batı sermayesi için uyumlu bir karakola dönüştürülebileceği sanrısı. Savaşa rıza üretmek için dezenformasyon kullanma taktiği de yeniden moda oldu; Netanyahu’nun, İran’ın nükleer silah edinmek üzere olduğu ve Yemen’deki Ensarullah’a böyle bir silah sağlamayı amaçladığı iddialarında olduğu gibi. Bu noktada öyle fantezi ile bezeli bir alana giriyoruz ki, ‘şüpheli dosya’ (dodgy dossier) ve ’45 dakikada KİMYASAL SİLAH’ (45-minute WMD) neredeyse antika kalıyor bununla karşılaştırıldığında.
Ancak Netanyahu ve Trump, çeşitli biçimleriyle İran milliyetçiliğinin direncini hafife almış görünüyor. Saldırıları sayesinde İran şimdiden tek bir bayrak etrafında kenetlendi. Eski siyasi mahkumlar dahil İslam Cumhuriyeti’nden oldukça hayal kırıklığına uğramış olanlar bile, ulusal birlik ve ülkenin savunulması çağrılarına olumlu yanıt veriyor. Artık giderek anlaşılıyor ki; bu, yalnızca İslam Cumhuriyeti’ne değil bizzat İran’ın kendisine karşı bir savaş. İran’ı; bölünmüş, egemenliğini koruyarak kalkınmak şöyle dursun bölgesel ölçekte herhangi bür ülkeye meydan okuyamayacak kadar zayıf, birbirine yama gibi eklenmiş etnik yerleşim bölgelerinden oluşan bir mozaiğe dönüştürme girişimi. Saddam Hüseyin bir zamanlar benzer emeller beslemişti, ancak bunlar sonuçsuz kaldı. İsrail; görünüşe göre, başkalarının başaramadığını başarmayı umuyor.
Sivil ölü sayısı arttıkça ölülerin görüntüleri yaygın bir biçimde dolaşıma giriyor: taekwondo kıyafeti içinde genç bir oğlan, kırmızı elbiseli bir balerin çocuk, 16 yaşında bir buz patenci, önemli bir dergi için çalışan bir grafik tasarımcı, genç bir kadın şair. İsrail; harekâtını, İran’ın sivil altyapısına (yakıt depoları ve havaalanları dahil) ve canlı yayında ulusal yayıncısına düzenlenen bir saldırıyı da kapsayacak şekilde genişlettikçe ülke çapında keder ve öfke yayılıyor. Hükümet, bu saldırganlığa Tel Aviv ve Hayfa’ya saldırılar düzenleyerek karşılık verdi; bu, İsrail için daha önce düşünülemeyecek bedeller ödetme kapasitesine sahip olduğunun sinyaliydi. Ancak asimetri derinliğini koruyor. İran’ın nükleer şemsiyesi, yerleşik ittifakları, NATO’su yok. İsrail ise ABD tarafından koşulsuzca destekleniyor; gelişmiş hava savunma sistemleri, gerçek zamanlı istihbarat paylaşımı var ve neredeyse tam bir diplomatik dokunulmazlık altında. İran caydırıcılık için, İsrail ise sınırsız üstünlük için savaşıyor.
Onlarca yıldır uzmanlar, diplomasiyi bir tuzak ve müzakereleri zorlamak için bir kılıf olarak görmenin İran’ı nükleer caydırıcılığı seçmeye zorlayacağı konusunda uyarıyorlardı. Şimdi o eşiğe yaklaşıyoruz. Bu yazıyı yazarken, İran’ın nükleer silah peşinde koşmaya karar verdiğine dair hâlâ bir emare yok; ülke, birçok kişinin siyasi açıdan güvenilmez gördüğü Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) ile giderek daha da gergin bir ortamda olsa da işbirliğini sürdürüyor. Bununla birlikte, hem seçkinler hem de geniş halk kesimleri arasında artan daha fazla İran’lı, bu adımı çok önceden atmış olsaydı İran’ın bu kadar istikrarsız bir duruma düşmeyeceğini iddia ediyor. Kuzey Kore’nin ABD gücünün mantığını daha iyi anladığını ve buna göre hareket ettiğini gözlemliyorlar. Bu çevrelerdeki hakim görüş ise şayet İran hâlâ teknik bir kabiliyete sahipse bunu kullanmanın tam zamanı olduğunu öne sürüyor.
Bu arada İran’ın mevcut misilleme kampanyasını sürdürüp sürdüremeyeceği sorusu ortaya atılıyor. İsrail’e yeterince yüksek bir bedel ödetmedikçe düşmanını cesaretlendirme ve daha sonraki saldırıların yoğunluğunu artırma riskiyle karşı karşıya. İranlı planlamacılar, muhtemelen Rusya’nın yolunda, mevcut sanayi üssünü savaş haline geçirip geçiremeyeceklerini değerlendiriyorlardır. Uzun süredir yolsuzlukla, kötü bir yönetim altında zayıflamış olan bir devlet için bu zor bir iş, ancak zorunluluk icadın anası olabilir. On yıllardır süren yaptırımlar; İran’ı, kusursuz olmasa da yine de büyük bir insani bedel ödeyerek asimetrik caydırıcılık sağlayabilen, emekleme aşamasındaki bir yerli savunma sanayisi geliştirmeye zorladı.
İsrail’in İran’ın lider kadrosunu hedef alma stratejisinin, muhatabının parçalanmasına ve felce uğramasına yol açıp açmayacağı veya daha az ihtiyatlı ve durumu tırmandırmaya daha teşne bir Devrim Muhafızları (IRGC) nesli mi getireceği konusunda da önemli bir belirsizlik var. Tam teşekküllü bir rejim değişikliğinin başarılı olması pek olası olmasa da bu büyüklükte bir savaş muhakkak İslam Cumhuriyeti’ni yeniden şekillendirecektir. Devletin ve toplumun militarizasyonunu derinleştirebilir ve İRGC’yi siyasi ve ekonomik yaşamın kalbine daha fazla yerleştirebilir. Charles Tilly’nin meşhur sözüne atıfta bulunacak olursak ‘Savaş devleti yarattı; devlet de savaşı.’ Bu koşullar altında güçlü bir demokratik gücün veya ilerici bir toplumsal hareketin gelişebileceği fikri hayali görünüyor. Aksine bu gelişmeler sivil hakları ve daha demokratik bir sistem mücadelesini yıllarca geriye götürebilir.
İran’ın kendini savunmak için bir son bir seçeneği daha var: Hürmüz Boğazı’nın kapatılması. Günde yaklaşık 21 milyon varil petrolün geçtiği, küresel petrol bazlı sıvı tüketiminin yaklaşık %20’sini ve dünyanın sıvılaştırılmış doğalgazının yaklaşık %20’sini oluşturan stratejik bir geçit bu. Piyasalar, böyle bir hamle ihtimali karşısında zaten oldukça endişeli. Bu aşırı bir adım olsa da ABD’nin İsrail lehine askeri harekate müdahil olmaya karar vermesi durumunda İran bunu gerekli görebilir. O noktada, benzeri görülmemiş ve tehlikeli bir alana girmiş oluruz.
İsrail garnizon devleti, bölgede ezici bir askeri üstünlükle yetinmediğini açıkça ortaya koydu; aynı zamanda komşularının kalıcı olarak güçsüzleştirilmesini de hedefliyor. İsrail ve onun baş hamisi; hareket özgürlüklerini biraz olsun kısıtlama yeteneğine sahip egemen, bağımsız bir İran’ı tolere etmeyecek. Bu bir diplomasi başarısızlığı değil diplomasinin hesaplanmış bir şekilde sonlandırılmasıdır. Standart politikadan bir sapma değil Washington ve Tel Aviv’de on yıllardır süren bir mutabakatın mantıksal sonucudur: Ortadoğu’da hiçbir bağımsız gücün, onların boyunduruğundan kaçabilmesine izin verilmemelidir.
Sidecar’dan Terrabayt ekibi çevirdi.