Yeni bir mem dolaşıyor ortalıkta: Kapitalizm öldü. Biz ise onun cesedi etrafında dönüp duruyoruz. Zombileşmiş bu düzende hiçbir şey göründüğü gibi değil. Peki, ama biz bunu neden fark edemedik? Her yerde bir kafa karışıklığı hâkim: İklim krizi, Covid, Ukrayna, Gazze… Tarih hız mı kazanıyor, yoksa tam tersine duraklıyor mu, hatta geriye mi gidiyor? Yanis Varoufakis, Teknofeodalizm adlı son kitabında bu belirsizlik halinin temel nedenini bulut sermayesi kavramıyla açıklıyor: “Bulut serflerinin ücretsiz emeği ve bağımlı kapitalistlerin (vassal) ödedikleri bulut rantları sayesinde, artı-değer, bulutalistlerin (cloudalists) eline geçmektedir.” ‘Geleceği Yeniden Harika Yap’ (Make the Future Great Again) demek yerine, sanki bizi 1955 yılına- ya da mecazi anlamda konuşursak, 14. Yüzyıla- geri fırlatmışlar gibi hissediyoruz. Teknik olarak kapitalizm hâlâ işliyor olabilir, ancak artık yaşamsal özünü yitirmiş durumda. Peki, bugün içinde bulunduğumuz bu durumu ‘neo-Orta Çağ’ olarak adlandırmanın cazibesi nereden kaynaklanıyor?
Varoufakis’in kitabının alt başlığı şu soruyu soruyor: “Kapitalizmi ne öldürdü?” Peki, “kapitalizm öldü” demek tam olarak ne anlama geliyor? Ve McKenzie Wark’ın Capital is Dead adlı eserinde dile getirdiği gibi, yerini daha da kötü bir şeyin almış olması ne demek? Rus atasözünün dediği gibi: “Şafaktan önce en karanlık zaman gelir” -ancak bu kez, güneşin doğması uzun süreceğe benziyor. Bana göre, “ölü kapitalizm” kavramı, bir kriz hâlinden ziyade, kapitalizmin ruhunun yok oluşuna işaret ediyor. Peki onun Geist’ı, yani ruhu nerede? Artık ortada bir élan vital[1] kalmamış durumda. Ölüm, tüm devinimin yokluğudur. Ama içinde yaşadığımız sistem henüz tamamen ölmedi- sadece topal, zayıf ve ölmemekte direnen bir hâlde sürünüyor. Ve bu nedenle, giderek nihilist bir yapıya bürünüyor. Ekonomik terimlerle ifade edecek olursak: emek, piyasalar ve kâr hâlâ var- ama artık bunlar sistemin gelişimini yönlendiren güçler değil. Varoufakis’in de belirttiği üzere, sermaye bir dönüşüm geçirdi- ancak bu dönüşümü ne geniş kitleler fark etti ne de siyasal iktisatçılar. Ben kendi adıma şunu savunabilirim: İnternet eleştirmenleri, aktivistler, tasarımcılar ve sanatçılar, son on yıllarda bu çoklu krizleri haritalamaya çalıştılar; ancak bu öngörüler sürekli kenarda, marjinal alanlarda kaldı.
Artık güç, makinelere sahip olanların elinde değil; yeni dijital topraklar olarak tanımlanabilecek bulut sermayesinden kaynaklanıyor. Ancak içinde bulunduğumuz bu yeni aşamayı tanımlamakta hâlâ zorlanıyoruz. İçimdeki materyalist eğilim, bu soyut “bulut” kavramıyla uğraşmak yerine, çip savaşlarına ve bilgi işlemenin geleceğine- özellikle de ASML (Hollanda), NVIDIA (ABD) ve TSMC’nin (Tayvan) küresel konumlarına -odaklanmayı tercih ederdi. Ama gelin, burada Varoufakis’in düşünsel çizgisini izleyelim: Artı değer artık, bulut değerinden türemektedir. İşte bu nedenle, Tesla ve BYD gibi bulut temelli şirketler, artı değer üretimi açısından küresel otomotiv pazarına egemen olacaklar -Volkswagen, BMW, Mercedes-Benz ya da Audi değil. Çünkü bu geleneksel, makine merkezli Alman firmalar, fazlasıyla “Alman” bir dijital kaygı nedeniyle felce uğradılar ve bulut sermayesine geçiş gibi hayati önemdeki dönüşümü gerçekleştiremediler.
Varoufakis, neo-feodalizm üzerine benzer görüşler öne süren diğer düşünürlerle akademik polemiklere girmeye pek ilgi göstermiyor. Yine de bu tartışmanın kapsamını genişletmek adına, birkaç önemli ismi anmakta fayda var. Jodi Dean, 2020 yılında Los Angeles Review of Books’ta yayımlanan makalesinde bu tartışmaya dair düzenli ve kapsamlı bir çerçeve sunuyor. Dean şöyle yazıyor: “Üretimin kapitalizm dışı boyutları- el koyma, tahakküm ve zor kullanımı- o kadar güç kazandı ki, emek piyasasında bir araya gelen özgür ve eşit aktörler fikrini, artık yönetimsel bir kurgu olarak bile varsaymak anlamsızlaşmıştır.”
Bu tartışmaya yapılan bir diğer önemli katkı, Evgeny Morozov’dan geldi. 2022 yılında New Left Review’da yayımlanan “Tekno-Feodal Akılın Eleştirisi” başlıklı makalesinde Morozov, kendine özgü tarzıyla, “Yeni Orta Çağ” gibi kavramları kullanmanın taşıdığı politik tehlikeleri açıkça tartışmaksızın, bu kavramlara başvuran muhaliflerini kenara itiyor. Morozov’a göre bu isimlerin çoğu, yoldan çıkmış durumda. Bana kalırsa, onları sadece “feodal cazibe”, “abartı” ya da “popülerlik peşinde koşmak” gibi nedenlerle suçlamak yeterli değil. Morozov, kapitalizmin rasyonel bir analizinin, bizi doğru örgütlenme biçimine ve nihayetinde doğru türden bir iktidara ulaştıracağı varsayımına dayanıyor. Şöyle yazıyor: “Feodal söylemin popülerliği, medyatik zekâdan çok, entelektüel zayıflığın bir göstergesidir. Sanki solun teorik çerçevesi, kapitalizmi analiz edebilmek için mutlaka yozlaşma ve sapma gibi ahlaki kavramlara başvurmak zorundaymış gibi.” Morozov, Neckal’i takip ederek, neoliberal modernleşmenin ne ilerici ne de gerici olduğunu, daha çok paradoksal bir süreç olarak okunması gerektiğini öne sürer. (Bu da şu soruyu gündeme getirir: Paradoksal platformlar, bulut yapılar ya da altyapılar nasıl olabilir?) Ancak bu verimli fikir, makale içerisinde orada öylece bırakılır- belki bir gün başkaları tarafından, başka bir bağlamda yeniden açımlanabilir. Morozov’un vardığı sonuç temelde şudur: Sadece ekonomik bir analiz yetersizdir; bu analiz mutlaka devletin rolüne dair siyasal bir çözümlemeyle tamamlanmalıdır -özellikle de ABD bağlamında, Silikon Vadisi’nin oluşumu ve büyümesi örneğinde olduğu gibi. Kısacası: Neden hâlâ fazlasıyla “geç kapitalizm” demiyoruz? Ya da aynı şekilde, neden “platform kapitalizmi” demeyelim?
Hız ve ölçeklenebilirlik üzerine düşünelim. Benim “ağlardan platformlara geçiş” anlayışımda, pazarda hâkimiyet kurmaya yönelik aşırı büyümenin teknik gerekçesi, ölçekten bağımsız ağ (scale-free network) mantığında yatmaktadır. Risk sermayesiyle desteklenen girişimler, yalnızca birkaç ay içinde tekel konumuna ulaşabilir ve bu yolla teknolojik çeşitliliğe dair tüm olasılıkları ortadan kaldırabilir. Buradaki kilit nokta şudur: Feodalizm, artı-değerin ekonomik olmayan yollarla, büyük ölçüde siyasal araçlarla çekilip alındığı bir üretim tarzıdır; mallara, şiddet tehdidi altında el konulur. Oysa kapitalizmde, artı-değerin tahsili ekonomik araçlarla gerçekleştirilir- ve bu sürecin gün geçtikçe daha soyutlaştığını ve daha görünmez hâle geldiğini de eklemek isterim.
Bu noktada, “akbaba kapitalizmi” (vulture capitalism)[2] terimiyle ilgili temel bir sorun ortaya çıkar: Bu mecaz, kapitalistleri ölü kullanıcıların çürüyen etleriyle beslenen yırtıcı kuşlar gibi tasvir eder. “Akbaba” benzetmesi kulağa zalimce gelse de potansiyel olarak aydınlatıcı olabilir. Ancak bu benzetme, dijital oligarşilerin ‘yaşayan ölüler’e yönelik şiddetli saldırısını fazlasıyla abartılı bir şekilde vurgular- oysa biz, bu sistemin içinde sıkışmış kullanıcılar olarak, bu deneyimi böylesine dramatik biçimde yaşamıyoruz.
Eski kuşak kapitalistler, artık bulut sermayesinin sahipleri olan yeni bir feodal derebeyler sınıfına tâbi vassallar hâline geldiler. Varoufakis, pazarlar yerine fiefdom’ı [tımar] tercih ediyor. Artık kârın yerini artık rant (rent) aldı.[3] Ona göre, bu platformlara erişim sağlayabilmek için bir bedel ödeniyor ve bu bedel bulut rantı (cloud rent) olarak adlandırılıyor. Son yirmi yılda yaşanan ağlardan platformlara geçiş olgusu burada büyük ölçüde göz ardı ediliyor. Bunun yerine Varoufakis, 1990’ların ortalarında kasıtlı biçimde muğlaklaştırılmış bir ICT (bilgi ve iletişim teknolojileri) terimi olan “bulut” kavramını kullanıyor. Bu terim, verilerin sanki ‘hiçbir yerde’, herhangi bir jeopolitik varlığın dışında, okyanusun ortasında ya da başka bir gezegende depolanıyormuş izlenimini yaratıyor. Bu kafa karışıklığını gidermek amacıyla yaklaşık on yıl önce, deniz altı kablolarının ve veri merkezlerinin haritalandırılmasıyla birlikte bir “altyapısal dönüş” yaşandı. Varoufakis her ne kadar makinelerden ve veri binalarından söz etmeyi tercih etmese de bulutun asıl barındığı yer tam da burasıdır. Çünkü bulut sanal değil, maddidir.
Gelin, neden son dönem Marksist tartışmaların geleceğe dönük vizyonlar yerine geriye dönük metaforlar kullandığını biraz daha derinlemesine inceleyelim. Steve Fraser’ın Jacobin’de yayımlanan bir yazısında belirttiği gibi: “Bugünün restorasyoncu siyasal kültürü, geleceğin, -kelimenin alışıldık anlamıyla- artık öldüğünü zımnen kabul ediyor. Eğer hâlâ yaşıyorsa da bu yaşam, bir tür yaşam destek ünitesine bağlı şekilde sürüyor.”[4] Peki, tam da bugün, en çok ihtiyaç duyduğumuz bir anda, neden müşterekçi bir gelecek tahayyülü (commons-futurism) ortada yok? Bunun yerine, terimsel düzeyde konuşursak, bizler altı yedi yüzyıl öncesine, Orta Çağ’a geri gönderiliyoruz. Ama neden tam olarak o dönem? Neden örneğin 1770 yılına, yani Adam Smith’in piyasayı keşfettiği ve sanayileşmenin ivme kazandığı döneme değil? Orta Çağ’ın gizli, hatta belki de bilinçdışı cazibesi nedir, eğer bu çağ yalnızca durgunluk, sefalet ve çöküşün bir metaforu değilse? Bu karanlık imge, bizi korkutmak için mi kullanılıyor, yoksa bize eleştirel içgörüler sunabilecek bir düşünsel çerçeve mi sağlıyor? Kabul edelim ki bugün biz, hipermodernlik ile ilkelcilik, hızlanma ile duraksama, çıkarma (sömürü) ile koruma gibi birbiriyle çelişen güçlerin yön verdiği krizler ve çatışmalar çağında yaşıyoruz.
Orta Çağ’a bir geri dönüşten ziyade, Orta Çağ’ın geri gelişi fikriyle ilk kez 1980’lerin ortalarında, birbirleriyle ilişkili bazı eserleri okurken karşılaştım: Umberto Eco’nun Gülün Adı, Barbara Tuchman’ın Uzak Bir Ayna: Felaketlerle Dolu 14. Yüzyıl, Carlo Ginzburg’un Peynir ve Kurtları ile Le Roy Ladurie’nin Fransız köyü Montaillou üzerine yazdığı destansı çalışması. Bu eğilim o dönemde “neo-ortaçağcılık” (neo-medievalism) olarak adlandırılmıştı. Benim zihnimde bu “yeni Orta Çağ” dalgası, ilk gençlik yıllarımda okuduğum Johan Huizinga’nın 1919 tarihli klasik eseri Orta Çağın Sonbaharı mirası üzerine kurulmuştu. O dönem, bana kilisenin ideolojik gücünün egemen olduğu, batıl inançların, savaşların ve parçalı siyasetin hüküm sürdüğü, sonu gelmeyen bir çağ gibi görünmüştü. Bu eserlerin amacı yalnızca tarihsel bir dönemi betimlemek değil, aynı zamanda üslup aracılığıyla bir “zaman aynası” yaratmaktı. Bu dalgadan benim için geriye kalan en önemli miras ise, mikrotarihsel anlatılara verilen vurgu oldu. İşte Varoufakis’in Teknofeodalizm adlı kitabında, babasıyla hayali bir diyalog kurarak geliştirdiği argüman da tam olarak bu anlatı üslubunu benimseyerek yapılandırılmıştır.
1986 tarihli Aşırı Gerçeklikte Yolculuklar (Travels in Hyper-Reality) adlı eserinde büyük anlatıcı Umberto Eco, popüler kültürün cadılık ve Kelt destanlarına yönelik takıntısını çizgi romanlar ve bilgisayar oyunları üzerinden gözlemler. Eco’ya göre biz hâlâ Orta Çağ teknolojisinin sancağı altında yaşamaktayız. “Modern diller, tüccar şehirleri, kapitalist ekonomi – bunların hepsi Orta Çağ toplumunun icadıdır.” Eco şöyle yazar: “Bazen dünyanın sonunun geldiğini ve sivil kıyafetleriyle Deccal’in kapıyı çaldığını düşünmek o kadar da ortaçağcı sayılmaz.” Tıpkı bugün olduğu gibi, 1980’lerin başı da insanlığı yok edecek bir nükleer savaş tehdidinin egemen olduğu karanlık ve kıyametvari bir dönemdi. Peki ya, Rusya’nın Ukrayna savaşında nükleer silah kullanma tehdidi, kıyamet temalı popüler kültürün yeniden doğuşuna mı yol açacak? Örneğin 1983 tarihli ve hala YouTube’da hâlâ bulunabilen o funky Amerikan şarkısını hatırlayalım: “Bomba düştüğünde bebeğimle birlikte olmak istiyorum.” Bu şarkı, küresel nükleer yıkımı adeta orgazmik bir patlama olarak kutluyor – korkuları arzuya, arzuları da korkuya dönüştüren döngüsel bir ekonomi yaratıyor. Eco’nun yazdığı gibi: “Doğal olarak, bizim Orta Çağ paralelimiz öyle ifade edilmeli ki, simetrik olarak zıt imgelerden korkmamıza gerek kalmasın.” Sosyal medyayı birer manastır merkezi olarak mı düşünmeliyiz? Kesinlikle burada paralellikler var, çünkü her ikisi de gayri resmî bilginin kendi güvenli duvarları içinde dolaşıma girdiği iktidar mekânlarıdır.
1989’un ardından tarih yapma yeniden gündeme geldi ve “ortaçağcılık” (medievalism) unutulmuş bir metafora dönüştü. Ancak bu çok uzun sürmedi. Küreselci rönesans, ilk büyük sarsıntısını 2000 yılındaki dotcom krizi ve 11 Eylül saldırılarıyla yaşadı; bu süreç, 2008 finansal kriziyle birlikte kalıcı bir durgunluğa evrildi – ki tam da bu dönemde yazar, Yunanistan Maliye Bakanı olarak dünya sahnesine çıktı. Orbán, Modi, Putin, Wilders, Le Pen ve daha birçok sağ popülist siyasetçinin yükselişinden bu yana, Dijital Karanlık Çağ artık yalnızca post-internet sanat çevrelerinin moda konusu olmaktan çıktı. Geriye doğru hızlanma (backwards acceleration), bugün içinde bulunduğumuz, ileriye de geriye de gidilemeyen, hissizleşmiş bir gecekondu mahallesi (slum) duygusuyla çelişen ama aynı zamanda dikkat çekici ölçüde cazip bir güdü hâline gelmiş durumda. Bu durum, Orta Çağ metaforlarının yeniden dolaşıma girmesi için oldukça verimli bir kültürel zemin sunmaktadır.
Slavoj Žižek şöyle yazar: “Tahakküme mahkûmuz- Efendi, simgesel düzenin kurucu bir bileşenidir; bu yüzden tahakkümü aşmaya yönelik her girişim yalnızca yeni bir Efendi figürü üretir.” [5] Buradaki temel fikir, Orta Çağ’daki Efendi-Köle dinamiğinin günümüz koşullarında nasıl yeniden üretildiğidir. 21. yüzyılın siber rejiminde artık köle, sömürgeci dönemin metalaştırılmış nesnesi değil; kişiselleştirilmiş tercihlerle şekillenen aynalı bir evrene hapsolmuş, veri üreten neoliberal bir özneye dönüşmüştür. Bu yeni düzende kölenin sömürülme biçimi esasen psikolojiktir; çünkü bu sistemin ne bir sonu vardır ne de ondan kaçış imkânı. Sürekli üretmeye zorlanan bu özne, yorgunluk ve depresyon gibi sonuçlarla baş başa kalır. O hâlde şu soru kaçınılmazdır: Doğrudan fiziksel ya da psikolojik şiddetin bulunmadığı koşullarda, çağdaş efendi-köle ilişkileri nasıl işlemektedir? Sosyal medya kullanımı, gönüllü ve özgür bir kölelik biçimi olabilir mi?
Eco’nun sözünü ettiği Orta Çağ düşü, aslında barbarca bir rüyadır- bu bağlamda, sonu gelmeyen bir sömürüye dair bir kâbustur. Yumuşatılmış ve soyut bir biçimde sunulsa da yine de acımasızdır. Varoufakis için ise Orta Çağ imgesi, istikrarlı ama depresif bir ekonomik düzeni temsil eder; uçurum seviyesindeki eşitsizlikle, toplumsal, kamusal ve müşterek olan her şeyin tükenmesiyle tanımlanan bir düzen. Geçmişte “duvarlarla çevrili bahçe” (walled garden) olarak adlandırılan yapının, aslında bir tür dijital hapishane olduğu ortaya çıkmıştır- siber saldırı korkusu etrafında inşa edilen ve Google, Microsoft, Meta ya da Amazon gibi dijital feodal beylerin sunduğu kolektif koruma vaadiyle ayakta duran bir gettoya dönüşmüştür.
Kullanıcılar artık içinde yaşadıkları dijital çağın yüceliğine inanmıyor. Bireyi güçlendirme, özgürlük ve “haklar” gibi liberal fikirler terk edildi; yerlerini güvenlik, gözetim ve sömürü aldı. “Teknoloji bir zamanlar insanları güçlendirmek ve onların yaşamlarını iyileştirmek için kullanılırdı. Şimdi bu yalnızca teknoloji sahipleri için geçerli. Geri kalan herkes içinse yaşam kalitesini düşürüyor. Bu, teknolojinin değil; kurucuların, yatırımcıların, politika yapıcıların ve gazetecilerin suçudur. Onlar bizi yüzüstü bırakıyor,” diye yazdı kısa süre önce Zucked kitabının yazarı Roger McNamee, X/Twitter’da. Teknofeodalizmde Orta Çağ bir ön-metin (pre-text) ya da geçmişi çağrıştıran nostaljik bir arka plan değildir. Bu, fantezi oyunlarına sahne olacak tarihsel bir dekor da değildir. Aksine, toplumsal ilişkilerin dondurulup sabitlendiğine, zihinsel sefaletin giderek arttığına ve yaşam standartlarının düşüşte olduğuna dair bir uyarıdır.
İki yüzyıl önce, Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm adlı eserinde tarif ettiği şey gerçekleşmiş olabilir: Batı dünyası feodalizmden kapitalizme geçti. Ancak bu geçiş sırasında, kapitalizm yalnızca feodalizmin yerini almakla kalmadı; aynı zamanda sistemin “ruhu” da yitirildi ve onun yerine “daha iyi” bir şeyin gelmesine izin verilmedi. Ekonomik krizler zamanla çoklu krizlere dönüştü ve kronikleşti; bu durum, ilerleme fikrine olan inancı ciddi şekilde sarstı. Bugün, yön verici temel güdü artık belirli bir hedefe yönelmiş yapıcı bir vizyon değil, herhangi bir amaca hizmet etmeyen bir yıkım dürtüsüdür: “nedensiz bozulma” (disruption without a cause) ve çözüm üretme kapasitesinden yoksunluk. Geçiş yolu fiilen tıkanmış durumda. Yüksek finansın yerini, devletleri ve klasik şirket yapılarını çökerterek yeniden biçimlendirmeyi hedefleyen teknolibertaryen girişim sermayesi aldı. Bir yanda muhafazakâr bir neoliberal geri çekilme, diğer yanda ironik postmodernizmin etkisi ve kömür, çelik, tekstil gibi geleneksel sanayilerin fiilen göç etmesiyle birlikte artık şu soru gündemde: Geriye gidiş gerçekten mümkünse, bu hangi biçimi alacak? Kapitalizmin sonbaharı nasıl yaşanacak?
2010’ların ortalarına gelindiğinde Batı’nın liberal düzeni, İslamcı terör saldırıları, Irak, Suriye ve Afganistan’daki askerî fiyaskolar, aşırı sağın yükselişi, Brexit, Trump ve 2014’te Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi bir dizi sarsıcı gelişmeyle yüzleşti. Bu olayların etkisi en az on yıl boyunca sürecek derin bir kırılmayı tetikledi. Bu gerileme sürecine dair önemli bir kuramsal çerçeve, 2017 yılında Almanca ve İngilizce olarak yayımlanan Almanya merkezli The Great Regression (Büyük Gerileme) başlıklı çalışmada bir araya getirildi. Kitapta yer alan 15 yazarın (aralarında Slavoj Žižek de bulunmaktadır) analizleri büyük ölçüde entelektüel, politik ve kültürel düzeydeydi; ancak çalışmada siyasal ekonomi temeli eksikti- tıpkı platform ekonomisi ve dijital altyapının rolünün de yeterince ele alınmamış olması gibi. İşte tam da bu kuramsal boşluğu, Varoufakis altı yıl sonra doldurmayı başardı.
Liberal muhafazakârlıkta sıkışıp kalan ve buna ek olarak gitgide genişleyen kapitalist ritüeller ile modern hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair popüler beklentilerin yorucu biçimde içselleştirilmesiyle birlikte, gündelik hayat artık “seçimsizlik içinde seçimler” sunan bir korseye dönüşmüştür. Artık mesele, yalnızca bir kriz yaşanıp ardından bir toparlanma sürecinin gelmesinden ibaret değildir. Büyük Gerileme kitabının editörlerinin sorduğu asıl soru şudur: “Acaba liberal demokrasinin dünya genelinde reddedildiği ve onun yerini popülist otoriterliğin aldığı bir döneme mi tanıklık ediyoruz?”
Kitabın açılış makalesinde Arjun Appadurai, bu durumu “demokrasi yorgunluğu” (democracy fatigue) olarak adlandırır. Başlangıçta bu yalnızca bir rahatsızlık ya da sıfır büyümeyle tanımlanan bir durgunluk olarak algılanabilir; ancak zamanla bu durum, ilerlemenin durması değil, doğrudan bir geriye gidiş gibi hissedilmeye başlar. İlk başta yalnızca bir yerinde sayma hali gibi görünen şey, zamanla bir kayba, sonu olmayan bir gerilemeye dönüşür.
Bu bağlamda ruh- ya da onun eksikliği- Max Weber’in 1905’te tanımladığı anlamda çalışkanlık ve ilerleme fikrine gönderme yapmaz. Burada söz konusu olan, Boltanski ve Chiapello’nun 1990’ların sonundaki küreselci neoliberal ruh üzerine yaptığı detaylı analizde tanımlanan o dinamizmdir- fakat ondan da geriye pek bir şey kalmamıştır. Peki, “platformun ruhu” nedir? Cevap oldukça basittir: Saf bir optimizasyon arayışı. Platform görünmezdir; fark edilmek istemez. Onu tanımlayan şey ne tasarımı ne de estetik çekiciliğidir- her ne kadar akıcı arayüzler, “kullanıcı dostu” tasarım ve hız önemli olsa da. Asıl belirleyici olan, sosyal varlık hissidir: Orada başkalarının da sanal olarak var olduğunu hissetmek. Yani yalnızca siz ve yazılım arasında bir ilişki yoktur; hep birlikte oradayız. Ve işte hepimizin kurbanı olduğu şey de budur: Bu sosyal “yapışkanlık” (stickiness) hali.
Varoufakis’in kullandığı bir diğer “Orta Çağ” terimi ise fief [tımar] kavramıdır. Dijital sanat ve tasarım dünyasında cloud fief (bulut tımarı) denildiğinde, Adobe’nin abonelik tabanlı yazılım platformu Creative Cloud (özellikle PDF ve InDesign programlarıyla tanınır) çok bilinen ve bir o kadar da eleştirilen bir örnek olarak öne çıkar. Eskiden kullanıcı, Creative Suite paketini satın alıp bilgisayarına indirerek çevrimdışı ve süresiz bir biçimde kullanabiliyordu. Günümüzde ise işler değişti: kullanıcılar artık cloud fief’lerin sınırları içinde, yani sürekli bağlantı ve abonelik gerektiren bir sistemin içinde çalışmak zorunda bırakılıyor.
Slavoj Žižek, “Varoufakis, tam anlamıyla Leninist bir yaklaşımla, eleştirel analizimizin nesnesi olan kapitalizmin değiştiğini ve bizim de onunla birlikte değişmemiz gerektiğini görüyor. Aksi takdirde, yalnızca kapitalizmin kendini yeni bir biçimde yeniden canlandırmasına yardımcı olmuş oluruz,” diye dikkat çeker.[6] Bugün karşımızda moral bozucu bir gerçeklik duruyor: Dünya, ABD ve Çin’in bulut-finans sistemleri arasında bir tercih yapmak zorunda kalacak; çünkü Avrupa bu treni- tıpkı daha önce arama motorlarında, sosyal medyada ve yapay zekâda olduğu gibi- bir kez daha kaçırdı. Varoufakis, bizlere- yani “bulut serfleri”ne- şu çağrıyı yapıyor: “Başkalarının bulut sermayesini inşa etmek için bu kadar zaman ve enerji harcamayı bırakın.” Bu süreci, küresel değer üretim tabanının daralmasının bir parçası olarak tanımlar; çünkü artı değerin olağanüstü düzeyde az sayıda elde toplanması ve geri kalanlar için aşırı eşitsizlik bu sürecin temel sonucudur.
Varoufakis’in geniş ölçekli ekonomik perspektiflerinin yanı sıra, gerçekte var olan “platform feodalizmi”ne odaklanmaya devam etmek de önemlidir. Çevrimiçi yaşamın demokratik tasarımı üzerine yazdığı 2024 tarihli Governable Spaces adlı eserinde Nathan Schneider, “örtük feodalizm” (implicit feudalism) kavramını tartışır. Schneider bu terimi, “her birinin, belirli izinlere sahip olmayanların değiştiremeyeceği mutlak bir iktidar yapısına tabi olduğu toplulukları tanımlamak için metaforik olarak” kullandığını belirtir.[7] Platformların yükselişini ciddiye alan Schneider ve benim gibi birçok kişi için bu durum kaçınılmaz bir zorunluluk değil, tersine, tasarlanmış bir feodalizmdir ve bu yapı, olasılıkları gereksiz yere kısıtlamaktadır. Topluluk temelli yönetişim imkânları büyük ölçüde sınırlandırılmıştır. Çevrimiçi dünya, kendini yetkili ilan eden “müşfik diktatörler” (benevolent dictators) tarafından yönetilmektedir. Yine de bu, yalnızca itaatin hikâyesi değildir. Burada aynı zamanda bir alışkanlık boyutu da vardır: “İş modellerinin geliştiği bu düzende, geçmiş tasarımlardan kalan teknik yüklerle birlikte, işlerin yapılma biçimi artık tanıdık ve sorgulanmaz hâle gelmiştir.” Zamanla, sosyal medyanın sağladığı imkânlar aşındı. Örtük feodalizm, yöneticilerin otoritesini ‘karanlık örüntü’ teknikleri aracılığıyla daha da güçlendirdi. İşte buna bilinçdışı feodalizm diyebiliriz: Kullanıcıların şaşırtıcı bir hızla alıştığı ve sistemi terk etme yetisini kaybettikleri bir kilitlenme etkisi. Sonuçta, hepimiz Robert Michels’in “oligarşinin demir yasası”nı kabullenmeyi öğrendik. Peki, Michels’in zamanındaki bu oligarşiler nasıl ortadan kaldırılmıştı? Kaldırılmadılar. Ve bugün hâlâ onlardan nasıl kurtulacağımızı bilmiyoruz. İşte bu yüzden, sürekli geriye savruluyoruz.
netwtorkcultures’dan Tuncay Pusat çevirdi Koray Kırmızısakal son okumasını yaptı.
[1] Çevirmenin Notu: Élan vital, Fransız düşünür Henri Bergson’un 1907 tarihli L’Évolution créatrice (Yaratıcı Evrim) adlı eserinde ortaya koyduğu, yaşamı yalnızca biyolojik değil, yaratıcı ve sezgisel bir itki olarak tanımlayan özgün bir felsefi kavramdır. Türkçeye genellikle “hayat atılımı”, “yaşamsal güç”, “yaşam hamlesi” ya da “yaratıcı itki” olarak çevrilir. Bu çeviride, kavramın dinamik ve metafizik boyutlarını korumak amacıyla orijinal halini kullanmak tercih edilmiştir. Élan vital, burada kapitalizmin teknik olarak işlemeye devam etse de yaratıcı enerjisini yitirmiş “yaşayan ölü” hâline gönderme yapmak için mecazi anlamda kullanılmıştır.
[2] Grace Blakely’nin 2024 yılında yayınlanan kitabının adı https://www.simonandschuster.com/books/Vulture-Capitalism/Grace-Blakele y/9781982180850 “kurumsal suçlar, gizli kurtarma operasyonları ve özgürlüğün ölümü” üzerine.
[3] Çevirmenin Notu.: Buradaki “rant” kavramı, klasik anlamda süreli kullanım karşılığı alınan kira değil; üretim sürecine katılmaksızın, sahip olunan dijital altyapı ya da platforma erişim hakkı üzerinden elde edilen yapısal ve kalıcı gelir biçimidir. Bu kullanım, dijital ekonomide erişim temelli mülkiyet ilişkilerinin belirleyici olduğu rentiyer kapitalizm (rentier capitalism) modelini yansıtır.
[4] https://jacobin.com/2024/03/left-politics-future-history-capitalism-progress
[5] Slavoj Zizek, Less Than Nothing, Verso, London, 2012, p. 19.
[6] https://www.project-syndicate.org/commentary/lenin-principled-pragmatism-fidelity-to-cause-requires-changing-position-by-slavoj-zizek-2024-02
[7] Nathan Schneider, Governable Spaces, University of California Press, Oakland, 2024, p. 18.