Ruhani Çırpınışlarımıza Dair[1]
Ey su, yüreğimin sesi, kumda ağlayan,
Gece boyu hazin bir feryatla ağlayıp duran,
Ben uzanır dinlerken, anlayamam bir türlü
Ne bağrımdaki yüreğimin sesini ne denizin sesini,
Ey su, huzur için yakaran, ben miyim o, ben miyim?
Su bütün gece bana ağlar durur.
Durgunluk bilmez su, asla huzur bulamayacak
Son ay solup son gelgit tükenene,
Ve sonun ateşi batıda tutuşana dek;
Ve yürek bitap düşüp, hayrete düşecek ve deniz misali feryat edecek,
Ömür boyu nafile feryat ederek,
Suyun gece boyu bana feryat edişi gibi.
Arthur Symons[2]
Benimle öteki dünya arasında daima sorulmayan bir soru vardır: Kimi insanlar onu incelikten, kimileri de onu doğru biçimde kurmanın güçlüğünden ötürü sormaz. Ama hepsi de onun çevresinde dolanır. Bana yarı ikircikli bir edayla yaklaşırlar, beni merakla ya da acıyarak süzerler ve sonra da doğrudan “Sorun olmak nasıl bir duygu?” demek yerine, “Kasabamda harika bir zenci tanırım”, “Mechanicsville’de savaştım”[3] ya da “Bu Güney’deki vahşetler kanını kaynatmıyor mu?” derler. Duruma göre bunlara gülümserim, ilgi gösteririm veya içten içe kabaran öfkemi yatıştırırım. Ama o gerçek soruya – “Sorun olmak nasıl bir duygu?” – pek seyrek yanıt veririm.

“Of Our Spiritual Strivings”. Bu yazı, Du Bois’un ilk kez 1903’te yayımlanan The Souls of Black Folk adlı kitabında yer almaktadır. (Not: Veysel Kaya)
Ne var ki, “sorun olmak” tuhaf bir deneyimdir – belki de bebekliğinde ve Avrupa’da geçirdiği dönem dışında, hayatı boyunca başka bir şey olmamış biri için bile ayrıksı bir hâl. Coşkulu çocukluk günlerinin henüz başında, sanki her şey tek bir günde olup bitmişçesine, bu keşif şimşek gibi çakmıştı birdenbire. O gölgenin üzerime çöktüğü anı çok iyi hatırlıyorum. Küçücük bir çocuktum; karanlık Housatonic Nehri’nin, Hoosac ve Taghkanic sırtları arasında kıvrıla kıvrıla denize aktığı, New England’ın uzak tepelerinde bir yerde. Ufacık ahşap bir okul binasında, bir şey oğlanların ve kızların aklına, paketi on sent olan süslü ziyaret kartları alıp aralarında takas etme fikrini düşürmüştü. Takas neşe içinde sürüyordu; ta ki uzun boylu, yeni gelmiş bir kız kartımı reddedene kadar – kartı buyurgan bir bakışla, kesin bir biçimde reddetmişti. O anda, apansız bir açıklıkla ötekilerden farklı olduğum dank etmişti kafama; yahut belki de kalben ve hayata dair özlemlerimde onlara benziyordum da koca bir peçe, beni dünyalarının dışında tutuyordu. Ondan sonra artık ne o peçeyi yırtıp atmaya ne de arasından sürünerek geçmeye hevesim kalmıştı. Ötesindeki her şeyi bayağı bir küçümsemeyle karşılıyor ve üstünde masmavi bir göğün ve büyük gezgin gölgelerin dolaştığı bir âlemde yaşıyordum. O gök, sınavlarda arkadaşlarımı geçebildiğimde, bir koşuda onları sollayabildiğimde, hatta o sırım kafalarını bir iki pataklayabildiğimde en koyu maviliğine bürünüyordu. Heyhat, yıllar geçtikçe o soylu küçümseme solmaya yüz tuttu; zira hasretini çektiğim sözler de, bütün o göz kamaştırıcı fırsatlar da benim değil, onlarındı. Ama, bu mükâfatlar onlarda kalmamalı, diyordum. Bir kısmını –hatta hepsini– söküp alacaktım ellerinden. Aklımdaysa hep şu soru dönüp duruyordu: Bunu nasıl başaracaktım? Hukuk okuyarak mı, hastaları iyileştirerek mi, yoksa kafamda köpürüp duran o harikulade öyküleri anlatarak mı—herhâlde bir yolunu bulacaktım. Diğer siyah oğlanlara gelince, onlardaki çatışmanın böylesine yakıcı bir berraklığı yoktu: Gençlikleri ya yavan bir dalkavukluğun içine büzüşüp kaldı, ya da çevrelerindeki solgun dünyaya karşı sessiz bir kine ve beyaz olan her şeye dair alaycı bir güvensizliğe dönüştü yahut da şu acı feryatta eriyip gitti: “Tanrı, neden beni öz yurdumda parya, kendi evimde garip kıldı?[4]” Zindanın gölgeleri hepimizi çepeçevre kuşatmıştı: Duvarlar ki en beyazlar için dahi dar ve boyun eğmezdi, fakat gecenin evlatları için amansızca dar, ulu ve aşılmazdı; onlar ki ya karanlıklar içinde bir teslimiyetle ağır ağır yol almak, ya nafile avuçlarını o taşlara çarpmak, ya da umutsuzluğun sınırında bir sebatla tepelerindeki o cılız mavi çizgiyi gözlemek zorundaydılar.
Mısırlı ve Hintli, Yunanlı ve Romalı, Teuton[5] ve Moğol’dan sonra Zenci, bir peçeyle doğmuş[6], ikinci-görüş (second-sight) kabiliyetiyle donatılmış bir nevi yedinci oğuldur bu Amerikan dünyasında –öyle bir dünyaydı ki bu, kendisine hakiki bir öz-bilinç (self-consciousness) bahşetmez, ancak öteki dünyanın ifşaatı aracılığıyla kendini görmesine imkân tanırdı. İşte, nevi şahsına münhasır bir histir bu çift-bilinç (double-consciousness): insanın kendine hep başkalarının gözleriyle bakması; ruhunu, kendisine müstehzi bir küçümseme ve acımayla bakan bir dünyanın ölçüsüyle tartması halidir. İnsan kendi ikiliğini daima hisseder –bir Amerikalı, bir Zenci; iki ruh, iki düşünce, iki uzlaşmamış çaba; tek bir kara bedende birbiriyle çatışan iki ideal; ki bu bedeni parçalanmaktan ancak kendi boyun eğmez gücü alıkoyar.
Amerikan Zencisinin tarihi, bu çatışmanın tarihidir işte – yani öz-bilinçli (self-conscious) bir erginliğe ulaşmanın ve çift benliğini (double self) daha iyi ve daha sahih bir benlikte bütünleştirme özleminin. O, bu bütünleşmede eski benliklerinden ne birinin ne de ötekinin yitip gitmesini arzular. Amerika’yı Afrikalılaştırmak istemez; zira Amerika’nın dünyaya da Afrika’ya da öğreteceği pek çok şeyi vardır. Zenci ruhunu, bir beyaz Amerikancılık selinde ağartmak istemez; zira bilir ki Zenci kanının dünyaya söyleyecek bir sözü vardır. Onun yegâne arzusu, bir insanın yurttaşlarınca lanetlenmeden, yüzüne tükürülmeden ve Fırsat kapıları yüzüne hoyratça çarpılmadan hem Zenci hem de Amerikalı olarak var olabilmesini mümkün kılmaktır.
O hâlde, onun çırpınışının nihai amacı şudur: Kültür krallığında bir paydaş olmak, hem ölümden hem de tecritten kurtulmak, en üstün yetilerini ve saklı kalmış dehasını idareyle kullanmak ve işler kılmak. Ne var ki, bu bedensel ve zihinsel yetiler, geçmişte tuhaf bir şekilde heba edilmiş, dağıtılmış yahut unutturulmuştur. Buna rağmen kudretli bir Zenci geçmişinin hayaleti, Gölgeli Habeşistan ve Sfenksli Mısır[7] anlatılarının satır aralarından uçuşarak geçer. Tarih boyunca, tek tek siyah adamların güçleri, kayan yıldızlar misali orada burada ışıldar ve dünya onların parlaklığını hakkıyla idrak edemeden kimi zaman sönüp gider. Burada, Amerika’da, Kurtuluş’tan[8] bu yana geçen sayılı günlerde, siyah adamın tereddütlü ve kuşkulu çırpınışlar içinde bir o yana bir bu yana savrulması, çoğu vakit onun öz gücünün bile tesirini yitirmesine; bir güç noksanlığı, hatta bir acziyet gibi görünmesine yol açmıştır. Yine de bu bir zayıflık değildir, çift yönlü amaçların yarattığı çelişkidir. Nitekim, siyah zanaatkârın çift-amaçlı mücadelesi –bir yandan salt odun kesip su taşıyan bir kavme[9] yönelik beyazların küçümsemesinden kaçmak, öte yandan da yoksulluk içindeki bir güruh için toprağı sürmek, çivi çakmak ve yeri kazmak– onu ancak vasat bir zanaatkâr kılabilirdi; çünkü bu davaların her birine ancak yarım gönülle sarılabilirdi. Kendi halkının yoksulluğu ve cehaletiyle Zenci vaiz yahut hekim şarlatanlığa ve demagojiye itilirdi; öteki dünyanın eleştirileri karşısındaysa, o aşağı görülen görevlerinden utanç duymasına yol açan ideallere çekilirdi. Bilge olma heveslisi siyah adam, şu açmazla yüzleşmek zorunda kalırdı: Halkının ihtiyaç duyduğu bilgi, beyaz komşuları için ikinci kez anlatılmış bir masalken[10], beyaz âleme bir şeyler öğretebilecek olan bilgi ise kendi canından kanından olanlar için adeta Yunancaydı[11]. Kendi halkının daha ham ruhlarını bile coşturup dansa ve şarkıya sürükleyen fıtri ahenk ve güzellik sevgisi, siyah sanatkârın ruhunda kafa karışıklığı ve kuşkudan gayrı bir şey uyandırmazdı; zira kendisine ayan beyan olan güzellik, daha geniş seyirci kitlesinin hor gördüğü bir ırkın ruh güzelliğiydi ve o, başka bir halkın mesajını dile getirecek tınıyı bulamıyordu. İşte çift yönlü amaçlar uğruna gösterilen bu boş çaba, bu iki uzlaşmamış ideale yaranma çabası, on binlerce insanın cesaretinde, inancında ve amellerinde hazin bir tahribata yol açmıştı – öyle ki onları sık sık sahte tanrılara kur yapmaya ve batıl kurtuluş yollarına başvurmaya sevk etmiş, hatta kimi zaman kendilerinden utanacak hâle gelmelerine bile yol açmıştı.
Köleliğin hüküm sürdüğü o eski günlerde onlar, tek bir ilahi tecellide bütün kuşku ve hüsranlarının sona ereceğini ummuşlardı; nitekim pek az insan Özgürlüğe, Amerikan Zencisi’nin iki asır boyunca gösterdiği kayıtsız şartsız imanın yarısıyla bile tapınmıştır. Zira düşündüğü ve düşlediği kadarıyla onun için kölelik, gerçekten de bütün alçaklıkların yekûnu, bütün kederlerin menşei, bütün ön yargıların köküydü; Kurtuluş ise yorgun düşmüş İsrailoğullarının gözleri önüne o âna dek serilenlerden bile daha tatlı bir güzelliğe açılan vaat edilmiş bir diyarın anahtarıydı.[12] İlahilerde ve yakarışlarda tek bir nakarat yankılanırdı –Özgürlük; gözyaşlarında ve beddualarında bile yalvardığı Tanrı, Özgürlüğü sağ elinde tutardı[13]. Ve nihayet geldi işte; ansızın, korku ve ürpertiyle, bir düş misali. Kan ve tutkuyla coşan azgın bir karnaval eşliğinde, kendi hazin nağmeleriyle çıkageldi:
“Haykırın ey çocuklar!
Haykırın, artık özgürsünüz!
Çünkü Tanrı, özgürlüğünüzü satın aldı!”[14]
O günden bu yana yıllar akıp geçti – on, yirmi, kırk; kırk yıllık ulusal yaşam, kırk yıllık yenilenme ve gelişme devresi, gelgelelim o esmer hayalet, Ulus’un şöleninde alışık olduğu koltuğunda oturuyor hâlâ. Nafile haykırıyoruz bu en muazzam toplumsal sorunumuza:
“Böyle görünme de ne olursan ol:
Kılım kıpırdamayacak karşında.”[15]
Ulus, günahları yüzünden huzur bulmuş değildir henüz; azat edilmiş kişi de vaat edilmiş o diyarı, özgürlüğün bağrında henüz bulamamıştır. Bu değişim yıllarında ne kadar iyi gelişmeler yaşanmış olursa olsun, Zenci halkının üzerinde derin bir hüsranın gölgesi durmuştur– öyle bir hüsran ki bu, ulaşılamamış o hudutsuz idealin sınırının, aşağı görülen bir halkın katıksız cehaletiyle çizilmiş olmasıyla daha da acı bir hale gelmiştir.
İlk on yıl, özgürlük namına o beyhude arayışın, o avuçlarından hep kıl payı sıyrılır görünen lütfun salt bir uzantısıydı; ki bu lütuf başıbozuk güruhu çileden çıkarıp yoldan saptıran, akıl çelen bir serap gibiydi adeta. Savaşın yarattığı topyekûn yıkım, Ku Klux Klan[16] dehşeti, carpet-bagger’ların[17] yalanları, sanayideki kargaşa ve gerek dostun gerek düşmanın çelişkili öğütleri; şaşkına dönmüş eski köleye, özgürlük namına yükselen o eski feryadın ötesinde yeni bir düstur bırakmamıştı. Ne var ki, zaman uçarcasına akıp giderken, o yeni bir fikri kavramaya başlıyordu. Özgürlük fikri, elde edilebilmesi için güçlü araçlar gerektiriyordu ve bu araçları da On Beşinci Değişiklik[18] ona sağladı. Önceleri özgürlüğün gözle görülür bir nişanesi olarak telakki ettiği oy hakkını, şimdi savaşın kendisine kısmen bahşetmiş olduğu özgürlüğü kazanmanın ve yetkinleştirmenin başlıca aracı olarak görüyordu. Hem neden olmasındı? Savaşı başlatan da milyonları özgürlüğüne kavuşturan da oylar değil miydi? Azat edilenlere yurttaşlık hakkı tanıyan yine oylar değil miydi? Bütün bunları gerçekleştirmiş bir kudret için imkânsız ne olabilirdi ki? Böylece bir milyon siyah adam, yenilenmiş bir şevkle oylarını kullanarak krallığa dahil olmaya başladılar. Nitekim on yıl da hızla uçup gitti, 1876 devrimi[19] gelip çattı ve yarı özgür köleyi yorgun, kafası karışmış, ama yine de ilhamını yitirmemiş bir halde bıraktı. İlerleyen yıllarda yavaş ama kararlı adımlarla, yeni bir tasavvur -kudretli bir hareket, yolunu yitirmişlere rehberlik edecek yeni bir idealin doğuşu ve bulutlu bir günün ardından geceleyin yol gösteren bir başka ateş sütunu[20]– o siyasi iktidar hülyasının yerini almaya başladı. Bu, “kitabi bilgi” idealiydi; zorunlu bir cehaletten kaynaklanan bir merak, beyaz adamın o tılsımlı harflerinin kudretini bilip sınamaya yönelik bitip tükenmek bilmeyen bir bilme iştiyakı. İşte sonunda, Kenan diyarına giden patika dağ yolu keşfedilmiş gibiydi; Kurtuluş’un ve hukukun yolundan daha uzundu bu patika, daha sarp ve engebeliydi, fakat dosdoğruydu ve insanı, hayata yukarıdan bakmasını sağlayacak kadar yüce doruklara eriştiriyordu.

Okuduğunuz metnin başlangıcına ait bir sayfa.
Yeni patikadan yukarıya doğru öncü birlik ağır ağır, güçlükle ve inatla tırmanıp durdu; nitekim bu okullardaki koyu tenli öğrencilerin yalpalayan adımlarını, puslu zihinlerini ve ağır kavrayışlarını görüp onlara rehberlik edenlerden başkası, bu halkın öğrenmek için ne büyük bir sadakatle ne yürekler acısı bir gayretle çırpındığını bilemez. Meşakkatli bir işti bu. Soğuk istatistikçi, orada veya burada kat edilen birkaç inçlik ilerlemeyi kaydeder; zaman zaman da kayan bir ayağı ya da yere kapaklanan birini not düşerdi. O yorgun tırmanıcılar içinse ufuk daima karanlıktı, sisler çoğu zaman ayazdı; Kenan diyarı ise her zaman belirsiz ve uzaktı. Gelgelelim, o zamana dek açılan manzaralar henüz bir hedef, bir durak göstermemiş, boş övgüler ve eleştiriden başka da dişe dokunur bir şey vaat etmemişti. Buna rağmen yolculuğun kendisi en azından tefekküre ve kendini sorgulamaya zaman tanımıştı; ki Kurtuluş’un çocuğunu, yeni yeni filizlenen öz-bilinç, kendini gerçekleştirme ve özsaygı sahibi bir gence dönüştürmüştü. İşte o çırpınışının kasvetli ormanlarında kendi ruhu karşısına dikildi ve kendini tıpkı bir peçenin ardından bakar gibi hayal meyal gördü.[21] Fakat yine de kendi içinde, gücünün ve yüklendiği vazifenin soluk bir tezahürünü de sezinliyordu. Dünyada kendine ait bir yer edinebilmek için başkası değil, bizzat kendisi olması gerektiğine dair belli belirsiz bir his uyanmaya başlıyordu içinde. Ve böylece ilk kez, sırtında taşıdığı yükü –tam olarak adlandırılmamış bir Zenci sorununun ardına kısmen gizlenmiş toplumsal aşağılanmanın ölü ağırlığını– çözümlemeye girişiyordu. Yoksulluğunu iliklerine kadar hissetmişti; zira beş parasız, evsiz barksız, topraksız, alet edevatsız, üstelik tek kuruş birikimi dahi olmadan zengin, toprağı bol ve eli işe yatkın komşularıyla rekabete girişmişti. Yoksul bir insan olmak elbette zordu; fakat paranın saltanat sürdüğü bir diyarda yoksul bir ırk olmak, meşakkatlerin en beteriydi. Cehaletinin ağırlığını da taşıyordu –ki bu, salt okuma yazmaya dair bir cehalet değil, aynı zamanda hayatın, ticaretin ve beşerî bilimlerin de cehaletiydi; üstelik on yılların ve hatta asırların birikmiş ataleti, kaytarmacılığı ve beceriksizliği de onun ellerini ayaklarını prangaya vuruyordu. Kaldı ki yükü bütünüyle yoksulluk ve cehaletten ibaret de değildi. Zenci kadınlara iki asır boyunca sistematik bir biçimde ve hukuki düzlemde sürdürülen tecavüzlerin ırklarına kazıdığı o piçlik damgasının al lekesi, yalnızca kadim Afrika iffetinin yitirilişi anlamına gelmekle kalmıyor, aynı zamanda ırz düşmanı beyaz erkeklerden kaynaklanan yozlaşmanın kalıtsal ağırlığı anlamına da geliyordu; ki bu ağırlık, Zenci yuvasını neredeyse büsbütün ortadan kaldırmakla da tehdit ediyordu.
Bu denli sakatlanmış bir halktan, dünyayla yarışması beklenmemelidir işte; bilâkis tüm zamanını ve düşünsel gücünü kendi toplumsal sorunlarına verebilmesine imkân tanınmalıdır. Ne var ki, heyhat! Sosyologlar onun gayrimeşru çocuklarını ve fahişelerini hain bir keyifle sayadursun didinen, ter döken siyah adamın ruhu, engin bir umutsuzluğun gölgesiyle kararmaktaydı. İnsanlar bu gölgeye önyargı diyorlardı ve bunu kültürün barbarlığa, ilmin cehalete, saflığın suça, “üstün” ırkların “aşağı” ırklara karşı doğal savunusu olarak tumturaklı bir biçimde açıklıyorlardı. Zenci ise buna haykırarak “Âmin!” diye karşılık veriyor ve uygarlığa, kültüre, doğruluğa ve ilerlemeye duyulan haklı bir hürmete dayandığı ölçüde, bu tuhaf önyargının bu kısmına alçakgönüllülükle boyun eğdiğine ve sessizce itaate hazır olduğuna yemin ediyordu. Fakat bütün bunların da ötesine uzanan, ismini bile koyamadığımız o önyargının karşısında siyah adam çaresiz, korkuya kapılmış ve neredeyse dili tutulmuş bir halde kalakalıyordu; kişisel saygısızlık ve alay, alay konusu edilme ile sistemli aşağılanma, gerçeğin çarpıtılması ve hayal gücünün pervasızca kullanılması, iyinin kinik bir kayıtsızlıkla göz ardı edilip kötünün tantanayla yüceltilmesi ve en nihayetinde –Toussaint’dan[22] şeytana dek– siyah olan her şeye karşı aşağılama telkin eden o her yanı kaplayan arzu – işte bütün bu tablo karşısında, “yılgınlık” kelimesinin henüz lügatlerinde yer etmediği siyah topluluk dışında, herhangi bir halkı silahsız bırakıp cesaretlerini kıracak kadar mide bulandırıcı bir umutsuzluk baş gösteriyordu.
Fakat böylesine muazzam bir önyargıyla yüzleşmek, aşağılama ve nefret ikliminde serpilen ve baskının daima eşlik ettiği o kaçınılmaz öz-sorgulamayı, kendini değersizleştirmeyi ve ideallerin zayıflamasını beraberinde getirmekten başka bir şey de yapamazdı. Nitekim fısıltılar ve uğursuz alametler dört bir yandan esen rüzgârlarla taşınıp geldi: “Bakın! Marazlıyız ve can çekişiyoruz,” diye haykırdı kara kitleler; “kalem tutamıyoruz ve oylarımız da nafile; mademki daima yemek pişirip hizmet etmekle yükümlüyüz, eğitimin ne lüzumu var?” Ve Ulus da bu öz-eleştiriyi yankıladı ve perçinledi şöyle diyerek: “Hizmetkâr olmakla yetinin, hepsi bu; yarım adamlara yüksek kültürün ne lüzumu var?” Siyah adamın oy hakkını ister zorla ister hileyle elinden alın bir hele – görün işte o zaman bir ırkın intiharı nasıl olur! Yine de, tüm bu kötülüğün içinden bir nebze hayırlı şeyler de doğdu: Eğitimin gerçek hayata daha dikkatli uyarlanması, Zencilerin toplumsal sorumluluklarının daha berrak bir şekilde kavranması ve ilerlemenin anlamına ilişkin daha makul bir farkındalığın gelişmesi.
İşte böylece “Sturm und Drang”[23] devrinin şafağı söktü: bugünün fırtınası ve gerilimi, ufacık teknemizi dünya denizinin çılgın sularında sallayıp duruyor; hem içeride hem dışarıda bir çatışma uğultusu mevcut, beden yanıyor, ruh parçalanıyor; esin şüpheyle, iman ise beyhude sorularla boğuşuyor. Geçmişin parlak idealleri –bedensel özgürlük, siyasi iktidar, zihinlerin eğitimi ve ellerin terbiyesi– bütün bunlar zaman içinde bir parlayıp bir sönüyor, bir güçlenip bir zayıflıyordu; öyle ki en sonuncusu bile artık sönükleşiyor ve üzeri bulutlarla kaplanıyordu. Hepsi mi yanlıştı, hepsi mi sahte? Hayır, o kadar da değildi; ama her biri tek başına fazlasıyla basit ve eksikti – ya safdil bir ırkın çocukluk düşleri, ya da bizim gücümüzü ne tanıyan ne de tanımak isteyen öteki dünyanın nahif tatlı hayalleriydi. Bütün bu ideallerin gerçekten hakiki olabilmeleri için, eritilip tek bir bütün hâlinde kaynaştırılmaları gerekirdi. Öyle ki, bugün her zamankinden çok, okulların verdiği eğitime ihtiyacımız var – maharetli ellerin, keskin gözlerin ve kulakların eğitimine ve hepsinden de öte, yetenekli zihinlerin ve arı yüreklerin daha geniş, daha derin, daha yüce bir kültürle yoğrulmasına. Oy hakkının gücüne, katıksız bir öz-savunma için ihtiyacımız var; yoksa bizi ikinci bir kölelikten ne kurtarabilir ki? Uğruna uzun süredir mücadele verdiğimiz özgürlük ise hâlâ peşinde olduğumuz bir ideal: Yaşam ve beden özgürlüğü, düşünme ve çalışma özgürlüğü, sevme ve amaç edinme özgürlüğü. Çalışmaya, kültüre ve özgürlüğe – evet, bütün bunlara ihtiyacımız var; ancak ayrı ayrı değil hep birlikte, art arda değil aynı anda, her biri diğerini besleyip geliştirerek ve tümü birden Zenci halkının gözleri önünde dalgalanan o daha yüce ideale, yani Irkın birleştirici ülküsü aracılığıyla erişilecek insanlık kardeşliği idealini yekvücut bir gayretle hedefleyerek. Bu ideal ise, Zencinin kendine has özellik ve yeteneklerini, başka ırklarla zıtlaşarak veya onları aşağılayarak değil, bilakis Amerikan Cumhuriyeti’nin daha yüce idealleriyle olabildiğince uyum içinde geliştirme ve yeşertme idealidir; ki günün birinde Amerikan topraklarında iki dünya-ırkının her ikisinin de ne yazık ki büyük ölçüde yoksun olduğu o hasletleri birbirlerine sunabilsinler. Biz, koyu tenliler, şimdi bile tümüyle eli boş gelmiyoruz: Bağımsızlık Bildirgesi’nin saf insan ruhunu bugün bile en sadık şekilde temsil edenler, Amerikan Zencilerden başkası değildir; gerçekten de Amerikan müziği diye bir şey varsa, Zenci kölenin vahşi ve tatlı ezgileridir; Amerikan masalları ve halk anlatıları ise Kızılderili ve Afrika menşeilidir; ve her şey hesaba katıldığında, biz siyah adamlar, dolarların ve kurnazlıkların hüküm sürdüğü bu tozlu çölde, saf bir iman ve saygının yegâne vahası gibi duruyoruz. Hem Amerika; hoyrat ve hazımsız hantallığını neşeli ama kararlı Zenci alçakgönüllüğüyle değiştirecek olsa daha mı yoksullaşır? Ya da kaba saba ve zalim iğnelemelerini, sevgi dolu şen şakrak bir mizahla? Yahut bayağı müziğini, “Hüzün Şarkıları”nın[24] ruhuyla?
İşte büyük cumhuriyetin temel ilkelerinin salt somut bir sınaması, Zenci Sorunu’dur. Azat edilenlerin evlatlarının ruhani çırpınışı ise, taşıdıkları yük takatlerinin sınırlarını neredeyse aşsa da, bu yüke yine de tarihi bir ırk adına, kadim atalarının yurdu olan bu topraklar adına ve beşerî imkânlar adına katlanan ruhlarının çektiği doğum sancısıdır.
Çeviren ve notlandıran: Veysel KAYA
[1] “Of Our Spiritual Strivings”. Bu yazı, Du Bois’un ilk kez 1903’te yayımlanan The Souls of Black Folk adlı kitabında yer almaktadır. Bkz. Du Bois, W. E. B. (2009). The Souls of Black Folk (B. H. Edwards, Ed.). Oxford University Press, ss. 7–17.
[2] Bu epigraf, Arthur Symons’ın The Crying of Waters (1901) adlı şiirinden alınmıştır. Ardından gelen müzik barı ise Afro-Amerikan spiritüel geleneğinin önde gelen örneklerinden biri olan “Nobody Knows the Trouble I’ve Seen” adlı anonim halk ilahisine göndermedir. Louis Armstrong gibi sanatçılar tarafından da seslendirilen bu şarkı, kölelik döneminin derin manevi acılarını ve sabra dayalı direncini dile getirir. The Souls of Black Folk kitabının her bölümü, bu şekilde Batı edebiyat geleneğinden alınmış bir şiir seçkisi ve köleleştirilmiş siyahlar tarafından ortaklaşa bestelenmiş dini şarkılar olan “Zenci spiritüellerinden” bir müzik barıyla başlar. Birçok halk şarkısında olduğu gibi, spiritüellerin çoğunda belli bir söz yazarı ya da besteciye ulaşmak neredeyse imkânsızdır. Nesilden nesile sözlü gelenekle aktarılan bu şarkılar, köleleştirilmiş siyahların Yeni Dünya’da karşılaştıkları farklı müzik biçimlerini, Afrika’dan beraberlerinde getirdikleri müzikal geleneklerle harmanlayarak yeniden şekillendirmelerinin ürünüdür.
[3] Mechanicsville Muharebesi: Haziran 1862’de Virginia’da gerçekleşen ve Beaver Dam Creek Muharebesi olarak da bilinen bu çatışma, Amerikan İç Savaşı’nın önemli dönüm noktalarından biri olan Yedi Gün Muharebeleri’nin ilkidir ve Kuzey ile Güney arasındaki bölünmenin simgesel referanslarından biridir.
[4] Bu ifade Eski Antlaşma’da Musa’nın “Yabancı bir ülkede garip kaldım” şeklindeki sözlerine göndermede bulunur (Çıkış 2:22). Bu ifade, Musa’nın Mısır’dan kaçtıktan sonra Midyan’da sürgün hayatı yaşarken hissettiği aidiyetsizlik duygusunu yansıtır.
[5] Antik dönemde Orta Avrupa’da yaşamış Cermen kabilelerinden biridir.
[6] Du Bois’nın “bir peçeyle doğmuş (born with a veil)” ifadesi, Afrika-Amerikan halk inanışındaki bir motife gönderme yapar. Buna göre, doğumda yüzü bir zarla (plasentadan gelen bir zarla) örtülü olarak dünyaya gelen çocukların özel güçlere sahip olduğuna inanılır. Bu türden bir doğumun, çocuğa kehanet yetisi ve psişik kabiliyetler kazandırdığı düşünülür. Du Bois bu inancı ironik biçimde tersyüz ederek, Zenci’nin “ikinci-görüş” yetisini bir ayrıcalık olarak değil, başkalarının gözünden kendini görmeye mahkûm trajik bir varoluşun simgesi olarak sunar.
[7] Du Bois’nun “Gölgeli Habeşistan (Ethiopia the Shadowy)” ve “Sfenksli Mısır (Egypt the Sphinx)” şeklindeki sıra dışı söz dizimi, geleneksel sıfat-isim yapısı yerine sıfatın ismin sonuna yerleştirilmesiyle dikkat çeker. Bu edebi tercih, klasik ve epik anlatılardan (örneğin Alexander the Great) ilhamla, coğrafi betimlemenin ötesine geçerek kişileştirme ve yüceltme işlevi görür ve Afrika’nın kadim ve göz ardı edilmiş ihtişamlı geçmişine yapılan simgesel göndermeler içerir. “Ethiopia the Shadowy”, tarihte bastırılmış ancak varlığını sürdüren bir figür olarak Habeşistan’ı yeniden canlandırırken, “Egypt the Sphinx” de Mısır’ı kadim bilgelik ve çözülememiş sırlarla dolu simgesel bir varlığa dönüştürür.
[8] Du Bois metin boyunca “Emancipation (Kurtuluş)” sözcüğünü 1 Ocak 1863’te Başkan Abraham Lincoln tarafından yayımlanan ve Konfederasyon eyaletlerinde köleliği hukuken sona erdiren Kurtuluş Bildirgesi’ne (Emancipation Proclamation) atıfla kullanıyor.
[9] “Salt odun kesip su taşıyan bir kavim” ifadesi, Eski Antlaşma’da (Yeşu 9:27) yer alan ve tarih boyunca hizmetkâr, alt sınıf ya da köleleştirilmiş toplulukları tanımlamak için kullanılan dini bir imgeye gönderme yapar.
[10] “A twice-told tale” (ikinci kez anlatılmış bir masal) ifadesi, William Shakespeare’in Kral John adlı oyununda yer almaktadır. Alıntının orijinali şöyledir: “Life is as tedious as a twice-told tale, vexing the dull ear of a drowsy man.” (King John, Perde 3, Sahne 4). İlgili Türkçe çeviriler ise şöyledir: “İki kere anlatılan bir öyküye döndü yaşamım. Kâbus gören insanın kulağının uğultusu gibi.” [Shakespeare, W. (2003). Kral John (A. H. Neyzi, Çev.). Mitos Boyut Yayınları.] “Hayat, uyuklayan bir adamın kulağını tırmalayan eski masallar kadar sıkıcı.” [Shakespeare, W. (2011). Kral John’un Yaşamı ve Ölümü (H. Çalışkan, Çev.). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.]
[11] “…adeta Yunancaydı (…was Greek to)” ifadesi, William Shakespeare’in Julius Caesar oyununda geçen bir sahneye gönderme yapmaktadır: “But, for mine own part, it was Greek to me” (Julius Caesar, Perde 1, Sahne 2). Bu ifade, konuşulan şeyin anlaşılmaz olduğunu belirtmek için kullanılır. İlgili Türkçe çeviri: “Bana gelince, dedim ya, Yunanca konuşur gibi geldi bana.” [Shakespeare, W. (2007). Julius Caesar (S. Eyüboğlu, Çev.). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları].
[12] “Yorgun düşmüş İsrailoğulları” ve “vaat edilmiş bir diyar” ifadeleri, Eski Antlaşma’da (Çıkış Kitabı) yer alan anlatılara göndermede bulunur. İlki, İsrailoğulları’nın Mısır’da uzun yıllar köle olarak çalıştırılmasının ardından Tanrı tarafından Musa önderliğinde kurtarılmasını ve çölde süren çileli yolculuklarını ima ederken (Çıkış 1:13–14), ikincisi, Tanrı’nın onları “süt ve bal akan ülke” olarak tanımlanan Kenan diyarına götürme vaadine işaret eder (Çıkış 3:8).
[13] “Sağ elinde tutardı” ifadesi, Tanrı’nın sağ elinin Eski Antlaşma boyunca birçok yerde kudret, zafer ve kurtuluş simgesi olarak kullanılmasına gönderme yapar. Mezmur 118:16: “RAB’bin sağ eli yüceltilmiştir, RAB’bin sağ eli zafer kazandı!”
[14] Zenci spritüellerinden “Shout, O Children!” ilahisinin nakaratı.
[15] Bu replik, William Shakespeare’in Macbeth adlı tragedyasının 3. Perde, 4. Sahnesi’nde geçer [Shakespeare, W. (2020). Macbet (S. Eyüboğlu, Çev.). Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları]. Orijinal İngilizcesi: “Take any shape but that, and my firm nerves / Shall never tremble!” Bu Macbeth’in suçluluk duygusu içinde Banquo’nun hayaletiyle yüzleşmesini ve korkusunu bastırmaya çalışmasını ifade eder.
[16] Ku Klux Klan, Amerikan İç Savaşı (1865) sonrası dönemde Güney eyaletlerinde ortaya çıkan, beyaz üstünlüğünü savunan ve terör eylemleriyle bilinen gizli bir örgüttür. Tarihi boyunca farklı dönemlerde yeniden canlanmış ve Zencilere, Yahudilere, Katoliklere ve diğer azınlıklara karşı terör faaliyetlerinde bulunmuştur.
[17] “Carpetbagger” terimi, Amerikan İç Savaşı’nın (1861–1865) ardından gelen Yeniden Yapılanma Dönemi’nde (1865–1877) Kuzey eyaletlerinden Güney’e göç eden bireyleri tanımlamak için kullanılmıştır. Bu kişiler, bölgedeki siyasal boşluk ve toplumsal kargaşa ortamından yararlanarak siyasal ya da ekonomik kazanç sağlamayı hedeflemişlerdir. Güneyli beyazlar tarafından genellikle fırsatçı, yağmacı ve sömürücü olarak algılanan bu göçmenler, yerel halkın düşmanlığını kazanmış ve terim zamanla aşağılayıcı bir anlam yüklenmiştir. Kavramın kökeni, bu kişilerin taşınabilir ve geçici yaşam tarzlarını simgeleyen, halı kumaşından yapılmış seyahat çantalarına (carpetbag) dayanmaktadır. Zamanla “carpetbagger” ifadesi, yalnızca bu tür göçmenleri değil, aynı zamanda bir bölgeye dışarıdan gelip yerel kaynaklardan kendi çıkarı için faydalanmaya çalışan tüm bireyleri nitelemek üzere daha geniş bir kullanım alanı kazanmıştır.
[18] On Beşinci Değişiklik (Fifteenth Amendment) 1870 yılında ABD Anayasası’na eklenen ve vatandaşların oy kullanma hakkının “ırk, renk ya da daha önce kölelik statüsünde bulunmuş olmak” gerekçesiyle sınırlandırılamayacağını hükme bağlayan anayasal değişikliktir. Bu değişiklik, Amerikan İç Savaşı sonrası dönemde, özellikle eski kölelerin yurttaşlık haklarını tanıma ve genişletme yönünde atılan anayasal adımların sonuncusudur. Ancak uygulamada, özellikle Güney eyaletlerinde oy kullanmayı engelleyen dolaylı yasalar ve fiili baskılar uzun yıllar boyunca siyah Amerikalıların seçme hakkını kısıtlamaya devam etmiştir.
[19] 1876 Devrimi ifadesi, ABD’de 1876 başkanlık seçimleri sonrası yaşanan siyasal kriz ve onu izleyen 1877 Uzlaşmasına gönderme yapar. Bu uzlaşma uyarınca, Cumhuriyetçi Rutherford B. Hayes’in başkanlığı Demokratlarca kabul edilmiş, buna karşılık Cumhuriyetçiler de federal askerleri Güney eyaletlerinden çekmeyi taahhüt etmiştir. Askerlerin çekilmesi, Amerikan İç Savaşı (1861-1865) sonrasında Siyahların sivil ve siyasi haklarını güvence altına almayı amaçlayan ve yaklaşık on yıl süren Yeniden Yapılanma (Reconstruction) Dönemi’ni fiilen sona erdirmiştir. Bu gelişme, Güney’de beyaz üstünlüğünün yeniden tesis edilmesine, Siyahların oy hakkının sistematik olarak gasp edilmesine ve Jim Crow olarak bilinen ırkçı ayrımcılık yasalarının yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır. Dolayısıyla Du Bois’nın “devrim” kelimesini kullanması, Siyah Amerikalıların umutları ve kazanımları açısından yaşanan bu keskin ve olumsuz dönüşümü, bir nevi “karşı-devrim”i vurgulamak içindir.
[20] “Ateş sütunu” ifadesi, Eski Antlaşma’da (Çıkış Kitabı) yer alan bir anlatıya gönderme yapar. Tanrı, Mısır’dan çıkan İsrailoğulları’na gündüzleri bir bulut sütunu, geceleri ise bir ateş sütunu aracılığıyla yol göstermiştir. Çıkış 13:21: “RAB gündüzleri onlara yol göstermek için bir bulut sütunu, geceleri yol göstermek için bir ateş sütunu ile önlerinden gidiyordu.”
[21] Buradaki ifadede Yeni Antlaşma’ya bir gönderme mevcuttur: “Şimdi her şeyi aynadaki silik görüntü gibi görüyoruz, ama o zaman yüz yüze görüşeceğiz. Şimdi bilgim sınırlıdır, ama o zaman bilindiğim gibi tam bileceğim.” (1. Korintliler 13:12). Du Bois, bu benzetmeyi Siyah Amerikalıların kendi kimliklerini ve toplumdaki yerlerini çarpıtılmış bir şekilde algılamalarına uyarlar; “peçenin” kalkmasıyla bu algının netleşeceğini ima eder.
[22] Toussaint L’Ouverture (1746–1803), Haiti Devrimi’nin lideridir. Bu devrimde köle nüfus, Fransız sömürge yönetimini devirmiş ve Napolyon’un ordusunu yenilgiye uğratmıştır.
[23] Alm. “Fırtına ve Gerilim” (bazen “Fırtına ve Coşku” ya da “Fırtına ve Atılım” olarak da çevrilir). 18. yüzyılın ikinci yarısında (özellikle 1760’lar-1780’ler arası) Almanya’da ortaya çıkan, Aydınlanma Çağı’nın akılcılığına ve katı kurallarına bir başkaldırı niteliği taşıyan bir edebiyat ve sanat akımıdır. Bireyin coşkun ve taşkın duygularını, içsel çatışmalarını, dehanın özgür ve sınırsız yaratıcılığını yüceltir.
[24] Hüzün Şarkıları (Sorrow Songs), kölelik döneminde siyah Amerikalılar tarafından yaratılan, derin manevi duygular taşıyan ve “Negro spirituals” olarak bilinen dini halk ezgileridir. Bu ezgiler acıyı, sabrı ve özgürlük arzusunu dile getirir. Du Bois, bu ezgileri Zenci halkın ruhunu ve kültürel direncini en saf biçimiyle yansıtan ifadeler olarak görür ve The Souls of Black Folk kitabının son bölümüne “Of the Sorrow Songs” başlığını vererek bu geleneğe özel bir önem atfeder.