Ernst Bloch geleceğin mümtaz filozofudur. Adorno, Benjamin ve Frankfurt Okulu’yla bağlantılı diğer düşünürlerin dostu olan Bloch, ömrünü geçmişten miras alınan kültürel ve entellektüel ürünleri incelemeye adamıştır. Bunların arasında sınıfsız bir toplum umuduna dair izler bulma çabasıyla faşistlerin gerici amaçlarla sahip çıktığı ürünler de vardı. Açıkça distopik olan bir dönemde, yani kısa yirminci yüzyıl boyunca ütopya mefhumuna sahip çıkmış ve onu kurtarmıştır.
Bloch her ne kadar geleceğe yönelik fikirlerinde idealist olsa da onun geçmiş ve şimdiye dair yorumu oldukça materyalisttir. Bir Marksist olarak, ki son derece nev-i şahsına münhasır bir Marksist olsa da yine de bir Marksisttir, siyasetinin temelinde çalışan bedeni anlamak vardır. Beden gerçekten de onun büyüleyici, dışavurumcu nesrinde önemli bir temadır. Özellikle de bedenin tavrı. 1930’ların sonunda ve 1940’larda, kapitalizm-sonrası toplumda insan potansiyeline dair anlayışını dile getirebilecek bir ifade olarak tekrar tekrar “dik yürüyüşe” veya “dik duruşa” (der aufrechte Gang) atıfta bulunur.
Haysiyetle ve akıcı bir biçimde yürüyebilme kabiliyetiyle kişinin fiziksel ve toplumsal özgürlük hissine cisim vermesi Bloch’a göre insan hissetmenin temel bir ön koşuludur. Dik yürümek doğal bir haktır. En önemli kitabı olan Umut İlkesi’nde (1954-9), “Ancak toplumsal yaşam çarpıksa insanlar dik yürüyemez,” der.
Hakim ekonomik sistem, emeklerinden artı-değer çıkardığı kişilerin bedenlerine sistematik bir biçimde şiddetli, hatta bazen kalıcı hasar verdiğinde, insanlar dik bir omurgayla ve özgürlük hissinin ifadesi olan ritmik, ölçülü ayak hareketleriyle yürüyemezler. Kapitalizmde, der Bloch, “gerçeğin ta kendisinin yürüyüşü ağırdır;” bu yüzden insanların ütopyacı hayallerini yıkar.
Bloch, bütün kendine mahsus özellikleriyle bireyin yürüyüşünün onun göreli toplumsal yabancılaşma ve yabancılaşmama halini anlamak için güvenilir bir kılavuz olduğunu düşünür. Ayakta durma ve yürüme deneyimleri, kapitalist modernitenin insanları hem baskılama hem de onlara bu baskıdan kaçma ve onu aşma imkanları sunma biçimlerini anlamanın bir yoludur. Aslında bir yayanın edimleri ne kadar az akıcı ise toplumsal formasyonla ilişkisi o kadar yabancılaşmıştır. Bloch’un çarpıcı sloganı ise şöyle der: “Dik durmak bir haktır.”
Bloch gibi Frantz Fanon da bir duruş ve yürüyüş siyaseti tasarlamıştır. Fanon’un tahakküm siyaseti ortopedik bir siyasettir. “Sömürgeleştirilenin kasları,” der Yeryüzünün Lanetlileri’nin tipik cümlelerinden birinde, “her daim gergindir.” Gergindir; zira tahakküme edilgen bir biçimde direnmeleri gerekir ve her an aktif bir biçimde direnmeye çağrılabilirler. Bloch gibi Fanon da dik durmanın ve onu mümkün kılan özgürleşmiş, yabancılaşmamış bir bedene sahip olmanın hak olduğu fikrine kendini adamıştır.
Fanon dik durmanın insan evriminde elzem olduğunu düşünür. Tunus’ta 1959 ila 1960’da verdiği “Toplum ve Psikiyatrinin Buluşması” isimli derste söylediği gibi, “İki ayağının üzerinde durma bedeni dikleştirmiş, başı kaldırmış, yüzü şekillendirmiş, kafatasının kapasitesini artırmıştır.” Ona göre bu “insanlaşma sürecini önemsemek gerekir.”
İnsanları hayvanlardan ayıran aklın gelişmesiyle başa baş giden dik durma veya yürümenin “insanlaşmanın” belirleyici özelliği olduğu fikrinin kökenleri İncil’de ve klasik edebiyatta yer almaktadır. Hem Aydınlanma öncesi hem de Aydınlanma döneminde insanlığın tanımına dair tartışmalarda sürekli buna atıfta bulunulur.
17. yüzyılda yaşamış olan şair John Milton bu ilk geleneğe dahil edilebilir; zira Kayıp Cennet’in (1667) VII. Kitabında Tanrı’nın ilk insanı yaratırken olumlu bir özellik olarak dik duruşa başvurmasına değinir:
Diğerleri gibi başı öne eğik,
Ve vahşi olmayan, aksine akıl kutsiyeti lütfedilmiş bir mahluk,
Duruşunu dikleştirebilir, sükunet içinde ön tarafı vücudunun geri kalanını dimdik yönetir; kendinin bilincinde. . . (7, 506 10)
Diğer mahlukatın başı öne eğik biçimlerinin ve Şeytan’ın takipçilerinin “bayağı duruşlarının” aksine ilk insan dik durur, oldukça rasyonel olduğundan sakin bir görüntü sergiler.
Milton’un Rönesans’tan miras aldığı geleneği daha girift bir hale getiren Aydınlanma geleneğinde ise dik duruşun gelişmesi hem insan elinin hem de, bir kez daha, insan beyninin, yanı aklın evrimiyle bağlantılandırılır. Hegel’in Zihin Felsefesi’nde (1830) yer olan şu tumturaklı ifadesi buna işaret eder: “İnsanın mutlak jesti dik duruşudur.” “İnsan; doğası gereği, orijinal olarak dik değildir; iradesinin gücüyle bizzat kendisi dik durur,” demek istemektedir. Şöyle devam eder, “yere çakılmamak için her daim iradeyle dolu olmamız gerekir;” yere çakılmak, hayvan veya zımnen kölenin sergilediği ilkel, hizmetkar hale, bayağı bir duruşa gerilemektir.
Yazarın, “Nasıl Yürüyoruz?: Franz Fanon ve Beden Politikası” isimli kitabına dair, Verso için kaleme aldığı bu yazıyı Öznur Karakaş çevirmiştir.