Büyük düşünür Fredric Jameson geçtiğimiz hafta sonu Pazar günü öldü. 90 yaşındaki biri için beklenen ama zihninin tıkır tıkır işleyişini görenler için şoke edici bir haberdi bu. Sadece bu sene 3 kitabı birden yayımlanmıştı. Ölüm haberinin dünyanın dört bir yanındaki twitter kullanıcıları tarafından üzüntü ve yas ile karşılanması, kısa süreliğine de olsa ütopik topluluk hissiyatını tattırmıştı. Bu haber, dünyanın dört bir yanında üç kuşak yetiştirmiş; Marksizm, totalite, diyalektik, anlatı, ütopya, postmodernizm ve daha pek çok başka konuyla ilgilenen herkes için parlak bir kutup yıldızının sönmesi demek. Şimdi melankoliye kapılmadan ama yas tutarak Jameson’ın temel katkılarını kişisel bir yerden sunmaya çalışacağım.
Jameson’ı lisans yıllarımda ilk elime aldığım zamanı hatırlıyorum. Kitapları satın alırken iki kere düşünmediğimiz zamanlar. O dönem Frankfurt Okulu teorisyenleriyle ilgilendiğim için Marksizm ve Biçim hemen dikkatimi çekmişti. Adorno ve Benjamin’in merkezde olduğu bir anlatıdan ziyade Ernst Bloch, Herbert Marcuse gibi ütopya ve umudun tohumlarını eken düşünürler özgürleştirici bir etki yaratmıştı. Kitabın son bölümü Diyalektik Eleştiri Üzerine’yi ilerleyen yıllarda tekrar tekrar okumuştum. Sadece o bölüm, bugün bile bana pek çok edebiyat kuramı/estetik eleştiri türündeki kitaplardan daha hacimli gelir. Siyasal Bilinçdışı kitabını Taksim’deki Sahaf Festivali’nden aldığımı hatırlıyorum. O günlerde, çevremde güçlü yorumsama ekolleri adını verebileceğim Deleuzecülük, Foucaultculuk, psikanaliz ve onları temel alan çeşitli modeller bulunuyordu. Eleştirel Teoriye ya da Marksizme karşı belirli bir tavır alınmıştı. Marksizm bir önceki kuşağa sunduğu güçlü cephaneliği yitirmişti sanki ve her nedense hep başka bir modele, bir ön eke ihtiyaç duyuyordu: Freudcu Marksizm, otonomist Marksizm, post Marksizm, Althusserci Marksizm, yapısökümcü Marksizm vs. Fredric Jameson ise böylesi güçlü yorumsama modellerinin içinden gelen ama karmaşık cümleler kuran bir edebiyat kuramcısı olarak görülüyordu sadece.
Jameson, zamane postmodernistlerinin aksine Marksizmin diğer yorumsama modellerinden herhangi biri olmadığını; hepsini içeren, hepsini kendisine katan aşılamaz ufuk olduğunu henüz söylemişti. Fakat önerdiği yorumsama modeli son derece karmaşık ve katmanlıydı. Eagleton’ın o dönem dediği gibi, Balzac’ın pek de bilinmeyen bir romanını Marksist bir şekilde inceleyince kapitalizmin altını nasıl oyabileceğimiz sorusu akla geliyordu. Ama o hiçbir zaman kestirme bir yol önermiyordu. Durum karmaşıktı, karmaşık bir şekilde ele alınmalıydı, yine de her şeyin en nihayetinde siyasal olduğunun inkârı değildi bu öneri. Anlatılan hikâyenin bizim hikayemiz olduğunu gösteren yolun eksikliklerini ve düzeylerini ortaya çıkarma işlemlerinin teorisiydi. Tıpkı Marx’ın Kapital’i gibi. Daha kestirmeden gitmek isteyen yorumsamacıların arzularını tatmin etmiyordu Jameson, çünkü onlar en nihayetine Lady Gaga’nın Geç Kapitalizmin bir ürünü olduğunu hemencecik söyleme derdindeydiler. “Lady Gaga Geç Kapitalizmin ürünüdür!” Jameson, prensip olarak buna katılabilirdi, ama a ile b arasında doğrudan analoji kuran işlemlerimizin nasıl gerçekleştiğini merak ederdi. Dolayımlarımız neredeydi? Nasıl oluyordu da bu iki terim arasında bir analoji ilişkisi kurulmuştu? Nasıl oluyordu da kapitalizmin üçüncü aşamasıyla Andy Warhol’un Pop-Art’ı arasında bir ilişki bulunuyordu? Kestirmeci yorumcular; bu iki şeyi benzeştirip, a, b’dir deyip geçiştiriyordu. Üçüncü terimi dolayıma sokmuyorlardı. Geç Kapitalizmin “kültürel mantığı”; bir güç alanı olarak, nasıl oluyordu da kültür üretimini ve bilinçdışımızı etkilemeye başlıyordu? Liberal kapitalist dünyadan bir sanatçı nasıl oluyordu da bilincinin kendine yeterli olduğu yanılsamasına kapılıyor, dışsallıktan bağımsız bir iç dünyadan bahsedebiliyordu? Bunun yanında Üçüncü Dünya sanatçısı kültür üretiminde neden zorunlu olarak dış dünyaya bağımlılığının, dünyadaki konumlanışının izlerini istemeden de olsa göstermek durumunda kalıyordu? Bu ve benzeri soruları sorduran itki; üçüncü terimi oluşturan, ilişki ağını ören dolayımlayıcının hikayesidir. Sartre gibi belki Jameson da pek çoklarının hoşuna gitmeyen şu soruyla hareket ediyordu: Flaubert burjuva bilinciyle üretiyor, ürettikleri bunu yansıtıyor olabilirdi ama neden her burjuvadan bir Flaubert çıkmıyordu? Diyalektik, şeylerin geçmişte nasıl o şekilde ortaya çıkmaları gerektiğini bize anlatır. Fakat iş bununla kalmıyordu, peki şeyler nasıl olduğundan farklı şekillerde de ortaya çıkabilirdi? Ütopik yollar nelerdi? Bastırılanlar nelerdi?
Jameson kültür sosyolojisi ya da edebiyat sosyolojisi yapmıyordu. Takipçileri bile onun “daima tarihselleştirin!” şiarını yanlış bir şekilde “şeyleri daima tarihsel koşullarıyla değerlendirin” minvalinde ele aldılar. Halbuki hiçbir kültür ürünü ve ideoloji yoktur ki, kendi döneminden daha fazlasını barındırmasın. Jameson’ın çok yararlandığı bir isim olan Bloch; egemen ideolojiye, egemen kültüre direnen farklı akıntılara “kültürel-fazla” adını veriyordu. Jameson; bu Blochcu ütopik itkiyi, Orta çağın dört katmanlı yorumsama modelinin son aşamasına yerleştirir. Bu dört katmanlı modele göre olaylar ilkin zahiri (literal, olgusal) anlamda ele alınır, ikinci katmanda anlatılan öykü alegorik olarak yorumlanır, örneğin Tevrat’taki bir öykü ile İsa’nın hikayesi arasında alegorik bir ilişki kurulur. Üçüncü katman ahlaki katmandır, İsa’nın öyküsünün şimdiki hayatımıza nasıl rehberlik edebileceği sorusuyla ilgilenir. Batıni katman ise en nihayetinde kurtuluşla, gelecekle ilgilenir; Cennetin Krallığı, Hüküm Günü, ütopya vb. Jameson, bu katmanları üçe indirerek tarihsel materyalizmin terimleriyle yeniden yazar. Bu katmanlar onda artık tarih, sınıf mücadelesi ve kültürel-fazla yani ütopik itki olacaktır. Jameson; Marksizme, din gibidir diye yöneltilen suçlamayı tersine çevirir, hayır der, esasen din Marksizm gibi yapılanmıştır.
Ancak Batı Marksizminin mesihçi kurtuluş ümitlerine çok fazla bel bağlamadı Jameson çünkü örgütleyici kavramı üretim tarzlarıydı. Yine de başka bir dünya daima mümkündü. Jameson ütopyacı olmasına ütopyacıydı; lakin eli kolu bağlı bir şekilde Mesih bekleyen biri değil kanatları fırtınaya dolanmış o tarih meleğini çözmeye çalışan biriydi. Bilimkurguyla ve tarihsel romanlarla ilgilenmesinin sebebi de buydu. Ancak bilimkurgu bize kapitalizmden başka bir üretim tarzının nüvelerini sunabilirdi. Yine de Ütopyanın (Mesihin) gelmesi için bir şey yapmak gerekiyordu. Jameson sınıf mücadelesinin alt yapısını oluşturacak bir anlatı mücadelesine inanıyordu. “Bilişsel haritalama” kavramıyla, postmodern dönemde iyice atomize olmuş sınıf bilincini yeniden oluşturacak bir çağrıda bulunmuştu. 1980’lerden bu yana bu atomizasyonun yanı sıra yabancılaşma, şeyleşme hat safhaya ulaştı ve işçinin yalnız bedenini değil psişesini de kemiren her tür kuvvet serbest bırakıldı. Jameson bütünlüğü kavramamıza engel olan, meleğin kanatlarını esintileriyle kıran şeylerin akışını anlamaya çalışmaktan da geri durmuyordu. Nihayetinde “Tarih, şu yaralayan şey”di.
Jameson dünyadaki bütün önemli kitapları okumuş gibi görünüyordu. Onun abidevi eseri Postmodernizm bize şimdi ve buradanın ne olduğunu ve nasıl incelenmesi gerektiğini anlatan bir şaheserdir. Böylesine çelişkili, akışkan ama bir o kadar da aynı kalan titreşimleri diyalektik düşünüşü sayesinde kavrayabiliyordu Jameson. Çelişki (contradiction) ile çatışkıyı (antinomy) birbirinden ayırmanın (antagonizma, -şu uzlaşmaz çelişki) önemine dikkat çekmişti: çelişki bir görünüşler meselesiydi; çelişen şeylerden biri diğerini içerir veya biri diğerinin sonucudur. Oysa çatışkıda keskin ayrımlar bulunur; mesela evrenin sınırı vardır ve evrenin sınırı yoktur iki çatışık önermedir. Tıpkı Kant’ın antinomileri gibi. Çatışkı, çelişki gibi üretken değildir. Ancak çelişkiyi çatıştığı anda fotoğraflarsanız, onu öylesine katı bir şekilde dondurursunuz ki, çözülmez bir çatışkıya benzer adeta. Çelişkinin hemen çözümüne yönelik bir hamle yaptığınızda ise bu sefer de onu çatışmalarından arındırıp sanki sonucu daha baştan hazırlamışsınız gibi sahte bir çatışma sahneliyor izlenimi verirsiniz. Jameson’ın başarısı; nesnesinin – örneğin postmodernizm- çelişkilerini, tam da bu çatışma anında göstermekle beraber bu anı dondurmadan söz konusu çelişkileri sonucuna ve bir sonraki hareketine kadar taşımasında yatar. Çelişkileri doğrudan sonuca vardırmak isteyen yorumsama modellerinin takipçileri tarafından Jameson’ın pek sevilemeyişinin nedeni budur.
Jameson, “ulusal alegori” meselesinde Türkiye’de ve dünyada eleştirilerin hedefi olmuştur. Bana kalırsa, “daima tarihselleştirin”den sonra en çok yanlış anlaşılan kavramı budur. Tartışmayı kısaca özetlersek; Jameson, 1985’te yazdığı makalede, Üçüncü Dünya metinlerinin zorunlu ve özgül birer ulusal alegori olarak okunması gerektiğini söyleyerek herkesin eleştiri oklarına hedef olmuştur. Mesela Aijaz Ahmad’e göre, Üçüncü Dünya’dan veya Üçüncü Dünya edebiyatından bahsetmek doğru değildir. Ancak ilginçtir ki, bizzat kendisi Urdu edebiyatında ulusal alegoriyi aştığını iddia ederek kendini, olmadığını iddia ettiği Üçüncü Dünya’da konumlandırırken Jameson’ı ise Birinci Dünyanın şarkiyatçı entelektüeli olmakla suçlar. Oysa Urdu edebiyatından verdiği örnek ise ironik bir biçimde basbayağı ulusal alegoridir![1]
Ancak Jameson hiçbir zaman Üçüncü Dünya Edebiyatının kendi ulusal meselesinden başka bir mesele anlatamayacağını söylememiştir. Türkiye’de de ne yazık ki Ahmad’in duruşu bu tartışmada üstün gelmiştir. Zira ne Ahmad ne de ulusal alegori bahsinde kalem oynatan herhangi bir eleştirmen, Jameson’ı bütünlüklü bir şekilde ele almıştır. Jameson, Ahmad üzerinden eleştirilir. Ancak sanılanın aksine Jameson, “ulusal alegori” kavramını ilkin Üçüncü Dünya Edebiyatı için değil 1976’da Wyndham Lewis için kullanmıştır (evet Birinci Dünya’dan bir yazar). Neden herkesin gözünden kaçmıştır bu? Ayrıca Jameson’ın modernizm üzerine makaleleri, hatta Marksizm ve Biçim bile ulusal alegorinin ve genel olarak alegorinin ütopyayla nasıl bir bağlantısı olduğu hakkında fikir verir. Jameson; Fables of Agression (1976) isimli kitabında, ulusal alegoriyi; çokuluslu kapitalizmin yapısal eğilimleriyle bireyin ulus-devlette gündelik hayat deneyimi arasındaki git gide açılan uçurumu kapatmaya yönelen siyasal bir girişim olarak tanımlamıştır. Alegori, bu açıdan bütünlükle ilgilidir ve ütopyacıdır. Fakat bu uçurum kapanamaz, ancak kapandığı düşlenebilir. Jameson’ın işaret ettiği şey, bu ütopyacı itkiyi Üçüncü Dünya metinlerinde çok daha çarpıcı bir şekilde görebildiğimizdir. Henüz 2019’da yayımlanan kitabında çok daha keskin şekilde tüm alegorilerin ütopyacı olduğunu söyleyen gene aynı Jameson’dır. Ama bütün bunlar şu sıralar yazdığım ayrı bir makalenin konusu, o yüzden şimdilik duracağım.
Türkiye demişken hüzünlü bir noktaya işaret etmek istiyorum. Jameson’ı bana tanıtan şey, canlı bir yayıncılık ve çeviri faaliyetiydi; bu, Jameson’ı seçenlerin vizyonuydu. Ancak günümüzde 10-15 yıl önceye kıyasla Jameson’ın akçesi ülkemizde azalmış görünüyor. Onun sözünü edenler de azalıyor sanki bir önceki kuşağa göre. Görünüşe göre, “Marx’tan arındırılmış” teorik dünyanın, hatta Eagleton’ın ifadesiyle kuram-sonrası dünyanın içine daha fazla savruluyoruz. Teorik geri çekilmeler, mistifikasyonlar ve kestirmecilikler piyasada kendine daha fazla yer buluyor artık. Jameson’ın vefatı onun düşüncesine dalmak adına yeni tohumlar ekme şansı verirse ne hoş.
“Tarih, şu yaralayan şey,” demişti Jameson, bu şimdi hiç olmadığı kadar doğru. Tarih bir Zorunluluk alanı olduğu kadar Özgürlük alanının da imkânı; sözümü şimdilik Diyalektiğin Birleştirici Güçleri’nin kapanışıyla bitireyim: “Zaman zaman Ütopya’nın var olduğu ve başka sistemlerin ya da mekanların hala mümkün olduğunu” hatırlatan şeydir Tarih.
Teşekkürler Fred, filizlenecek elbet ektiğin ütopya tohumu.
“Ama uzun, sonsuz mu?
Ey, değişen zaman! Halkın umudu!” (Brecht)
[1] Ahmad Teoride Sınıf, Ulus ve Edebiyat kitabında şöyle demektedir: “1935 ile sömürgeciliğe son verilmesinde önemli bir yıl olan 1947 yılları arasında, doğrudan ya da münhasıran “sömürgecilik ve emperyalizm deneyimi”yle ilgili bir tek Urduca roman düşünemiyorum. Bu dönemin bildiğim bütün romanları ağırlıklı olarak başka şeylerle ilgilidirler: feodal toprak ağalarının barbarlığı, dini “mistiklerin” evlerindeki tecavüz ve cinayetler, tefecilerin köylülüğün ve alt küçük burjuvaların yaşamı üzerindeki tahakkümü, okul kızlarının toplumsal ve cinsel ketlenmeleri ve benzeri. Anti- sömürgecilik teması bu romanların çoğuna örülüdür, fakat hiçbir zaman bu temayla sınırlı değildir, hatta ağırlıklı vurgu bu temaya değildir”.