Ütopya kavramı “olmayan yer” anlamıyla, Yunanca ou (değil) ve topos (yer) kelimelerinden türetilmiştir. Sözcük, Thomas More tarafından 1516 yılında telaffuz edildiğinde “olmayan yer” olarak ütopya, bütünüyle akıl yoluyla yönetilen ortak mülkiyete dayalı bir kent devleti olarak betimleniyordu. More’un adlandırmasıyla, ütopya, hüviyetini bir “politik ölçek” ve iktidar fikri üzerine kurmuştu.
E. Bloch, umut ilkesine dayalı “ütopyacı bir bilinçten” bahseder. Dahası umut ilkesi, içinde yaşadığımız kültürde, hemen yanı başımızdadır. Onu biz peri masallarından, halk şarkılarından, sokak gösterilerinden, mimariden, astrolojiden mitlerden biliriz.
Bununla birlikte biliyoruz ki ütopya fikri, adına henüz “ütopya” denilmeden de yüzyıllardır vardır. Ütopya düşüncesi, bir ayağını “dünya gerçeğine,” diğerini nesiller ve kültürler boyu süregelen “başka bir dünya düşüne” basmaktadır.
Peki insanlar neleri düşlemiştir; “başka bir dünya” hangi arzuların, özlemlerin, imkansızlıkların sözüne talip olmuştur? Derinlere gömülen ama tam da gömüldüğü magmalardan fışkıran, yasaklandığı anda arzu nesnesine dönüşen, gülünç olma ile sahtelik kaygısı arasında salınan ve yine de akıl süzgecinden geçip, tumturaklı sözlere karışan, olmaz denileni zihinlere dolduran nedir?
Bu sorularla düşündüğümüzde insanlığın düşleri, ütopya olarak karşımıza çıkanlar, kaotik, çok katmanlı, ele avuca sığmaz, kaygan ve uçucu görünebilir. Nitekim düşte, hem umut hem vaat vardır. Bu yüzden E. Bloch, umut ilkesine dayalı “ütopyacı bir bilinçten” bahseder. Dahası umut ilkesi, içinde yaşadığımız kültürde, hemen yanı başımızdadır. Onu biz peri masallarından, halk şarkılarından, sokak gösterilerinden, mimariden, astrolojiden mitlerden biliriz.[1]
Şüphesiz ki tüm bu umut ve vaatler, büyük alt üst oluşlardan beslenen, devrimci olmaya meyyal “ütopyacı bilinçler” cinsiyetsiz değildir.
Bloch tam da burada benzersiz bir ifadeye başvurmuştur; umut ilkesi, “ ‘henüz değil’ ”in (Noch-Nicht-Seins) sezilmesidir ona göre. Yani henüz gerçekleşmemiş, henüz mümkün olmayan, hatta arzu veya istek olarak henüz bilinç düzeyine çıkmamış olanın umut edilmesidir, karşılanmadan kaldığında bir tür politik bilinçaltına dönüşen ihtiyaçların karşılanmasına yönelik bir özlemdir.[2]
Kültürün çeşitli katmanlarından psişik aygıta sızan, dağınık ve tutarsız görünen fikirlerimizde beliren, ütopyacı düşlerdir.
Peki onu girdiği kuyulardan çıkaran nedir?
Denilebilirse tüm hengamesiyle ütopyacı düşünce tam da kalıbına uygun büyüklükteki dev alt üst oluşlardan, kalkışmalardan, topyekûn biçim değiştirmelerden cesaret alır. “Bu sebeple günümüze değin yazılmış ütopyaların üçte ikisi on dokuzuncu yüzyılda, dünyanın gerçekten de muazzam, gözle görünür bir değişim geçirdiği sırada yazılmıştır. Kapitalist büyümenin ve düzensizliğin uyanışında yaratılan ütopyalar hem yaratıcıları hem de takipçileri tarafından, çoğunlukla insanları harekete geçmeye çağıran eserler olarak görülmüştür.”[3]
Bu sebeple kadınlar için “ütopyanın” aynı zamanda bir kaçış fikrine, firar düşüncesine odaklanması şaşırtıcı sayılmamalıdır. Firar edilen “şimdi”dir; eğitimsiz bırakılmaktır, anneliğe zorlanmaktır, küçük görülmektir, mesleksiz, geçimsiz bırakılmak, eve hapsedilmek, bedeninin denetlenmesi, zayıf, çelimsiz kalmaktır, giyimine davranışına müdahale edilmesidir.
Şüphesiz ki tüm bu umut ve vaatler, büyük alt üst oluşlardan beslenen, devrimci olmaya meyyal “ütopyacı bilinçler” cinsiyetsiz değildir. Zira daha iyi bir dünya hayali üzerine yazılanlar, oldukça yakın denilebilecek bir döneme kadar erkeğin bakışından, aklından, arzularından süzüldü. Bakışı kuşatan cinsiyetli ve ataerkil bir dünya değil midir en nihayetinde?
Bu sebeple kadınlar için “ütopyanın” aynı zamanda bir kaçış fikrine, firar düşüncesine odaklanması şaşırtıcı sayılmamalıdır. Firar edilen “şimdi”dir; eğitimsiz bırakılmaktır, anneliğe zorlanmaktır, küçük görülmektir, mesleksiz, geçimsiz bırakılmak, eve hapsedilmek, bedeninin denetlenmesi, zayıf, çelimsiz kalmaktır, giyimine davranışına müdahale edilmesidir. Bu bilincin dağınık, tutarsız ve kendiliğinden görünen bütün uçları yan yana konulduğunda içinden anlamlı bir izlek çıkmaktadır.
Karşılaştırmalı olarak bakıldığında, pek çok örnek için bu izleğin ne olduğunu en baştan söyleyebilirim: Ütopyalarda erkek, iktidarlar, devletler, dinler, kıtalar, dünyalar boyunca yayılırken; kadın, kendine ait bir odayı düşlemiş, kuytulara, hayat yok sanılan adalara, yol iz bilinmeyen memleketlere (kadınlar ülkesi) ve en olmadı başka gezegenlere (Anarres), kaçmayı, sığınmayı düşlemiştir.
Elbette ütopyaların cinsiyetli eksenine pek çok perspektiften bakılabilir. Amacım erkekler ve kadınlar tarafından yazılmış kimi ütopyalardaki “iktidar perspektifine” odaklanmak.
Erkekler tarafından yazılmış ütopyalar, belirgin biçimde “iktidar perspektifine” ve devlet mefhumuna dayanmaktadır. Öyle ki klasik ütopyaların bizatihi “sistematik devlet tasarımı” olarak doğduğu söylenebilir. Klasik ütopyaların, cinsiyetler arasındaki keskin iş bölümüne, eğitim ve dine yapılan vurgusu, daima merkezi bir devlet örgütlenmesiyle bütünleşmiştir. [4]
Platon’un “ideal devleti”, Thomas More’un Ütopya’daki “mükemmel devleti” ya da Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi’ndeki “filozofça tasarlanmış devleti” ilk akla gelenlerdir.
Ütopyalarda erkek, iktidarlar, devletler, dinler, kıtalar, dünyalar boyunca yayılırken; kadın, kendine ait bir odayı düşlemiş, kuytulara, hayat yok sanılan adalara, yol iz bilinmeyen memleketlere (kadınlar ülkesi) ve en olmadı başka gezegenlere (Anarres), kaçmayı, sığınmayı düşlemiştir.
Platon’un keskin iş bölümü ve hiyerarşiye dayanan ideal devletinde “kadınlar” eğitim alması gereken, savaşçı ve annelik rolüne hapsedilemeyecek “yurttaşlardır”. Öyle ki çocuk bakımı tümüyle devletin denetimindedir. Yine de ideal devletin yurttaşı, aksi belirtilmedikçe bir erkektir.[5]
Thomas More’un Ütopya’sı da eşitsiz cinsiyet ilişkileri bakımından benzer özellikler sergiler. Ütopya‘da ekonomik sistem, mallarda ortaklık ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gibi komünal bir düzen benimsenmiş olsa da eşitsiz cinsiyet ilişkileri sürmekte; kadınlar devlet yönetiminden özenle ayrı tutulmakta ve tüm bu görevlerde erkeğe öncelik tanınmaktadır.[6]
Campanella’nın Güneş Ülkesi (1643) yine ortaklaşa yaşam ilkesini ortaya koysa da kadınların itaatkâr olmasının beklendiği, devlet yönetiminde yer almadıkları ve cinsel yaşamlarının katı biçimde denetlendiği bir düzen ortaya koymaktadır.[7] Modern ütopyalar, William Morris’in Hiçbir Yerden Haberler’indeki gibi daha eşitlikçi kimi örneklerinde de toplum değişse de toplumsal cinsiyet çizgileri süreklilik gösterir. [8]
Yine de modern dönem ütopyalarının ütopik sosyalist örnekleri belirgin biçimde farklı bir bakışı yansıtır. Charles Fourier’nin uyumlu toplumunda, her bir aile için ayrı ayrı olduğunda topluma külfet olacak pek çok şey, mutfaklar, ambarlar vs. ortaklaştırılmıştır. Bu tasarımı insan ilişkilerindeki özgürleşme, evlilik ve aile eleştirisi ile birleştirerek Fourier, “ütopyacı erkek bakışından” ayrılır.[9]
Ütopik sosyalizmin tasarımları, kadın hareketi ve feminizm için başlangıç itkisi oluşturması bakımından önemlidir. Bu anlamda ütopik sosyalistlerdeki, ademi merkezi yapılar, küçük yönetim birimleri, kooperatifler gibi “merkezsizleşmeyi” işaret eden tasarımlar, bahsetmek istediğim kadın ütopyalarındaki “iktidardan kaçış” çizgisinin köklerinden biri olmuştur.
20. yüzyılın modern ütopyaya tepki olarak doğan karşı ütopyalarında ya da distopyalarında “cinsiyetçilik” bütün çıplaklığıyla görülebilir. Cinselliğin katı biçimde denetimi, bireyselliğin “tek devlet” yararına ölümü ve keskin hiyerarşi, distopya örneklerinde belirgindir. Yevgeni İvanoviç Zamyatin’in Biz’inden George Orwell’in 1984’üne devlet tüm ihtişamıyla distopyanın konusudur.
Sonuçta ister klasik ister modern dönem ütopyalarında olsun erkekler tarafından yazılmış bu ütopyalarda “iktidar” mefhumu merkezi önemini büyük oranda korumuştur. Buna karşın kadın ütopyaları “devletsizlik” fikrine meyletmiş ya da “iktidardan kaçışa” sürüklenmiştir. Bunun nasıl yorumlanması gerektiği elbette tartışmaya açıktır. Sözgelimi Angelika Bammer, ütopyalarda erkeklerin ‘özgürlükten kaçtığını’, kadınlarınsa ‘özgürlüğe varmak istediğini’” söylemektedir.[10]
İster klasik ister modern dönem ütopyalarında olsun erkekler tarafından yazılmış bu ütopyalarda “iktidar” mefhumu merkezi önemini büyük oranda korumuştur. Buna karşın kadın ütopyaları “devletsizlik” fikrine meyletmiş ya da “iktidardan kaçışa” sürüklenmiştir.
Kadın ütopyaları başlangıçta, Fransız Devrimi’nin açtığı “yurttaşlık” tarihsel ana halkasından ele alırsak, haklar ve reformlar çizgisini önemsemiştir. Mary Griffith’in, Üç Yüzyıl Ötede’si (1836), Louisa May Alcott’un, Emek’i (1870) ya da Marie Howland’ın eğitimli, kişisel ve toplumsal olarak sorumluluk sahibi kadınların var olduğu eşitlikçi toplum ütopyası olan Papa’s Own Girl’ü (Babasının Kızı) (1874) bu ilk çizgiyi temsil etmektedir.
İlk dönem kadın ütopyalarında “toplumsal cinsiyet rolleri” en önemli konudur; kimi reformlardan androjini gibi tasarımlara bu odağı takip etmek mümkündür. Denebilir ki bazı örneklerde ütopya, tümüyle “toplumsal cinsiyet rollerine” hasredilmiştir. Örneğin erkeklerin eve kapatıldığı kadınlarınsa siyasette, bilimde, sanatta, yani “dışarıda” yer aldığı Sultana’nın Rüyası’nda roller tersine çevrilerek çatışma odağı korunmuştur.[11]
İlk dönem Kadın ütopyaları içinde en ayrıcalıklı yeri tutan, Charlotte P. Gilman’ın Kadınlar Ülkesi yine toplumsal cinsiyet çatışmalarını merkeze alan ama bu kez daha radikal toplumsal tasarımları gündeme getiren bir ütopyadır. Toplumsal cinsiyet çatışmaları en başta “erkeği yok ederek” giderilmek istenmiştir. Dahası eşitlikçi bir ütopya olarak Kadınlar Ülkesi’nde, kadınlar mükemmelleştirilmiş bedenleri, sağlıklı ve dinç yapılarıyla, kadınlara yapıştırılan “zayıf, kırılgan, güçsüz” etiketlerini tersine çevirmeyi denemiştir. Sanki kadınlar, “erkek” olmamış ama hep denildiği biçimiyle “erkek gibi olmakta” karar kılmışlardır. Anneliğin, “barışçıl feminen değerlerin”, bakım emeğinin yüceltilmesi bu güç arzusunu feminist bir etikle bütünlemiştir. Yine de Kadınlar Ülkesi’ndeki toplumsal düzenlemeler bir devlet ya da iktidar organizasyonuna işaret etmemektedir.[12]
20. yüzyıldaki en önemli örneklerinden biri olan Mülksüzler, “iktidar sorununu” tümden lağvetmiş, bunun için sıfırdan iki gezegen yaratmak durumunda kalmıştır.
20. yüzyılda feminist ütopyalar, konuları bakımından zenginleşmiş ve çeşitlenmiştir. İletişimin, dilin, küçük azınlıkların katılımcılığının önemsendiği yeni perspektifler kazanılmıştır. Ne ki bu durum merkezsizleşme eğilimini daha da güçlendirmiştir. Dahası Ursula Le Guin gibi büyük ütopyacılar, bizatihi anarşizmi ve ütopya tasarımlarıyla öne çıkarmıştır. 1974 tarihli, bilimkurgu ve ütopya yazınının 20. yüzyıldaki en önemli örneklerinden biri olan Mülksüzler, “iktidar sorununu” tümden lağvetmiş, bunun için sıfırdan iki gezegen yaratmak durumunda kalmıştır. Mülksüzler’de birbirinin uydusu olan iki gezegen, anarşist bir topluluk olan Anarres ile merkezi yönetim ve mülkiyete dayalı ülkelerden oluşmuş olan Urras karşılaştırılmaktadır.[13]
Güncel feminist/kuir ütopyalar, Lesbos[14] adasından beden olumlamaya, yeni kelime düzeni oluşturmaktan cinsiyetsiz çocuk yetiştirmeye, çok eşliliğin özendirilmesinden “rıza eğitimine” ve “alternatif pornoya” daldan dala konmaktadır.[15] Böylelikle topyekûn dönüşümün önemli bir uğrağı olarak iktidar perspektifi tümüyle görünmez kılınmıştır.
Sonuç olarak devletli erkek ütopyaları, eşitlikçi düzenekler oluştursa bile cinsiyet çatışmalarına pek dokunmamış; buna karşın merkezsiz, devletsiz, küçük ölçeğe ayak uyduran kadın ütopyaları “cinsiyet çatışmalarından” çıkamamıştır. Elbette ütopyalar, siyasi manifesto gibi anlaşılıp masaya yatırılamazlar, onlarda başka bir imkân vardır. Bu imkân, ütopyacı bilincin neye ayna tuttuğunun sorgulanabilmesindedir. Bir yanda kadınların yalnız “eksik” değil, aynı zamanda iktidar-dışı, yönetme ve yasa koyma ehliyetinden yoksun olarak görüldüğü bir dünyada, kendilerini de böyle görmeye zorlandıklarını düşünmek mümkün. Diğer yanda ise erk düzenleri tarafından kuşatılan iktidarların, cinsiyet katmanlarından sökülmesinin “başka bir dünya tahayyülünde” bile son derece çetrefilli olduğunu düşünebiliriz.
[1] Bloch E.,Umut İlkesi, Cilt:1, İletişim Yayınları (2007), s.151
[2] Bammer, A. Feminism and Utopianism in the 1970s, New York: Routledge, (2004) s.50
[3] Gilman C. P., Kadınlar Ülkesi, çev: Seher Özbay önsözünden, Otonom Yayıncılık (2007), s.32
[4] Yıldırmaz Y. T. Ütopyanın Kadınları Kadınların Ütopyası, Sel Yayıncılık, (2015)
[5] Platon, Devlet, İş Bankası Kültür Yayınları, (2016
[6] More T, Utopia, İş Bankası Kültür Yayınları, (2014)
[7] Campanella T., Güneş Ülkesi, Say Yayınları, (2011)
[8] Morris W., Gelecekten Anılar, Ayrıntı Yayınları, (2002), (Başka bir çevirisi için: Morris W. Hiçbir Yerden Haberler, Say Yayınları, (2011)
[9] Fourier C., Geleceğin Aşk Dünyasından, Pencere Yayınları, (1995)
[10] Bammer, A. Feminism and Utopianism in the 1970s, New York: Routledge, (2004), s.33
[11] Hossain B. R. S., Sultananın Rüyası, Versus Yayınevi, (2007)
[12] Gilman C. P., Kadınlar Ülkesi, İthaki Yayınları (2018)
[13] Le Guin U., Mülksüzler, Metis Yayıncılık, (2017)
[14] Ege Denizi’nin Kuzey doğusunda bulunan Lesbos/Lesvos Adası bugün Midilli olarak bilinir. Lezbiyen kelimesinin kaynağı bu adadır. Lesbian kelimesi Lesbos’tan olan anlamına gelmekteydi. Adanın büyük kadın şairi (MÖ 6.yüzyıl) Sappho’nun hakkında bilinenler kısıtlıdır. Sappho’nun şiirlerindeki kadın eşcinselliğinin, bugün modern lezbiyen kelimesinin kaynağını oluşturduğu düşünülmektedir. (ed. notu)
[15] Brodsky A. Ve Nalebuff R. K.(der), Feminist Ütopya Projesi: Daha İyi Bir Gelecek İçin Elli Yedi Tahayyül, İthaki Yayınları (2018)