Nathan Gardels: Alman filozof Martin Heidegger’ın daha 1960’larda sibernetiğin gelişinin Batı metafiziğinin sonu olduğunu söylemesi meşhurdur. Bundan kastı neydi? Ne ölçüde ona katılıyorsunuz?
Peter Sloterdijk: Sibernetiğin babası olarak bilinen Amerikalı filozof ve matematikçi Norbert Wiener’ı okuduktan sonra Heidegger bu kanıya varmıştır. Tanrı tarafından verili doğa ile insan yapımı aletler ve icatlar arasındaki ayrımın bozulmaya başlamasına dair teologlar ve mühendisler arasında yürütülen 17. yüzyıla uzanan tartışmalara aşina idi. Doğada tekrar örüntüleri keşfedildiğinde, bunların araçsal akıl vasıtasıyla belli bir amacı gerçekleştirmek üzere tasarlanan makineler tarafından sistematik olarak kopyalanabileceğini düşünüyorlardı. İlk otomatlar ortaya çıktığında suni insanlara dair sayısız fanteziyi simüle ettiler.
Heidegger’in zamanında sibernetik, madde kazanan ve onu dönüştüren tinin bu evriminde yaşanan son gelişmeydi. Klasik ruh-beden, tin-madde, özne-nesne, özgürlük-teknik ayrımı, kuruluşu gereği hibrit olan, hem manevi hem maddi bileşene sahip teşekküllerle başa çıkamaz. Zeki makineler ve modern biyoloji kuramı ve pratiği, sistem-çevre birimlerinin araştırması olan sibernetik, eski metafizik ayrımlara dair soruların yeniden ortaya atılmasını mecbur kıldı.
Klasik ruh-beden, tin-madde, özne-nesne, özgürlük-teknik ayrımı, kuruluşu gereği hibrit olan, hem manevi hem maddi bileşene sahip teşekküllerle başa çıkamaz. Zeki makineler ve modern biyoloji kuramı ve pratiği, sistem-çevre birimlerinin araştırması olan sibernetik, eski metafizik ayrımlara dair soruların yeniden ortaya atılmasını mecbur kıldı.
Burada, [Alman filozof Georg W.F.] Hegel’in nesnel tin kavramı enformasyon ilkesi haline gelir. Enformasyon, üçüncü bir değer olarak düşünceler ile şeylerin, tefekkür kutbu ile şeylerin kutbunun, tin ile maddenin arasına girer. Zeki makineler, kültürel olarak yaratılan bütün insan ürünleri gibi nihayetinde tinin tanınmasını da zorunlu kılar. Tefekkür veya düşünce maddeye zerk olur, yeniden bulunmak ve daha da geliştirilmek üzere orada kalır. Makineler ve insan ürünleri o halde nesnelleşmiş bellekler ve tefekkürlerdir.
Gardels: Alman Der Spiegel dergisine 1966 yılında verdiği meşhur bir röportajda, metafiziğin sonuna dair bir soru üzerine Heidegger “Bizi bir Tanrı kurtarabilir” der. Ne demek istemişti?
Sloterdijk: Heidegger, modern teknolojinin insanı zamanından ve mekanından, dolayısıyla manevi zemininden söküp aldığına ve onu yerinden ettiğine inanıyordu. “Bizi bir tek Tanrı kurtarabilir” derken, teknolojinin genel anlamda muzaffer olmasıyla Sokrates öncesi filozofların kavradığı bir şeyin kaybolmasından veya unutulmasından korkuyordu. Buna Seinsvergessenheit veya varlığın bihaber oluşu/kayıtsızlığı der.
“Sein/Varlık” derken ne kastettiğini anlamak güçtür. Belki de evrende lütuf olduğuna dair bir işarettir bu: verili bir olayın beklenmedik deneyimi ile ateşlenen kendiliğinden hakikat niteliği veya içsel ışık gibi bir armağan. Zamanda ve mekanda köklenmediklerinden ve sistemli bir örüntü dışında südur ettiklerinden, programlanmış amaçlara sahip makineler orijinal bir şey üretemez veya yakalayamazlar. Sadece Tanrı’nın bizi kurtarabilmesinin nedeni, iktidar ve doğa üzerine kontrol takıntımızda, bütün bir doğanın ham madde haline geldiği her şeyin şeyleşmesine dönük o saplantımızda aranmalıdır. Sadece bir tanrı bu ontolojik yamyamlığa çare olabilir.
Gardels: “Homo Deus”un yazarı Yuval Noah Harari, yeni bir Tanrı’nın geldiğini öne sürdü: veri. Yapay zeka ve sentetik biyolojiye sebebiyet veren algoritma olarak organizmalar fikridir bu. Harari’nin de bir röportajında dediği gibi, insan tarihi “insanlar [bu mahlukat vasıtasıyla] Tanrılar olduğunda sona erecek”.
Batı metafiziğini fesheden teknolojik ilerleme kendi Tanrısını mı yarattı?
Sloterdijk: Harari’nin önerdiği Tanrı-vari her şeyi bilme kudretine rağmen, ben veriye yeni Tanrı değil metafiziğin eski açıklamalarının ötesinde yeni bir felsefi ihtimalin temeli derdim. Bu, insanın aletleri ile kendini ve doğayı evcilleştirmesi, dolayısıyla varlığın, hatta kendi varlığının da müşterek-yaratıcısı olması anlamına geliyor.
Gardels: Çin’de Teknoloji Sorusu isimli kitabın yazarı Çinli filozof Yuk Hui, -nesnel ve öznel, kültür ve doğa arasındaki metafizik ayrımı ortadan kaldıran- yapay zekanın ve sentetik biyolojinin, bizleri yalnızca Batı’nın benimsediği bu metafizik ayrımı hiçbir zaman kucaklamamış olan Doğu felsefesine yönlendirdiğini iddia ediyor. Taoculuk her daim “tao” ve “ki”, manevi ve maddi olan, kozmos ile Dünyevi var oluş arasındaki ayrılmaz birliği tanımıştır.
Sibernetik, yapay zeka, genomik, metafiziği sona erdirdiğinde Batı’nın Doğu ile buluştuğunu söylemek mümkün müdür? Heidegger’e göre yanıt sorunun doğduğu kültürün köklerinde yer alsa da Heidegger’in aradığı yeni felsefe esasen bu Taocu bakış açısı değil midir?
Sloterdijk: Soyut olarak, Taoizm ruhunun bu yeni bilince yakınlaştığını söyleyebiliriz. Ancak gerçekte Doğulu zihin, son yüzyıllarda küresel olarak hakim olan Batı Aydınlanması’nın araçsal aklı tarafından sömürgeleştirilmiştir. Paradoksal olarak, eski Asyalı dünya görüşü, hakikatinin ne kadar makul olduğunun bir kez daha görüldüğü anda doğduğu yerde kaybedilmiştir.
Gardels: Alman-İsviçreli filozof Karl Jaspers, bütün temel dinlerin ve etik sistemlerin -Çin’de Konfüçyüsçülük, Hindistan’da Upanişadlar ve Budizm, erken dönem Yunan filozofları, İbrani peygamberler, İran’da Zerdüştlük- İÖ. ilk bin yılda önceden senkronize olmuş bir dünyada, aynı anda ortaya çıktığı Eksen Çağı üzerine yazmıştır.
1949 yılında daha ziyade nükleer silahları düşünen Jaspers, bilim ve teknolojide yaşanan ilerlemelerin, yepyeni inanç sistemleri ve davranış kodları doğuracak olan yeni bir Eksen Çağı’na temel oluşturduğunu sezmişti. Şu anda yapay zeka, sentetik biyoloji ve iklim değişikliğine yönelik farkındalık ile birlikte bu sezgi hiç olmadığı kadar ihtimal dahilinde.
Bu defa senkronize ve birbirine bağlı bir dünyada, önümüzde çok önemli bir moment olduğunu düşünüyor musunuz? Küresel düzeyde müşterek bir ethos ortaya çıkacak mı?
Sloterdijk: Jaspers, Eksen Çağı’nı kurmaya çalıştığı eş zamanlılığın zaman çizelgesine uydurmak için Mezopotamya ve Mısır’ı dışarıda bırakarak hata yapmış olabilir. Ancak bütün medeniyetlerde görülen “eksensel” atılımın sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş olduğu açık, bu şekilde hem tefekkürün içselliği hem de aşkınlık -kişinin başkalarıyla ortak anlamlar paylaşmak üzere dolaysız koşullarına mesafe alması- mümkün oldu.
Günümüzde muhakkak yeni bir Eksen Çağı’nın zemini hazır, zira insanlığın karşı karşıya olduğu temel sorun teknoloji sayesinde senkronize olsa da ortak bir anlatı çerçevesinde birleşmemiş bir evren. Henüz birilerinin önerdiği gibi bir süper-organizma değiliz, daha ziyade yüksek düzeyli organizmalardan ibaret oldukça gevşek bir yığınız. İklim değişimi ve bütün medeniyetlere onun etkilerine karşı bağışıklık kazandırmak önümüzde eksensel atılımın büyük ihtimalle itici gücü olacak.
Ancak bütün medeniyetlerde görülen “eksensel” atılımın sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş olduğu açık, bu şekilde hem tefekkürün içselliği hem de aşkınlık -kişinin başkalarıyla ortak anlamlar paylaşmak üzere dolaysız koşullarına mesafe alması- mümkün oldu.
Yaşamınızı Değiştirmeniz Lazım isimli kitabımda dediğim gibi, tarih şimdiye kadar kendine ait olana karşı korumacılık ile kimsenin sorumluluk üstlenmediği anonim çevreye yönelik her türlü zararın dışsallaştırılması arasında bağışıklık sistemlerinin savaşıdır. Kendine ait olanın; şehirlerin, ulusların ve inançların kutsal benmerkezciliklerinin zaferi, dışsal düzenin mağlubiyeti ile her daim satın alınabilirdi. Yeryüzünün kırılgan atmosfer ve biyosfer sistemlerinin kötüleşmesi ile birlikte dışsallaştırma mutlak sınırına ulaştı.
Şimdiden sonra bütünün korunması “bağışıklık aklı” dediğim şeyin talimatıdır. Geleceğin operasyon talimatı, hayatta kalmak ve serpilmek için yeni bir bilinci, yeni gönül alışkanlıklarını, başkalarıyla ve doğayla iş birliğini ve dayanışmayı gerektiriyor. Buna “ortak bağışıklık” diyorum.
Yaşamınızı Değiştirmeniz Lazım isimli kitabımda dediğim gibi, tarih şimdiye kadar kendine ait olana karşı korumacılık ile kimsenin sorumluluk üstlenmediği anonim çevreye yönelik her türlü zararın dışsallaştırılması arasında bağışıklık sistemlerinin savaşıdır.
Medeniyetlerin yükseliş ve düşüşlerinin bir zorluk ve ona yanıt verme süreci olduğunu söyleyen İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’ye katılıyorum. Zorluklar yeni bir manevi gayret ve müşterek bir içsel güven doğurursa, o zaman medeniyet ilerleyecektir. Aksi halde başarısız olur.
Çoğu insanın “bağışıklık sistemi”nin gerçekte ne anlama geldiğine dair ancak muğlak fikirleri vardır. Biyolojik düzeyde, bir organizmanın içsel savunma ve koruma yapılarını ifade eder. İşte bu yüzden şunu söyleyecek kadar ileri gidebiliriz: “Yaşamın ta kendisi bir bağışıklık sisteminin başarı evresidir.”
Ancak bağışıklık bireysel bir organizma ile sınırlı değildir ve bütün radikal sonuçlarıyla öğrenilmesi gereken tam da budur. Grupların güvenliği, hem bireysel hem de kolektif bağışıklığın avantajları ile üyelerinin birbirine bakmasına bağlıdır. O halde bugünlerde sıkça duyduğumuz “sürü bağışıklığı” denilen şey, sadece kolektif olarak ulaşılabilen bir korunma hali anlamına gelen bir tür derin karşılıklılıktır. İşte bu yüzden ortak bağışıklık terimini ortaya attım. Bu terim, yeni bir bir aradalığa varan ahlaki-siyasi bir tefekkürün bir parçası.
Korona virüsü pandemisi, ortak bağışıklık talimatının ulaştığını gösteren bir acil durum. Bu krizde, bağışıklık avantajı açısından ortada gerçek anlamda hiçbir özel mülkün olmadığını zaten görebiliyoruz. Virüs ulusal sınırları, çitleri ve duvarları tanımıyor. Erkek-insan/kadın ailesinin en uzak üyeleriyle bile koruma araçlarını paylaşma zamanı geldi. Bu yeni tehditle başa çıkmak üzere en iyi fikirlerini paylaşan doktorlar arasında dünya çapında süren istişarelerde yüce bir şeyler var.
Küresel bağışıklık aklı işte böyle bir yanıt doğururdu; geçmişin felsefi idealizminden veya dini monoteizminden bir basamak daha yüksekte konumlanır. Bu anlamda, “genel immünoloji” dediğim şey, metafiziğin ve dinin doğal halefidir. Kişinin kendisine ait olanla başkası, insanlarla doğa arasında daha önce mevcut bütün ayrımlar çöker.
Gardels: Heidegger, Der Spiegel röportajında “asli ve muazzam boyutlarda olan her şey, insanın bir eve sahip olmasından ve bir geleneğe köklenmiş olmasından kaynaklanmıştır” demişti. O halde 21. yüzyılda, evrenin ta kendisi o evdir. Gezegen düzeyinde yerin dünyevi erdemine bir dönüştür bu, kökenlerin bütünlüğüne ve birliğine dönmek gibi.
Sloterdijk: Evet, katılıyorum. Heidegger, insanlar temelde meskun varlıklar derken haklıydı. Meskun olmak ve daha fazla hareket alanına sahip olmak artık illa karşıt olmak zorunda değil. Şimdi, uzaydan gözlemler ve iklim değişimi ve pandeminin yaşanmış deneyimi sayesinde nihayet Yeryüzünün evimiz olduğunu görüyoruz.
Gardels: Sizin de belirttiğiniz gibi, sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş Eksen Çağı’nın ortaya çıkmasını sağladı. Tefekkürün içselliği ve kendi dolayımsız koşullarına eleştirel bir biçimde mesafe alma, insan bilincine aşkınlık niteliği kazandırdı. Filozof Charles Taylor’un ifadesiyle, kişinin doğadan ve topluluktan bu “muazzam ayrışması” ise bireysel deneyimin sınırlarında tek Tanrılı dinlerin kuramsal kültürünü ve etik sistemleri doğurdu ve nihayet Aydınlanma’ya, bilime ve bireyin modern özerkliğine neden oldu.
Bahsettiğiniz küresel farkındalık ile, yani şu anda yapay zekanın hiper-zeki potansiyeli ve sentetik biyoloji sayesinde evrime müdahale edebilme kabiliyetimiz sayesinde adeta teknolojik sistemlerin kısıtlamalarını ve doğada aşkınlığı, bir kez daha insanın merkezi konumunu azaltacak, hatta belki de bireysel özerkliği sona erdirecek şekilde “yeniden-katıştırıyoruz”.
İnsanlık kendi mutasyonuna baş koyarken, bu yeni varlık ekolojisini hangi etik kodlar destekleyecek? Eksen Çağı’nda ortaya çıkan insan özerkliğini önümüzdeki çağda kurtarabilecek miyiz?
Sloterdijk: İnsan özgürlüğü ve bireysel özerklik kavramlarının, sadece herkeste ilahi bir ışıltı veya doğuştan gelen vazgeçilmez haklar gibi metafizik ve dini varsayımlara değil aynı zamanda ateş yakma, kilden çanaklar yapma, heykellere şekil verme, metalleri eritme, bıçak ve silah yapma, hayvanları evcilleştirme, binalar dikme, ata binme, gemilerle denize açılma gibi kültürel ve teknik alışkanlıklara da -ve bunlara tekabül eden bütün o dil oyunlarına hakim olma- dayandığını unutmamak gerekir. Kişinin gücü bu yetilere aktif iştirakine bağlıdır.
Hepsinde başkalarıyla iş birliği içerisinde özerklik ve bulunanı yapılana dönüştürme yaratıcılığının ortaya çıktığını görüyoruz. Modern zamanlarda doruk noktasına ulaşan bu insani özelliklerin her ikisi de her daim otantik halleriyle olmasa da pek çok biçimlerde hayatta kalacaklar. Dünya çoktan boş özerklik iddialarıyla ve sonu gelmez sahte-yaratıcılık gösterileriyle dolu.
Gardels: Nasıl ki her müzisyen aynı ölçüden bambaşka bir ses çıkarır, insanların aletler yaptığı bedensel ve dünyevi şeyler maddi olarak çok çeşitli gerçekliklere dayandığından -olumsallık- bu aletlerin aşkın anlama yetisine dair öğrenilmiş-paylaşılan anlamlarla kaynaşmaları, hem arketipi hem de eşsiz bir bireyleşmeyi bünyesinde taşıyan hibrit bir varlığın ortaya çıkmasına neden olur.
Hui’nin de gördüğü gibi, Batı modernitesi ile evrensel senkronizasyon, tam da güzergahını tamamladığından nihayetinde parçalanacak ve bir kez daha birbirine bağlı bir birlik içerisinde nispetsiz bir çeşitliliğe alan açacak.
Sloterdijk: Muhakkak umudumuz bu.
Antropoteknik kavramı; insanlığın, binlerce kültürel uzmanlaşmasıyla birlikte bütün bir autopoiesis‘ine veya öz-yaratımına atıfta bulunur. İnsanlığın belleğinin mirasçıları kendilerini aşmakta özgür olduklarından baştan ayağı ampiriktir, çoğulcudur ve eşitlikçidir. Bu ise insanların “mikrokosmoi” olduğunu öne süren o neredeyse klasik fikri anıştırır. Bugün ise büyük evrenin süper-fabrikasına ilişmiş ufak fabrikalar derdik buna. [Amerikalı mucit ve fütürist Ray Kurzweil] gibilerin teşvik ettiği tekillik fikri ise bunun aksine fütürist, monist ve elitist unsurlar barındırır. Mantıksal ve retorik tasarımı uyarınca tekilliğin bir bütün olarak insanlığın tamamını entegre etmesi gerekirken, istisnai insan-ötesi [transhuman] bireylerden ibaret ufak bir grubu kapsayabileceği bellidir. Buluttan ve tekillikten bahsederken Kurzweil, köhnemiş geleneksel felsefenin şekillendirdiği bir sahada konumlandırır kendini.
Noema dergisinde yayınlanan bu röportajı Öznur Karakaş Türkçe’ye çevirdi.