Timothy Snyder tarafından 9 Ocak’ta New York Times Magazine’de yayımlanan makalenin çok orijinal olmasa da güzel bir başlığı var.[1] Gelgelelim metni okumak benim açımdan biraz hayal kırıklığı oldu. Snyder şöyle yazıyor:
“Hakikat-sonrası, faşizm öncesidir; Trump da hakikat-sonrası başkanımızdır. Hakikatten vazgeçtiğimizde zenginliği ve karizması olanlara, hakikatin yerine gösteri yaratma gücü veririz. Bazı temel gerçekler üzerinde mutabakat olmadan yurttaşlar kendilerini savunmalarına izin veren sivil toplumu oluşturamazlar. Bize uygun gerçekleri üreten kurumları kaybedersek, çekici soyutlamalar ve kurgular içinde debelenme eğiliminde oluruz. Hakikat-sonrası, hukukun üstünlüğünü ortadan kaldırır ve bir mit rejimine davetiye çıkarır.”
Bu son noktaya açıkça katılıyorum; bununla birlikte bu hiçbir şeyi açıklamıyor. Açıklanması gereken şey Amerikan toplumunun büyük bir kısmının neden sistematik olarak yanlış beyanlara “inandığı.”
Bu arada: Snyder, Trump yanlılarının Trump’ın sözlerine gerçek anlamda “inandıklarını” düşünüyor mu?
Les Grecs ont-ils cru à leurs mythes? adlı kitapta [Yunanlılar mitlerine inanıyor muydu?] Paul Veyne “inancın” anlamını sorgular. Mitolojinin gücünün bir metafora kelimenin tam anlamıyla inanmaktan, metaforik sözcelemden önceki ve sonraki parantezleri unutmaktan ibaret olmadığı sonucuna varır. Mitolojik inanç (mimetik bulaşma gibi) bugün de benzer şekilde “inananların” yaşamında bir tür pragmatik tutarlılık sağlar. Bütün anlamını yitirmiş bir dünyanın ortasında böyle bir mitolojiye kulak verenlerin dünyasına anlam katar.
Sözgelimi, Trump’ın “seçimi kazandım” iddiasına inanmak göstergebilimsel bir hata değildir. Daha ziyade, kimlikçi bir öz-beyan stratejisidir. Liberaller “sahte haberler”den bahsettiklerinde, asıl noktayı tamamen gözden kaçırırlar çünkü bir mitolojiyi (veya bir memi) paylaşanlar, bir sosyal bilimci gibi olgusal gerçeği aramazlar. Bunun yerine, bilinçli veya bilinçsiz olarak sahte sözcelemin gücünü bir şeytan çıkarma, bir hakaret, bir silah olarak kullanırlar.
Liberaller “sahte haberler”den bahsettiklerinde, asıl noktayı tamamen gözden kaçırırlar çünkü bir mitolojiyi (veya bir memi) paylaşanlar, bir sosyal bilimci gibi olgusal gerçeği aramazlar. Bunun yerine, bilinçli veya bilinçsiz olarak sahte sözcelemin gücünü bir şeytan çıkarma, bir hakaret, bir silah olarak kullanırlar.
Sorulması gereken daha önemli soru Trump’ın neden yalan söylediği değil neden bu kadar çok insanın ilk etapta ona oy verdiğidir. Bu oyu ve eylemi üreten koşullar -ekonomik, politik, göstergebilimsel vb.- nelerdir? Sorunun çözümü, turuncu adamı (tekrar) suçlamak veya onu Twitter’dan men etmek değil (çok geç, Bay Dorsey, çok geç). Daha ziyade, insanların aşağılanma ve hınçla gölgelenmeyen bir şekilde düşünmelerine ve seçim yapmalarına izin vermektir.
Amerikan krizinin kaynağında kitle iletişiminin sapkınlaşmış etkileri yer almıyor. Tüm zamanların en şiddet dolu ülkesinin ırkçı doğasından kaynaklanan çelişkiler bunun nedeni.
ABD’deki güncel olayları anlamanın esası, Başkan George W. Bush’un 1992’de Rio de Janeiro Dünya Zirvesi’nde söylediği bir cümlede bulunabilir. Bu zirve, yaklaşan iklim değişikliğini tartışmayı ve ekonomik büyümenin çevre üzerindeki etkilerini azaltmanın yollarını bulmayı amaçlıyordu.
Başkan, “Amerikan halkının yaşam tarzından taviz verilemez,” dedi.
Amerikan yaşam tarzı tek bir istatistikte özetlenebilir: Ortalama bir Amerikalı, Amerikalı olmayan ortalama birinden dört kat fazla elektrik tüketir. (Bazıları, sadece finans sınıfının karlı çıktığı 2008’deki mali çöküşle yoksullaşmış; utanç verici bir biçimde kaybedilen elli yıllık kriminal savaşlar yüzünden küçük düşürüldüğünü hisseden; demografik hakimiyetlerini giderek kaybetmekten endişe eden) Beyaz Amerikalılar, ellerinde kalan az miktarda şeye umutsuzca tutunuyor: SUV’ları, silahları ve muazzam miktarda hayvan yeme hakkı. Küreselleşme tehdidiyle ayrıcalıkları hızla yok oluyor, bu yüzden Amerika’yı yeniden büyük yapma sözü veren bir führer’in izinden gitmeye hazırlar.
6 Ocak’ta Washington’da olanlar ne bir ayaklanma ne de gerçek bir darbeydi. Beyaz milliyetçilik ve liberal küreselleşme arasında, Amerikan iç savaşının gülünç olduğu kadar kriminal bir olayıydı. Hem küreselciler hem de milliyetçiler Amerikan kapitalist üstünlüğünün ifadeleridir. Bu iç savaş devam edecek, genişleyecek ve -insanlık için neyse ki – Amerikan’ın gücünü tüketecek.
Süregiden iç savaşı anlamak istiyorsanız, Amerikalı gazeteci Thomas Frank’ın Le Monde Diplomatique‘de yayımlanan makalesini okumalısınız:
“Ailemin evinin yakınındaki bir barbekü restoranında, parlak kırmızı Trump şapkası takan bir adamın antiviral yüz maskesi olmadığı bildirildi. Yazar kasadaki çocuk (çocuğa saatte 8,50 dolar ödeniyor, diyor haberde), adamdan bölgenin kurallarına uygun olarak burnunu ve ağzını kapatmasını istediğinde, adam İtalyan Westerninden fırlamış Clint Eastwood gibi gömleğini kaldırıp taşıdığı silahı çocuğa gösterdi.”[2]
Gün be gün Amerikan yaşamının dokusunda hissedilen ürpertici bir iç savaşın nasıl da yaygınlaştığını gösteriyor bu olay; 6 Ocak’ta olduğu gibi periyodik olarak infilak etmeye devam edecek. Bu düşük yoğunluklu savaş norm haline gelecek ve yavaş yavaş polis ve orduyu çatışmanın içine çekecek.
Uçurum semiyolojik değil, kültürel, sosyal ve ırksal. Beyaz üstünlüğü Amerikan kimliğinin temel dayanağıdır, zira ABD soykırım ve köleliğe dayanmaktadır. Trump, habis bir istisna değil beyaz Amerika’nın otantik ruhudur. Uçurum budur, sadece beyaz liberallerin ciddiye aldığı saçma yalanların yayılması değil.
13. yasa değişikliğiyle ABD’de kölelik feshedilmedi. Sadece yasallaştırdı, böylece pamuk tarlalarının yerini toplu hapis cezası aldı.
Timothy Snyder’ın göremediği uçurum tam da bu işte.
[1] Timothy Snyder, “The American Abyss,” New York Times Dergisi, 9 Ocak 2021. Eylül 2020’de e-flux dergisinde aynı başlıkla bir deneme yayımladım.
[2] Thomas Frank, “America, the Panic Room,” Le Monde Diplomatique, Ekim 2020
E-flux’da yayımlanan bu yazıyı Nalan Kurunç çevirdi; çeviriyi Öznur Karakaş redakte etti.