Terrabayt yazar ve çevirmenleri 2024 yılında okudukları kitapları, izledikleri fimleri/dizileri ve gittikleri sergileri/konserleri sizler için değerlendirdi.
İdil Atabinen
Kitap
20 kadar kitap okumuşum bu sene; bunların bazıları zorunluluktan, bazıları edebiyatını sevdiğim yazarların külliyatını tamamlama hedefiyle… Bu yazarların başında Leyla Erbil geliyor, bu sene 4 kitabını daha okudum ve yine beynimi uçurdu (hep öyle yapıyor). Burada onlardan bahsetmeyeceğim çünkü öve öve bitiremem ve malumun ilamı olur. Sadece beni çok şaşırtan bir tane şeye değineyim: Hallaç kitabındaki “Diktatör” isimli öykü Türkçe yazınına etki bırakacak -ama hiç beklenmeyen birinden geldiği için belki gözden kaçmış olabilir- cinsten bir distopik gerilim sürprizi barındırıyor. Habersiz rast gelip okumanın yaratacağı şaşkınlığı mahvetmek istemezdim ama gözden kaçmasını da istemiyorum. Gerilim sevenler kesinlikle baksın (ama Leyla Erbil’i tanımak için yeterli gelmeyecektir).
Bu sene yeni tanıştığım ve bana bilmediğim tarzda bir edebi deneyim sunan yazar Maggie Nelson ve Argonautlar kitabı oldu. ‘Queer edebiyat’ diye bir tür ile sayesinde tanışmış oldum. Deneme ve otobiyografinin iç içe geçtiği farklı bir anlatım. Nelson biricik partnerine olan aşkının hayatındaki yansımasını anlatırken cinsiyet, kimlik, cinsellik, annelik, aile gibi meseleleri sakin bir hararetle tartışıyor. Bu sırada yazar, teorisyen, sanatçı birçok kişiye de referans veriyor ve siz bu atıfları o edebi anlatımın akışını hiç aksatmayacak şekilde görebiliyorsunuz (yayınevi Kolektif Kitap sayfa düzeninde iyi iş çıkarmış). Duygu yüklü bir kitap, harika bir yazarlık; aldığı ödülleri hak ediyor.
İnceleme türünde senemin favorisi Crispin Sartwell’in Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik kitabı olurdu. “Sinir bozucu olmayan bir kişisel gelişim kitabı” olarak özetleyebilirim. Aslında bu bir felsefe kitabı; önermelerle, hakikate dair akıl yürütmelerle dolu ve bir yandan “Hayatı nasıl yaşamalı?” sorusuna kendince varoluşçu bir cevap veriyor Sartwell. Nietzscheci bir epistemoloji ile Batı geleneklerine karşı çıkan bir eleştiri de güdüyor. En sonunda da acıdan, ölümden, bedenden kaçmayan bir tasavvur sunuyor. Uzakdoğu geleneği felsefesinden alınacak dersleri de iyi özetliyor.
Dizi/Film
Bu sene, True Detective hayranı olduğumdan yüzüme güldü. Jodie Foster’lı sezonu izlemek tabii ki büyük keyifti. Bunun haricinde kendimden beklemediğim bir istikrarla The Walking Dead dizisinin tüm 11 sezonunu tamamladım. Bu dizinin neden bir klasik olduğunu da böylece anlamış oldum. Senenin en hype yapımlarından Baby Reindeer da keza mükemmel bir anlatıydı, stand-up komedyenlerinden çok kaliteli işler çıktığı tezimi bir kere daha kanıtladı. Ama burada üçünden de değil bir Kore dramasından bahsedeceğim.
2022 yapımı My Liberation Notes drama türünde izlediğim en iyi diziler arasına girdi bu sene. Kore yapımlarını sıradan hayatı ekrana uyarlamada başarılı oldukları için seviyorum ancak bu dizinin senaryosu ve yönetmenliği başka bir güzel; hatta şairane. Çerezlik bir diziden bahsetmiyoruz, sıradan hayat işleniyor ama tüm ağırlığıyla; ölüm, yaşlanma, yalnızlık, hayal kırıklığı, geçim derdi hangi temayı ararsanız var ama dizinin tamamına bir huzur hâkim. Sahneler çok dinlendirici, her şey yavaşçacık gerçekleşiyor, öyle büyük sahneler, bağırışlar yok. Herkes çok yorgun ve bitkin; sustuklarında bayağı susuyorlar, konuştuklarındaysa hiç dile getiremeyeceğimiz mutsuzluklarını bira içerken ya da bir kafe masasında öylece dillendiriyorlar, sipariş verirmişçesine düz bir tonla. Dizide her konuşmanın bir ağırlığı var, çok güzel diyaloglar ve tiratvâri monologlar var. Karakterler çok iyi yaratılmış, her bir karakter başlı başına bir tip ve hepsini izlemek ve benzer durumlardaki farklı tepkilerine dikkat etmek çok keyifli. Böyle iyi yazılmış karakterlerin hakkını verecek oyuncular da layıkıyla seçilmiş. Kısacası aklıma işledi bu yapım, sene bitmeden 2 kere izledim bile.
Film olarak bu sene izlediğim 3 yerli yapımdan bahsetmek istiyorum, ikisi beklemediğim yerden beğeni yarattılar dürüst olmak gerekirse. Bunlardan birisi, 2017 yapımı Körfez filmi. Emre Yeksan’ın ilk uzun metrajlı filmi diye biliyorum, şaşırtmasının ardında da bu bilgi var. Yerli işlerde bu denli başarılı ve “bayağı film gibi film” dedirtecek bir çıkış filmine rastlıyor muyuz hep? Benim yargım olumsuz yönde açıkçası. Filmin senaryosu, yönetmenliği çok başarılı. Büyülü gerçekçi bir anlatımı var. En hoşuma giden şey bir şehrin (İzmir) set olarak kullanımı o kadar başarılı ki şehir nasıl karaktere dönüşür, onu da izliyoruz. Kent çalışmaları/sosyolojisi derslerinde izletilmesi gereken bir film diye düşünüyorum. İki filmden diğeriyse Erdem Tepegöz’ün 2020 yapımı Gölgeler İçinde filmi. Olağanüstü bir yönetmenlik ve ses tasarımı var. Tepegöz bir organize sanayi bölgesi distopyası yaratıyor (yine Körfez’de olduğu gibi set yaratımı çok iyi). Türkiye sinemasında bilimkurgu janrasında emek odaklı böyle bir iş daha var mı bilmiyorum, benim için bayağı bir açılım niteliğinde oldu.
Son olarak bahsedeceğim film halihazırda iyi çıkacağını zaten bildiğim ve beklediğim bir işti: 2023 yapımı Ulysses Çevirmek. Aylin Kuryel ve Fırat Yücel yine akla gelmeyecek bir hikâyenin peşinden gitmişler ve 11 senelik delice bir çabayı (bir çeviri projesini) belgeselleştirmişler. Deftere, kaleme, kitaba saygı duyan mekân ve dile meraklı benim gibileri sarıp sarmalayacak, içinden sevgi fışkıran bir iş.
Olaylar/Etkinlikler
2024 yazını benim için çekilir kılan şeylerin başında Paris Olimpiyatları geliyordu. Bu sene breakdans branşının ilk kez dahil olması da ayrı bir istek yarattı bende. Olimpiyatın açılış töreni muazzam sanatsal bir olaydı. Hazırlıkların boyutu akıl almaz cinstendi. Performanslar (başta Gojira) ağzımı açık bıraktı. Açılış performansı demişken Lady Gaga’nın yeni albüm teklisi bu yaz dinleyiciyle buluştu. Bir Gaga fanı olarak çıkış günü yeni parçayı dinlemek de çok heyecan vericiydi. O bildiğim eski Gaga sound sanki geliyor gibi, bakalım.
Sanat etkinliği olarak bu sene ses tasarımcısı/sanatçı Gökçe Uygun’un Ekim’de seyirciyle buluşturdukları Endophasia performansı, arkasındaki süreç ve fikir olarak çok ilgimi çekti. Gökçe Uygun’un afazi hastası olan babası Sinan Uygun’a kendi yaratıcı yöntemleriyle pratik ettirdiği konuşma terapisinin olumlu sonuçlar vermesiyle beyindeki nöro-plastisitenin varlığı (bu vakada nörologların tahmin edemediği) bir şekilde kanıtlanmış oluyor ve bunun fark edilmesiyle bu pratikler yapay zekayı da işin içine katarak her anın kayda geçirildiği bir projeye dönüştürülüyor. Arter’de gerçekleşen buluşmada ses tasarımı, yapay zekâ etkileşimi ve performans sanatı eşliğinde izleyicinin nörolinguistik bir performansa ve dilin evrimine şahitlik etmesi bekleniyor. Fikir çok yenilikçi, projenin arkasında tebriği hak eden bir çaba var ve bu iş bilimsel bir deneyin sanat ve performans ile bir araya geldiği özgün bir örnek sunuyor.
Ilgın Yıldız
Kitaplar
Mieke Bal, Antlatıbilim: Anlatı Kuramına Giriş
Mieke Bal’ın yapısalcı çerçevede öykü, fabula, anlatı, fokalizasyon gibi operatif kavramlarla kurgu metinleri incelediği Anlatıbilim, Uğur Gezen çevirisiyle 2024’te nihayet yayımlandı. Yıllar önce Neil Gaiman’ın Mezarlık Kitabı’nı incelerken keyifle yararlandığım, hâlâ zaman zaman danıştığım ve önemsediğim bir kitap.
Michel Serres, Parazit ve İnsanlanma
Serres’in Doğayla Sözleşme ve Beden Varyasyonları’ndan sonra daha fazla kitabının Türkçede yayımlanması beni çok mutlu etti. Kağan Kahveci’nin titiz ve akıcı çevirisiyle yayımlanan Parazit ile İlhan Burak Tüzün’ün özenli çevirisiyle dilimize kazandırılan İnsanlanma tekrar tekrar döndüğüm, sığındığım, kaybolduğum hazine gibi iki kitap.
Luce Irigaray, The Mediation of Touch
Irigaray’ın dokunmaya hem kendimizle, başkalarıyla ve dünyayla ilişki kurmanın hem de beden-zihin ikiliğini aşmanın ilksel bir aracı olarak yaklaştığı bu kitabın benim için özelliği muhtemelen tezim için başvuracağım belli başlı kitaplardan biri olması.
Maria Balaska, Anxiety and Wonder: On Being Human
Balaska’nın kaygı ve hayreti salt duygusal durumlar olarak değil, insan varoluşunun çelişkili yapısını ortaya çıkaran besleyici ve sarsıcı deneyimler olarak irdelediği kitabı benim için bu yılın değerli okumalarından biriydi.
Peter Tyler, The Living Philosophy of Edith Stein
Bu kitap sayesinde Karmelit rahibesi ve azize Edith Stein’la tanıştım. Bu kitabın Irigaray, Kristeva, din, mistik ve ilahi feminen ekseninde yazılabilecek bir metin için bereketli bir referans olabileceğini düşündüm.
Hernan Diaz, Uzaklarda
Kerem Sanatel’in duru ve akıcı çevirisiyle yayımlanan Uzaklarda bu yıl bana en çok dokunan, su gibi akıp giden eserlerden biriydi.
Ayhan Geçgin, Dünyalararasında
Ayhan Geçgin büyüleyici bir yazar. Bu hipnotik ve gizemli metninin devingenliği, katmanlılığı ve kat ettiği zihinsel-mekânsal boyutlar beni derinden etkiledi.
Adrian Tchaikovsky, Devler
Bence Adrian Tchaikovsky günümüzde fantezi-bilimkurgu yazınının en maceracı ve heyecan verici kalemlerinden biri. Şafak Tahmaz’ın güzel çevirisiyle yayımlanan Devler onun eşsiz tarzını yansıtan etkileyici bir eser.
Tanrı Korkusu, Fleur Jaeggy
Fleur Jaggey Türkçeye kazandırıldığı için mutlu olduğum yazarlardan biri. Bu yıl Şemsa Gezgin’in ustalıklı çevirisiyle yayımlanan Tanrı Korkusu’ndaki öyküler bence karanlık ve tekinsiz olduğu kadar hassas, cesur, gizemli ve felsefi.
Uygunsuzluk Amina Cain
Amina Cain geçen yıl tanıştığım, temalarını ve duru üslubunu beğendiğim bir yazar. Lale Akalın da bu sevilen kitabı muazzam bir çeviriyle dilimize aktarmış.
Okumaz Yazmaz, Ágota Kristóf
Kristóf’un bu kitabı 2024’te yeni baskı yaptığı için onu da listeme ekliyorum. Ben de bir Ágota Kristóf hayranıyım. İlk olarak İngilizceden okuyup çok sevdiğim bu kitabı Feyza Zaim’in güzel çevirisi sayesinde tekrar ziyaret etmek çok hoştu.
Sergi
Bu yıl pek sergi gezmedim. Sevdiklerim arasında Georg Baselitz, Komet, Ozan Sağdıç sergileri yer alıyor.
Dizi ve Filmler
Bu yıl çok az 2024 yapımı dizi ve film izledim. 2024 yılında devam eden dizilerden The Bear ve Slow Horses’ı keyifle takip ediyorum. Better Things’ten tanıdığım Mikey Madison’ın Anora’daki (Sean Baker) oyunculuğunu beğendim, filmde de hoş bir hamlık ve naiflik buldum. Civil War’u (Alex Garland) soluğumu tutarak izledim. Monster (Hirokazu kore-eda) ve The Zone of Interest (Jonathan Glazer) aslında 2023 yapımı ama onları Türkiye’de 2024’te izleyebildik, o yüzden onları da listeme ekliyorum. The Zone of Interest usta işi, Monster ise bu yıl izlediğim en çarpıcı filmlerdendi.
Orçun Güzer
Kitap
Yabani Kalbin Yakınlarında (1943) / Clarice Lispector:
Lispector’un 1943’te henüz 23 yaşındayken bu metni yazmış olması da, Başak Bingöl Yüce’nin Portekizce’den bu kadar başarılı bir çeviri yapmış olması da inanılmaz. İç monolog ve bilinç akışı teknikleri dışında burada başka bir şey var: Yaşantılar giderek soyutlamaya dönüyor ve yazar anların uçuculuğunu yakalamaya çalışıyor. Küçükken yetim kalmış ve çocukluğundan beri kendini farklı hisseden bir kadının, Joana’nın “yabani kalbini” dinliyoruz; onun yaşamının değişik evrelerini tarihsel olmayan bir sırayla izlerken, yaşamında yer tutan diğer insanların bilincine de girip çıkıyoruz. Sonuç ise, belki roman, belki de romanmış gibi yapan düzyazı şiir.
Dönüşüm Hastanesi (1947) / Stanislaw Lem:
Lem’in bilim-kurgu olmayan sayılı romanlarından biri olan Dönüşüm Hastanesi’ni, şehirden uzak bir yere kurulmuş bir akıl hastanesinin dört duvarı arasında, 2. Dünya Savaşı’nın patlak verdiği yılda geçen bir izolasyon anlatısı olduğunu bilerek okumaya başladım ve aradığımı buldum. Bulduğum nedir? Kafkaesk öğreler, gerçeklik üstüne akıl yürütmeler (ki bu zaten Lem’in vazgeçilmez teması), aileden devralınan mutsuzluk, Polonya Almanlar tarafından işgal edilirken kendini felaketten soyutlamaya çalışan bir avuç hekimin sıkıntılı mikrokozmosu. Ve kendisi de bir hekim olduğu için, Lem konuya çok hakim.
Binyılın Peşinde: Devrimci Binyılcılar ve Ortaçağın Mistik Anarşistler (1957) / Norman Cohn
Alanında klasikleşmiş bu araştırma tüm heretik akımların tarihçesi değil; Ortaçağ’daki tüm isyanları da değil ama “binyılcılık” denilen ütopik/kıyametçi bir özlemle ayaklananları ve sadece bu kapsamda ana akım Hıristiyanlık’tan sapanların tarihini tüm detaylarıyla ele alıyor: Kendine vahiy indiğini, Tanrı’nın elçisi ve hatta Tanrı’nın yeni-bedenleşmesi olduğunu duyuranlar, onun peşine takılan mülksüz kitleler, kehanetler, kıyametler, isyanlar, komünler, mesihler, dünyanın sonunun gelmesini çabuklaştırmak için ayaklananlar… Norman Cohn, 1957 yılında ana metnini tamamlayıp sonradan İngiltere konusunda ekleme yaptığı kitabında bu kaotik yüzyıllara bir tarihçi serinkanlılığıyla yaklaşıyor. Ne tamamen ekonomik tarih temelli, ne de tamamen dini tarih temelli bir yaklaşımı var; motivasyonları her yönüyle çözümlemeye çalışmış ve sonraki yüzyılların bireyci anarşist ve anarko-komünist akımlarıyla bağlantı kurmaya çalışmış.
Beyaz Veba (1937) / Karel Čapek
COVID-19 pandemisinde çoğu kişi Camus’nün 1947 tarihli Veba romanına vurgu yapmıştı; tam o sıralarda NotaBene, Çek edebiyatının distopya/bilim-kurgu ve hiciv alanındaki öncüsü Karel Capek’in bu oyununu yayımladı. 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yazılmış bu tiyatro metni gerçek bir kehanet gibi: Cüzam benzeri bir salgın, Çin’den başlayıp dünyaya yayılıyor; bu arada savaş patlak vermek üzere; tedaviyi bulan hekim, mutlak silahsızlanma ve savaştan vazgeçilmesi karşılığında tedaviyi zenginlere de sunacağını, kabul edilmezse sadece yoksulları tedavi edeceğini ilan ediyor. Doktorla askerlerin ve silah tüccarının diyaloglarında, savaş yanlılarının nasıl zekâ yoksunu veya çıkarla gözü körelmiş tipler olduğuna tanıklık ediyoruz. Oyunun trajikomik finali ise, suratta patlayan bir yumruk gibi…
Crime on Goat Island (1946) / Ugo Betti:
Dino Buzzati gibi Ugo Betti de “İtalyan Kafka” olarak anılıyormuş; Pirandello’dan sonra en iyi İtalyan tiyatro yazarı olduğu söyleniyor. Orijinal adı Delitto all’isola delle capre olan oyunu, Henry Reed’in 1960 tarihli İngilizce çevirisinden okudum. Bu bir varoluşsal bir suç-draması; güçlü ve düşündürücü. Angelo, tiyatro tarihinde okuduğum en antipatik karakterlerden biri olabilir: O bir demagog, narsisist manipülatör, bir gaslighter ve çok iyi bir hikâye anlatıcısı. Bu izole adadaki üç kadın, onun manyetik alanındadır ve aralarında gizli bir çatışma gelişir. Ondan mı kurtulacaklar, yoksa birbirlerinden mi? Bu sorunun ötesinde, daha derin bir soru: Biz insanlar, burada, kendi adamızda ne yapıyoruz?
Film
2024 yılında, farklı yıllarda çekilmiş 200’e yakın film izledim. Bunların içinde, en etkilendiğim ve/veya yenilikçi olduğunu düşündüğüm 8 filmi listeliyorum.
Sessiz Kız (An Cailín Ciúin, 2022)
İrlanda yapımı film bize, hayatında ilk kez gerçekten sevildiğini hisseden yoksul, içedönük ve çok az konuşan Cáit’ın yaşamından bir dilimi aktarırken, satır arasında bu sevginin birincil aileyle zorunlu bir bağlantısı olmadığını da gösteriyor. Küçük ayrıntılarda kurduğu sade ama etkili hikayesini, boğazda düğüm olan unutulmaz bir final sahnesine taşımayı başarmış. Ve bu arada, film çekilirken 10 yaşında olan Catherine Clinch olağanüstü bir oyunculuk sergilemiş.
Deli Kadınların Balosu (Le bal des folles, 2021)
19. yüzyılda geçen filmde, ölmüşlerin ruhlarını görebildiğini söyleyince babası tarafından tımarhaneye kapatılan üst sınıftan Eugénie’nin yarı-fantastik hikâyesini izliyoruz. Fakat daha geniş açıda, feminist eleştiriyle anti-psikiyatri birleşiyor. Hipnoz yöntemini ilk uygulayanlardan Martin Charcot’nun histeri tanısını nasıl kadınlar için bir damga haline getirdiğini, kapatılanlara nasıl insanlık dışı muamele edildiğini görüyoruz. Her biri ayrı dertten muzdarip “deli kadınların” her şeye rağmen dayanışması etkileyiciydi. Filmin başrolünü paylaşan sıkı oyuncu Mélanie Laurent, aynı zamanda filmin yönetmeni.
Enys Men (2022)
Folk-horror türüne hafifçe dokunan sürrealist bir film. 1973’te İngiltere’nin güney batı ucundaki ıssız bir adada, Kelt harabeleri içinde nadide bir bitkiyi inceleyen bir botanikçinin çiçekle eşzamanlı ruhsal yolculuğuna odaklanıyor. Çok az diyalog var; arada görünen insanlar hayal mi, kadının anıları mı, oranın ahalisi mi veya ahalinin hayaleti mi izleyici karar verecek. 16 mm ile çekilen film 70ler sinemasını çağrıştırıyor. İzlerken anlam vermeye çalışmadan imgelerin rüya benzeri akışıyla sürükleneceğiniz filmlerden.
Other Lamb (2019)
Polonyalı yönetmen Malgorzata Szumowska’nın filmi, bir erkek dini liderin çevresinde toplanan kadınlardan oluşan tarikatı ele alıyor; üyeleri kızlarım (daughters) ve eşlerim (wives) olarak ikiye ayırmış mürşit efendi; erkek çocuk olursa ölüme terk ediyor; kızlardan eşlere geçiş yapmakta da bir sakınca görmüyor. “Sürü” adını verdiği ve uygarlıktan uzak yaşayan bu tarikat bir gün yer değiştirmek zorunda kalınca, muhalif “öteki koyun”un bilinçlenme süreci de başlıyor. Sadece erkek egemenliğini değil, lider kültünü veya karizmatik kişiliğin hipnotik gücünü de irdeleyen, yönetmeni-senaristi-yapımcısıyla tamamen kadın elinden çıkma zorlayıcı ve etkileyici bir film.
Kurt Evi (La Casa Lobo, 2018)
Şili yapımı gerçeküstü bir animasyon. Hem stop-motion kil tekniği, hem de suluboya benzeri bir resimleme tekniği bir arada kullanılmış. Konusu için, koloniden kaçan bir kızın, peşine takılan bir kurdu atlatmak için sığındığı evde yaşadığı kabusvari başkalaşımlar denebilir. Bir sahnesinde, 80’lerde Türkiye’deki evlerin duvarlarında gördüğümüz ağlamaklı çocuk portresi var; bu kez kara gözyaşları döküyor. Çocukların İspanyolca, kurdun Almanca konuşması önemli bir ayrıntı; yorumlara göre, Şili’ye sığınan Alman Paul Schafer’in kurduğu şaibeli spiritüel arınma komünü Colonia Dignidad’a eleştirel bir gönderme varmış.
Blue My Mind (2017)
İsviçreli yönetmen Lisa Brühlmann’ın filmi; ergenlik çağına bir ağıt veya tekinsiz bir peri masalı veya metamorfoz odaklı bedensel-korku filmi veya kendini başka bir dünyaya ait hissetmenin alegorisi olarak izlenebilir. Hem sert-gerçekçi, hem düşsel-romantik bir büyüme hikayesi.
Tale of Tales (2015)
16. yüzyıl şairi Giambattista Basile, Avrupa’daki halk hikâyelerinin ve masalların ilk toplayıcılarından biriydi; İtalyan Basille’den Fransız Charles Perrault bayrağı devraldı; Perrault’dan da Alman Grimm Kardeşler. Burada filme uyarlanan üç Basille masalı, ahlak süzgecinin sansüründen uzak, kolektif bilincin (veya bilinçdışının) karanlık ve atak ürünleri olarak kabul edilebilir. Yönetmen Matteo Garrone, kendi yorumuyla yurttaşının masallarındaki tuhaf, tekinsiz, erotik özü yakalamayı başarmış; Goya’nın çizimleri de bir başka esin kaynağıymış. Üç hikâyeyi sırayla değil aynı anda, birbirine paralel akışla anlatmayı seçmesi hoş bir seçim olmuş; Selma Hayek, Vincent Cassel ve Toby Jones’un oyunculukları da cabası.
Sığınak (Der Bunker, 2015)
Alman yapımı film, izolasyonu merkeze alan absürd ve kara komik yapısına rağmen, yönetmeni filmde ciddi niyetler de taşıdığını vurgulamış. Tümünü yorumlamaya kalkışsak bu tekinsiz kaçıklığa ne anlam veririz bilmiyorum; fakat zavallı fizik öğrencisinin oda kiraladığı ürkütücü ev sahipleri, berbat ebeveynlerin tüm gösterişçi ve yapmacık aile dinamiklerinin abartılı bir temsili olarak düşünülebilir.
Özgür Taburoğlu
Sonuna yaklaştığımız bu yıl içerisinde başka başlıkların yanında koloni-sonrası düşünürlerin metinlerine de bakmaya çalıştım.
Koloni-sonrası düşüncede özel bir fail gibi tarif edilen madunun ne olduğunu anlamak önemli göründü bana. Frantz Fanon, Edward Said, Gayatri Spivak, Achille Mbembe gibi düşünürler madunu sadece sömürgecilerin terk ettikleri ülkelerin yerlileri gibi tarif etmiyorlar. Apartheid yapısı tüm dünyada çözülse de, daha gizli, küresel bir başkası işlemeye devam ediyor. Madun bu yeni liberal manzaranın öznesi oluyor bir bakıma. Antonio Gramsci ilk kez madunu tanımlarken, onu yeryüzünde herhangi bir kaynağa erişmekte müşküle düşen insanlar olarak anlatır. Bazen ekonomik, siyasal, toplumsal veya kültürel bir kaynağın ortasında olsalar da onu sermayeye dönüştüremeyen insanlardır.
Bir yandan da, J. M. Coetzee, Albert Memmi, Chinua Achebe gibi edebiyatçıların yapıtları üzerinden madunun dile gelişine tanık olmak önemli göründü. Onlar da Fanon’un sözünü ettiği ruh halleri içindeki yerlilerin dramına odaklanıyorlar. Beyaz ortadan kaybolsa da, tüm dünyada gölgesi kaybolmuyor. Yerlilerin, madunların içinden konuşmaya devam ediyor. Bu metinleri okudukça, emperyalizm, sömürgecilik gibi bir dönemin sol düşüncesinde geniş yer kaplayan sözcüklerin ne kadar güncel olduğunu fark ediyorsunuz.
Hem düşünürler hem de yazarlar, Spivak’ın iyi bilinen “Madun konuşabilir mi?” sorusuna genelde olumsuz cevap veriyorlar. Fakat onların bu dil tutulmasını tüm dünyanın siyah beyaz yerlilerinin genel durumu olduğunu kavrıyoruz. Fanon madunun psikanalizi için iki aşamalı bir işlemin gerekli olduğunu söyler. Saklı olduğu için sayısı ve etkisi daha belirsiz sömürgecilerin çektiği astarı ve sonrasında da Oedipus’un kararttığı bir başkasını açığa çıkarmak gerekir.
Nasıl ki Marx için emekçi tüm insanlığın dramını sırtlanan bir fail sayıldıysa, madun da yeni liberal dünyanın ideal tipi gibi görünüyor. Sistem onun üzerinde ve ona rağmen çalışıyor, onun kaynaklara erişimini sınırlıyor, erişse de bunu herhangi türde bir sermayeye dönüştürmesine mâni oluyor. Bu faili hareket halinde görmek için sömürge-sonrası coğrafyalara dönmeye de pek lüzum yok aslında. Beckett’in anlatı kişileri birer madun olarak İngiltere’nin, Fransa’nın ortasında böyle dolanırlar.
Tevfik Kanoğlu
Şu sıra film izliyorum elimden geldiğince. Yeri geliyor her gün bir film mottosunu benimsemeye çalıştığım bile oluyor. Kitaplar açısından kıt fakat filmler açısından zengin bir yıl olmuş, şöyle bir izlediğim filmlere baktığımda görüyorum bunu. Neler izlemişim?
Kuru Otlar Üstüne
Sinemasını çok beğendiğim ve kendisinden her daim öğrenecek bir şeyler bulduğum, belli bir anlatım ustalığına sahip olduğunu düşündüğüm Nuri Bilge Ceylan’ın son ve etik bakımdan bir takım bıçak sırtı meseleleri sorguladığı filmi. Kürt sorunu, öğretmen öğrenci ilişkisinde duyguların-etiğin sorgulanımı, yine dar alanda meydana gelen entrikalara dair güzel gözlemlerin yer aldığı vahşi bir taşra kompozisyonu, resim gibi sekanslar yine -Bruegel’in kar manzaralarından, Gogh ve Caspar Friedrich’in paletinden, ışığından çıkartılmış gibi sahneler.
İklimler
Yine bir Nuri Bilge Ceylan filmi. NBC’nin eşiyle birlikte başrolü paylaştığı durgun, trajik, felaketlerin çat kapı değil de hazin hazin, ağır bir başla geldiğini aktaran bir eser adeta. Duygusal ilişkilerin çıkmazları anlatılıyor. Her aşkın mutsuzluğuna dair imalar, çıkarımlar var sanki. Bir aşk üçgeni var. Bir tarafta femme fatale, öte tarafta Meryemvari bir kadın aurası var. Erkeğin bu duraklar, iklimler arasındaki savruluşu var. Yönetmenin ve eşinin oyunculukları da öngördüğüm kadar kötü değil ve üstelik Ebru Ceylan ne kadar duru bir yüz güzelliğine sahip, bu da dikkatimi çekti.
Blow-Up
Antonioni sineması ile tanışmamı sağlayan film. Londra’da, Swinging Sixties denilen dönemde geçiyor. Herbie Hancock’un müzikleri eserin dibinden dibinden akıp ilerliyor, The Yardbirds’lü bir sekansı dahi var filmin. Dönemin modasını, punk’ını, hipster kültürünü biçimsel olarak, güçlü bir renk paletiyle veriyor. Hızlı, aksiyonel bir film. Gerek karakterlerini, gerek kadrajını hareketli tutmayı seviyor. Odaklandığı şey ise bir cinayet. Fotoğrafçılıkla ilgilenen insanların özellikle izlemesi gerekiyor. Sinemanın ne kadar güzel bir iş olduğuna dair bir tür referans Blow-Up.
Perfect Blue ve Paprika
Her iki film de, anime söz konusu olduğunda kendine has dehası hemen dikkati çeken Satoshi Kon tarafından yönetilmiş. Çok fazla konuşmaya gerek yok. Başlı başına, seyirlik bir tecrübe her iki film de. Perfect Blue’nun özellikle çıplak mavi tonları, seyretmesi nedense kendime yakın bir şeylerin peşinden gittiğim hissini veriyor bana. Animedeki bir replik ise dikkatimi cezbediyor, zaten bir işimde kendim de faydalanıyorum: But illusions don’t kill. Perfect Blue, ben bir başkasıdır’ı anlatıyor ise Paprika, düşün rasyonel olanı ele geçirdiği, burada genişleyerek, bilinçdışını tamamen reel-görünür kıldığı bir, ben her şeydir-herkestir’i anlatıyor. Yani benim anladığım bu. Satoshi Kon’un bu iki kült animesi, anlam derdine düşmekten ziyade seyir zevki, düş keyfine kendinizi kaptırmanız gereken muhteşem eserler. Görsel besleyiciliği ise çok ama çok zengin, özellikle Paprika.
Peeping Tom
İzlediğim ilk ve tek Michael Powell filmi. Patolojik bir cinsel obsesyon olan röntgenciliği konu alıyor ve bu bağlamda, sinematografik bir analiz uygulamaya koyuluyor, kanımca büyük ölçüde bunu başarıyor. Hitchcock filmleri gibi psikanalitik bir intelekt havuzu var filmin kanımca. Ağır, ihtiraslı, renkli ve elbette sapkınca ürkütücü. Sinemada psikanalitik işlerden hoşlananlara tereddütsüz tavsiye ederim.
M: Bir Şehir Katilini Arıyor
Fritz Lang’in sinemasıyla tanışmamı sağlayan film, açılışından bitişine beni ekrana mıhlamayı başarıyor. Siyah beyaz bir film. 1931 yapımı bir yapıt olması itibariyle, hayır sinematografik, işitsel-görsel olarak ilkel değil tersine, kılı kırk yaran bir titizliğe sahip. Sekanslar fotoğraf gibi. Oyunculuklarda tatmin edici bir tiyatrallik var, sinemanın tiyatro ile at başı gittiği yılların verimlerinden olsa gerek herhâlde. Berlin’i bir haydutluk ve şuç şehri olarak seyrediyoruz. Adaleti sağlamak arzusu içinde olanların bile düzen grupları ile sorunları bulunan çeteler içinden çıkması ise ayrı ironi. Pedofil bir seri katili anlatıyor film. Yani doğrudan onu değil, onu yakalamak istemini. Bu cani şüphe yok ki yakalanmalı, ancak yargılanmasına müsade verilecek kadar empat davranılmalı mı ona karşı, onun bile kendini savunmak hakkı var mı, o dahi yargı karşısında kendini savunma hakkı olan herkesle eşit mi; üstelik bir şehir (Berlin), pedofil bir seri katili köşeye kıstırmak konusunda adli yeteneklere mi sahip yoksa bu cani kimliği üretecek denli karabasanlı mı?
Alien: Romulus
Klasik bir Alien filmi. Alien filmleri bir yenilik arayışına ihtiyacı olmaktansa kendi klasisizmlerini koruduklarında bir korku filminin ötesine geçiyorlar kanımca. Bir uzay operasına dönüşüyorlar. Romulus da böyle bir film. Alien filmlerinin asıl yönetmeni Ridley Scott bu filmde yönetmen değil yapımcı koltuğunda. Son Alien filmi Covenant’ın beklentileri yeteri kadar karşılayamamasının ardından vallahi, yeterli, tatmin edici nitelikte bir yapım.
Naked
Nihilizme adanmış bir karakter, nihilizme adanmış bir film. Johnny rolünde başına buyruk bir David Thewlis’i seyretmek çok keyifli ayrıca. Nihilist karakter; bazılarımızın deneyip başaramadığı, bazılarımızın kendini erken emekli ettiği, bazılarımızın gerçekdışı bulduğu, bazılarımızın ihanet ettiği bir varoluşçuluk eylembiçimine sahip. Tamamen özgür olmanın verdiği kuşatılmışlığın içinde o kadından o kadına, o mekândan o mekâna, o şehirden o şehre koyveriyor kendini. İnsanlarla arasında çoktan körelmiş bir varolma durumu var, ona göre sanki bizi başkalarına bağlayan o korunaklı alanlar çoktan ölçüsüzleşmiş, kaybolmuşlar. Naked, beni rahatsız etmiş bir film. Kötü etkilemiş bir film. Bu denli büyük özgürlüklere sahip karakterleri seyredince ben artık fenalaşıyorum, onun özgürlüğü benim göğsüme oturuyor, nefesim daralıyor.
Scorsese Filmleri: Goodfellas, Taxi Driver ve The King of Comedy
Arthouse filmlerdense aksiyona katışık, genel izleyici kitlesinin ilgisine hitap eden, belli bir sürate sahip, kafa açtığı konuları felsefeden, sanatın niş alanlarından, dramın yoğunluğundan filan değil de hayatın içinden alan filmlere biraz daha merak saldım. Scorsese bu konuda gayet tatmin edici örnekler çıkarmış. İtalyan mafyası içerisine küçüklüğünden itibaren girmiş bir adamın mafya içindeki entrikalar, haydutluklar alemini tecrübe edip en sonunda bir itirafa varacak ve bu hayattan uzak durmayı seçecek şekilde sürdüğü bir suç macerası Goodfellas. Üç saate yaklaşan süresi içerisinde beni sıkması şöyle dursun, bitmemesi için çırpındığımı hatırlıyorum. Taxi Driver zaten malum, ikonlaşmış, yalnız bir taksi sürücüsü olan Travis Bickle’ın sıkıcı olduğu kadar sansasyon yaratmaya, manik çıkışlarda bulunmaya elverişli tuhaf dünyasının peliküle aktarıldığı bir yapım. The King of Comedy ise Hollywood’daki şov sektörünü, celebrity kavramını tiye alan, annesiyle yaşayan Rupert Pupkin’in popüler bir talk show’da sunucu olabilmek, bunu bir defalığına dahi yapabilmek uğruna giriştiği, kriminalize riskler taşıyan çabalarını, medya içindeki gülünç yükselme serüvenini anlatıyor: Better to be king for a night than schmuck for a lifetime (Bir geceliğine kral olmak, ömür boyu enayi olmaktan iyidir).
Yıl boyu daha bir çok film izlesem de aklımda yer edinenler, kendilerinden bahsetmek istediklerim bunlardı, saydığım filmlerden herhangi birini seyretmek için niyetlenenlere iyi seyirler dilerim.
Ege Çoban
Kitaplar
Daniel Sacilotto – Structure and Thought
2010’larda ortaya çıkan sayısız düşünce akımı arasında analitik-kıta ayrımı ötesinde bir alana ulaşmaya en yaklaşan neo-rasyonalizm hareketinin konsantre hale getirilmiş hali. Sacilotto’nun felsefe tarihine dair okumaları her zaman tutarlılık taşımasa da projesinin cüretkarlığı dikkate değer.
Werner Bonefeld – A Critical Theory of Economic Compulsion
Mau’nun Mute Compulsion kitabına çok iyi bir destek olacak şekilde Bonefeld de eleştirel teoriyi politik ekonominin eleştirisi üzerine temellendirdiği bir kişiler-üstü ve kişiler-arası tahakküm kavramı geliştiriyor. Bu kitapla beraber Açık Marksizm ekolünün temsilciliğini Halloway’den kaptığını söyleyebiliriz.
Richard Seaford – The Origins of Philosophy in Ancient Greece and Ancient India: A Historical Comparison
Seaford’ın Money and the Early Greek Mind gibi çalışmalarını okuyanlar onun ne kadar başarılı bir felsefe tarihçisi olduğunu bilecektir. Bu eserin güzelliği Seaford ‘u normalde uzmanlık alanı olan antik Yunanistan’ın dışına çıkartması. Gerek Eksenel Çağ tartışmalarına belki de nokta koyması bakımından gerek kaynaklar arasında geçiş yaparken gösterdiği rahatlık bakımından Seaford’ın yetenekleri açıkça gözüküyor. 2024’e giremeden kendisi kaybetmiş olsak da bu tür kitapları kalıcılığının ispatı için yeterli olacaktır.
Tariq Ali – You Can’t Please All: Memoirs 1980-2024
Anı yazıları söz konusu olduğunda dünya çapında üzerine kimseyi tanımadığım tek yazar Tariq Ali olabilir. Street Fighting Years’ın bıraktığı yerden devam ederek küresel siyaset ve kültür sahnesinden onlarca olayı Ali’nin gözlerinden deneyimliyoruz. Son nefeslerini alan Sovyetler Birliğine yapılan bir seyahatten New Left Review’ın içindeki editöryal kavgalara kadar bir sürü hikaye var bugünden bakması ilginç olan. 2013’te Istanbul’a yapılan bir ziyaret sonrasında yazdıkları özellikle hatırlanası.
Sinema:
Sinema için oldukça iyi bir sene olmasına rağmen 2024’ün siyasi ve kültürel çehresini 2023 sonunda çıkan bir filmle özetleyebileceğimizi düşünüyorum, American Fiction. ‘Kültürel olarak kimlik temelli otantik bir yerden konuşmak’ gibi yaygın söylemsel trendler olabilecek en sert şekilde eleştiriliyor. İnternetin farklı yerlerinde bu filmi Spike Lee’nin klasiği Bamboozled ile karşılaştırdıklarını gördüm. Kötü bir paralel değil. Bamboozled kimlik tartışmalarının 2000’ler uğrağına bir müdahale ise American Fiction 2010 ve 2020’lerin çok daha dallanıp budaklanan tartışmalarına dahil oluyor. Yönetmen Olúfẹ́mi O. Táíwò çıksa şaşırmazdım.
Müzik:
Knocked Loose ile 2025’e giriş. Bol bol hardcore punk dinletecek olay göreceğiz gibi duruyor.
Koray Kırmızısakal
Bu sene teorik kitapları romanların önüne koydum, ne yazık ki. Anna Kornbluh’un Immediacy or the Style of Too Late Capitalism kitabı, teori dünyasında son derece önemli bir olaydı bana kalırsa. Çünkü mediumun, dolayımların ortadan kaldırılmasından bir hikmet bulan teorisyenlere karşı Kornbluh, Hegel’den atıfla bize, dolayımsızmış gibi gelen şeylerin bizatihi dolayımlanarak geldiğini hatırlatıyor. İçinde bulunduğumuz çok geç kapitalizmin hâkim üslubu olarak dolayımsızlığın kültürel, ekonomik ve politik veçhelerini ve sonuçlarını çok iyi teşhis ediyor. Terry Eagleton’ın After Theory’si ise daha eski, ancak hâlâ klasik bir kitap. Yine benzer sularda sayılabilir çünkü teorinin düşüşüne dair hüzünlü bir eser. Sosyal bilimlerin konusu artık çalışan ve acı çeken bir beden değil; haz duyan bir beden. Teorisyenler için insanlığın yaşadığı sömürü, yabancılaşma, aşağılanma ve sömürgeleştirilme deneyimlerini incelemek yerine, siborgların temsilleri, insan ve insan olmayanların bir aradalığına dair chthulucene incelemeleri ya da mantarların ve mikropların maruz kaldığı sömürgecilikler daha anlamlı görünüyor. After Theory, teorinin dünyasına dair erken ve hüzünlü bir uyarı niteliğinde. Bu iki kitap, aslında teoride “Ne Yapmamalı?” kitapları.
Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları da zihnimde kalıcı bir yer edindi. Geç okuduğum için kendime kızdım. Neden en nihayetinde tarihsel romanlara ve bilimkurguya dönüp durduğumu da anlıyorum. Artık modernist estetiğin özdüşünümsel oyunları ya da Raymond Roussel gibi dili yarma hamleleri hiç ilgimi çekmiyor. Gene Kornbluh’a bağlarsam: anlatı, dolayımlı olmak durumunda. Oysa dolayımsızlığın, birinci tekil şahsın ve yazarın sesinin çok baskın olduğu romanlar çok fazla basılıyor (maalesef birkaçını okumak zorunda kaldım), ama o anlatılara pek katlanabildiğimi söyleyemem. Modernist estetikte dolayım bulunabilir tabii; ancak günümüz yazarları, sanki kendi dünyalarına hapsolmuş gibiler. Modernistlerin soluk kopyaları olmaya çalışırken dolayımsızlığı performe ediyorlar. Kemal Tahir, böylesi dolayımsızlık anlatılarına iyi bir panzehir.
Filmlerden ise The Zone of Interest çarpıcılığıyla aklımda yer etti. Holokost, gözümüzün önünde şiddetle ve kanla değil, arka planda, gündelik hayatın rutini içinde gerçekleşiyor. Bir Nazi subayının sıradan aile hayatı, bahçe işleri ya da daha sistematik öldürme planlarının tartışıldığı sahneler, gündeliklik ve katliamın rasyonalize edilmesini esas şiddetli kılan şeyler. Zygmunt Bauman’ın Modernite ve Holokost, Slavoj Žižek’in Şiddet ve Giorgio Agamben’in Tanık ve Arşiv gibi eserleri, The Zone of Interest filmiyle bu açıdan bir takım oluşturuyor. The Zone of Interest, geçmişte kalmış korkunç bir katliamı temsil eden bir film değil sadece; şu anda Gazze’deki katliamı denizden izlemeye giden turlara katılanların gündelik ve sıradan hayatlarında da benzer şeyler her gün gerçekleşiyor. Drone vızıltıları, Auschwitz’teki bacalardan çıkan dumanların yerini almış durumda.
Dizilerden ise Shogun ve Disclaimer unutulmazdı. Evet, roman seçimlerimden de belli olduğu gibi tarihsel dramalardan yanayım. Shogun, büyük bir hikâye anlatıyor: 16. yüzyıl Japonya’sında birbirleriyle güç mücadelesine girişen samurayları tek bir şogunluk altında birleştirmeye çalışan Yoshii Toronaga’nın öyküsü. Toronaga, aslında kurgusal bir isim; dizinin gönderme yaptığı gerçek tarihsel kişilik, Japonya’yı birleştiren üç isimden biri olan Tokugawa Ieyasu. Feodalizmin Japonya’daki veçhesi olan Tokugawa Şogunluğu (Edo dönemi olarak da geçer), önemli bir dönem çünkü 1603’ten 1868’e kadar sürüyor. Bu dönemi sona erdiren şey ise Osmanlı’daki Tanzimat’a paralel şekilde Meiji Restorasyonu. Disclaimer ise çok daha küçük bir düzeyi anlatan bir hikâye olsa da ele aldığı sorunlar, çok daha büyük toplumsal sistemlere, ataerkil yapıya ve yine dolayımsızlığın ne kadar çabuk popülerleştiğine varıyor. Görsel açıdan da çok doyurucu; yönetmenin Alfonso Cuarón olduğunu görünce, bu görsel güzelliğin kaynağı hemen anlam kazanıyor.