Fransız filozof Michel Serres’in Parazit isimli kitabı Kağan Kahveci tarafından Türkçe’ye kazandırıldı. Bu yazıda, yazarın kitabın İngilizce baskısına yazdığı önsözü, yine Kağan Kahveci çevirisiyle yayınlıyoruz.
Michel Serres Kimdir?
Fransızların ünlü referans ansiklopedisi Encyclopædia Universalis‘de Michel Serres kısaca şöyle tanıtılıyor: “Michel Serres’in eğitimi bilim ve felsefe üzerinedir. 1 Eylül 1930’da Agen’de doğdu. 1949’da École navale’e [Deniz Kuvvetleri Okulu] ve 1952’de École normale supérieure’e [Fransa’nın en yetenekli filozoflarını, bilim insanlarını vb. eğiten, kabul edilmesi en zor üniversitelerinden biri] girdi. Üniversitede ders verme yeterliliği ve felsefe doktorası aldıktan sonra, Clermont-Ferrand, Vincennes, Paris-I ve Stanford Üniversitesi’nde ders vermeden önce Fransız Donanması’nda çeşitli gemilerde deniz subayı olarak görev yaptı. 1990’da Académie Française’e seçildi. Çeşitliliği ve cömertliğiyle, Michel Serres’in bütün eserleri, birbirinden kopmuş iki bilgiyi, gerçekliğimizi anlamanın koşulu olan bilimi ve felsefeyi uzlaştırmaya çalışır.”
Michel Serres, Rosi Braidotti’nin öncülüğünde hazırlanan “The Humanities in Europe” adlı röportajlar serisindeki ilk konuşmacıdır; orada, eğitim yolculuğundan, felsefeyle nasıl ilgilenmeye başladığından, ve temel probleminden de bahseder:
“Size şunu söylemeliyim ki eğitim hayatıma bir bilim insanı olma hedefiyle başladım. Matematik ve fizik sorularıyla ilgileniyordum ve belli bir noktada insan bilimlerini seçmek için yolum çatallandı. Ve hususi bir olay ya da hususi bir karşılaşma nedeniyle insan bilimlerini seçtim. 1930’da doğdum, yani savaş ilan edildiğinde dokuz, İkinci Dünya Savaşı bittiğinde on beş yaşındaydım. Ve hayatımdaki en önemli olay Hiroşima ve Nagazaki’de atom bombasının patlamasıydı. Ve bu patlama felsefi bir nedenle belirleyiciydi. Manhattan Projesi’nden önce hepimiz dünyada bilimin tamamen iyi olduğuna ve sadece onun iyi olduğuna ikna olmuştuk. Buna bilimcilik deniyordu. Ve birdenbire olağanüstü bir bilinç krizi oldu: ama bilim kötüymüş, çünkü bu bilim binlerce insanın ölümünü hazırlıyor. Ve böylece tüm bilim topluluğu yaklaşık on yıl boyunca bu olayın etkisini düşündü, yavaş yavaş oldu, çünkü bu problem hemen bilince çıkmadı. Ve pek çok bilim insanının, örneğin fizikçilerin, atom bilimini bırakmak istedikleri için biyolojiye yöneldiğini biliyorum. Ve o zamanlar on beş yaşında olan ve bilim yaparak yola başlayan ben de, Hiroşima ve Nagazaki soruları üzerine çok düşündüm, ve sonunda insan bilimlerine yöneldim. İnsan bilimleri; çünkü problem bu bilimlerde soruluyordu tam olarak, ve ancak felsefe tarafından çözülebilirdi. Sonuç olarak, bu hususi olay nedeniyle, Hiroşima ve Nagazaki nedeniyle ağırlık bilimden felsefeye kaydı benim için. Yani aslında insan bilimlerini ben seçmedim, onlar kendilerini bana dayattılar, çünkü bu olay benim tüm kuşağım için, benden önceki kuşak ve benden sonraki kuşak için belirleyici oldu. Ayrıca sonra, doğa bilimleriyle ilgili sorular geneldi; kimyada, biyolojide, vd. Fakat mesele bilim etiğiydi daima, ilerleme mefhumuna dokunan tüm problemler. Bu nedenle, bu soruyu felsefenin ışığında incelemek gerekiyordu. Böylece sözel dünyaya girdim. Görüyorsunuz: sayılardan harflere. Ve o zamandan bu yana, tüm hayatım boyunca insan bilimleri benim için hard sciences ile soft sciences arasında bir nevi köprü oldu.”
Michel Serres, “Humanities in Europe” röportajında ise tüm düşünsel üretiminin amacını şöyle açıklar:
“Hayatımın bir amacı var; ve insan bilimlerinin de amacının bu olması gerektiğine inanıyorum. Önemli bir devrimden geçiyoruz. Dünya değişiyor ama daha iyiye doğru değişiyor. Mesela, kent ve kır arasındaki denge değişti, yaşam beklentisi değişti, altmış yaşındaki bir kadının ölüme 17. yüzyıldakinden daha uzak olduğunu biliyoruz. Yani beden değişti, doğum, yaşam, ölüm, insanlık değişti. Bugün dünya nüfusu benim doğduğum zamankinden dört kat daha fazla. Yani aynı dünya değil, aynı hayat değil, aynı beden değil. Ama aynı kurumlara, aynı siyasete, aynı hükümetlere, aynı hukuka sahibiz. Bu mümkün değil. Bir yanda olduğu haliyle dünya, insan dünyası, diğer yanda tarih var. Önemli bir değişim var ve bu değişimi hümanizm kelimesinin icat edildiği zamanlarla kıyaslayabiliriz. Hümanizm kelimesi Rönesans’ta icat edildi, Orta Çağ’dan Rönesans’a kadar büyük bir değişim yaşandı çünkü. Aynen bizimki gibi. Ve o zamanlar her şey değişti: Yeni bir kültür, yeni kurumlar, birlikte olmanın yeni yollarını icat etmek zorunda kaldılar. Sonuç olarak, bugün amaç, bu yeni kültürü, bu yeni insanlığı hazırlamayı denemektir. Bu ciddi bir çalışmayı gerektirir, ama tutkulu ve ilginçtir.”
Çok yakın bir zamanda, 2020’de Michel Serres üzerine İngilizce bir giriş kitabı yazan Christopher Watkin, Michel Serres’in İngilizce konuşan dünyada (Türkiye’dekine benzer şekilde) çok az bilinmesine olan şaşkınlığını şöyle dile getirir:
“Michel Serres 1960’ların sonundan 1 Haziran 2019’daki ölümüne kadar durmadan yazdı. İnsanlığın geleceğinden toplumsal ilişkilerin doğasına ve ekolojiye kadar çağdaş öneme sahip konularda, aralarında Fransa’da liste başı olan üç kitabının da bulunduğu kırk beş kitap yazdı. 1900’den bu yana ünlü Académie Française’in “ölümsüz” üyeliğine seçilen sadece on filozoftan biri oldu; çok sayıda uluslararası ödül aldı ve Lyon’daki seçkin École normale supérieure‘ün kütüphanesi onun adını taşıyor. Hal böyleyken, kendine özgü ve çığır açan düşüncesinin İngilizce konuşan okurlarca çok az biliniyor olması ne kadar merak uyandırıcı ve davetkârdır. (…) Serres her yerde ve hiçbir yerde: son elli yılda her yıl ortalama bir ya da iki kitap yayınlamasına rağmen, televizyonda düzenli olarak görünmesine rağmen, ve 2004’ten 2018’e kadar ulusal bir radyo programının sunuculuğunu yapmasına rağmen, önde gelen Fransız filozofları ya da entelektüelleri listesinde yer almıyor ve çalışmalarının yarısından azının İngilizce çevirileri mevcut. Serresçi bir düşünürler ekolünü boşuna ararsınız, ve büyük akademik konferanslarda Deleuzecüler, Foucaultcular ve Derridacıların yanında neredeyse hiçbir zaman Serresçi bir grupla karşılaşmazsınız. Blog dünyasının, son siyasi kararların Serresçi eleştirileriyle dolup taşması da pek olası değil.”
Alış-verişin İnşası: İngilizce Baskıya Önsöz
Tartuffe, sahtekâr, dayatır kendini zengin ve saf bir adama, masasında güzel yemekler yer, karısına kur yapar, kızıyla evlenmeye ve mirasına konmaya çalışır. Peki aldıklarının karşılığında ne verir? Hiçbir şey, palyaço maskaralıkları dışında hiçbir şey. Ne Foucquet’nin sarayının daimi misafiri La Fontaine, ne iyi kadın arkadaşlarının evinde yatan Rousseau, yedikleri ekmek ve üstlerindeki çatı için bir ödeme yaptı, verdikleri sadece kelimelerdi. Daha da kötüsü, hamilerini masallarında ve konuşmalarında ölümsüzleştiren bu iki önemli örneğin dışında, kaç yazar bozuntusu bağışçılarının sırtından geçinmiştir? Bir otlakçı: Rameau’nun Yeğeni‘ne böyle diyordu Diderot.
Kötüye kullanmaya dayalı bu ilişkinin taraflarına ev sahibi ve parazit diyoruz; kendisini davet edenin yanında yemek yiyeni tarif eder parazit kelimesi. Biri her şeyi alıp karşılığında hiçbir şey vermezken diğeri her şeyi verir, hiçbir şey almaz. Elbette, bunlardan ilki çalar; peki ikinci gerçekten verir mi? Ve ne verir veya çalar, bu ikisi? Tek yönde yolculuk yaparlar ve ters yöne girişleri yasaktır; onları birleştiren kanal, ve kanalın daima taşıdığı şey birinden diğerine gider, asla geri dönüşü olmaksızın.
Her birimiz bu tür insafsızlıklarla (veya daha doğrusu, aşırı yenmiş bir ev sahibi ölebileceği için böyle hissedilen insafsızlıklarla), dengeli alış-veriş ilişkilerinden çok daha sık karşılaşmışızdır. Hatta, geçenlerde ayaküstü yaptığım bir sayım sayesinde gördüm ki tanıdığım kültürlerde, parazit üzerine metinlerin sayfa sayısı alış-veriş betimlemelerinden çok daha fazla.
Bu ilişkinin analizi (o kadar yalındır ki en basit ilişki olduğu söylenebilir), toplum bilimlerinin sınırlarının ötesine gider: biyoloji de deneyimler bu ilişkiyi. Faunada ve florada görülür: bakteriler, böcekler ve eklembacaklıların yanı sıra botanik versiyonu için ökseotu ve bazı mantarlar. Bir canlı bazen başka bir canlıya musallat olur ve geçimini, yemeğini ve ısınmasını ev sahibinin organizmasından sağlar; bu durumda ev sahibi organizma da bazen ölüm noktasına varacak şekilde kendisinden ona verir. Burada parazit ilişki önce gelir komensal/ortakçı ilişkiden; yani aldığına karşılık bir avantaj getiren ilişkiden: daha kompleks bir alış-veriş simbiyozu.
Anne kanıyla beslenmiş bizler, annemizin rahminde ilk bu şekilde yaşamadık mı? Bizim doğumumuz, onca verdiklerinden sonra, ev sahibinin artık taşıyamadığı yabancı bir organizmanın dışarı atılması olabilir mi? Ebeveynlerimizden aldıklarımızı biz de çocuklarımıza geri veririz: çocuklarımızın ev sahipleri, ebeveynlerimizin parazitleri. Büyütme, sütten kesme, evden ayrılma… Kısacası, eğitimimiz bizi ilkel parazit alışkanlıklarımızdan yavaş yavaş kopararak bir alış-veriş faili haline getirmekten ibaret değil mi? Bu toplumsal ve pedagojik yapının ne kadar kırılgan olduğunu görürüz sık sık, çünkü en ufak bir fırsatta birçok insan sanki temel denge durumuna yönelir gibi bağımlılık davranışına sığınır.
Toplum bilimlerinin ve biyolojinin ötesinde, fizik bilimleri de deneyimler bu ilişkiyi. Bizim Latin dillerimiz, doğrusu, iletişim kanallarında dolaşan sabit gürültüye de “parazit” der: Bu engel olmaksızın bir geçiş olamaz, içinde anlamın risk altında olduğu kaçamak konuşmalar olmaksızın dil olamaz, titrek çizgiler olmaksızın bir çizim olamaz, yanlış anlamalar olmaksızın diyalog olamaz, arızi çatırtılar olmaksızın kanallar olamaz, toparlarsak, arka plan gürültüsü olmaksızın doğa olamaz.
Parazit, tüm söyleme ve verme ilişkilerinden öncedir.
Bilim insanları alış-verişe/mübadeleye, insan topluluklarının oluşumunda kurucu bir rol verir; bu konuya ilişkin, mantıkçılar, dilbilimciler ve antropologlar arasında geçen tartışmalar ciltler tutar. Çünkü, kolektifin, sözleşmelerini dayandırdığı insanların ve şeylerin bu geçişinden daha kesin ne olabilirdi?
Fakat parazitik pratikler bilim insanlarına temel görünen bu yasaya uymaz; parazit ilişki, armağan-verici ve armağan-alıcı arasında, armağanın içinden geçtiği bir yön tarif eder: ters çevrilemez ilişkilerinin yalın oku, alış-verişin çift yönlü okunu mantıksal olarak önceler ve onu pratik olarak doğurur. Şeylerin insanlar arasındaki geçişinde görülen gizemli “yasa”nın kaynağı, karşılıklılık olmaksızın bu ilişkilerin insanları maruz bırakacağı ölüm riskinden kaynaklanır.
Kültürlerden çok önce cansızlar ve canlılar arasında yaygın olan bu parazit ilişkiler insan kolektiflerinin oluşumundan önce iş görürler; alış-verişi reddederek, alış-verişi hazırlarlar; yani sonra inşa edilen bir şeydir alış-veriş, ve toplumsal ve kültürel yapı onun üzerine kurulur. Karşılıklılığa dayanmayan bu sabit ve daimi ilişkiler bu yapıyı kurdu.
Yaklaşık yirmi yıl sonra, daha iyi anlaşılması için farklı bir üslup verme eğiliminde olsam bile, bu masallar ve imajlar kitabı bahsettiğim bu temel teoriyi destekliyor; ve bu teorinin doğruluğu konusundaki fikrimde hiçbir değişiklik olmadı, çünkü her gün deneyimliyoruz doğruluğunu.
Michel Serres
1978-1997