Edebiyat artık çoğunlukla bir yazara, daha önce temsil olanakları bulamamış bir sosyal grubun “sesi olma” imkanı sağlayan bir platform olarak görülüyor. Bu gruplar, etnik ya da cinsel azınlık mensubiyeti taşıyanlar ya da kendini mevcut edebi gelenekle temsil edilemeyecek kadar genç ve farklı hisseden yeni bir nesil olabilir. Bu gruba ses olan yazarın da peşinen o grubun bir mensubu olduğu varsayılıyor. Burada “verilen” ses onların kendi sesleri ve fakat aynı zamanda bir “topluluğun sesi” olma iddiası taşıyor. Bireysel bir sesin, bir grubun sesi olarak görüldüğü anda ortaya çıkan sorunlara dair pek çok şey denebilir; ancak bu “sesi olarak yazma” işinin edebiyat ile ilişkisi bakımından daha yakıcı bir mesele söz konusu.
Gerçekten de Balzac’tan Dostoyevski’ye ve Jane Austen’den Thomas Mann’a büyük Avrupa roman geleneğini hatırlayacak olursak, bu gelenekten gelen romancılar bir ses sahibi olmaktan imtina etmiş; bunun yerine, başkalarının seslerinin duyulabileceği bir edebi alan yaratmışlardır. Kendi seslerini, her sosyal grubun kendine bir yer bulduğu “insanlık komedyasını” sunmak üzere geride tutmuşlardır. Yazın, yazarın kendi kesimine değil başkalarına duyulan meraktan ortaya çıkıyordu. Yazının böylece başkalarına meraktan “aynı olana” meraka evirilmesi, bugün ötekilik problemine odaklanan kuramsal tartışmalarla mukayese edilince bilhassa dikkat çekici bir hal alır. Peki ama bu eski roman geleneği nereye kayboldu?
Bugün internet Balzac ve Dostoyevski gibi yazarların romanlarının yerine geçti. Artık başkalarının ne düşünüp ne hissettiğini görmek için baktığımız yer internet. Fakat eğer internet gerçekten günümüzün yegâne klasik romanı ise, tam burada şu soru çıkıyor karşımıza: bu iyi mi yoksa kötü bir roman mı? Balzac ve Dostoyevski’nin romanlarından daha mı iyi ya da onlar kadar da iyi değil mi?
Elbette, internet ile Dostoyevski romanları arasında önemli bir fark var: internet onu kullananların, onun okurlarının katılımıyla yazılmış bir roman. Bu okurlar da kendi aralarında beğeni ve hoşnutsuzluk dağıtarak veya sadece bazı seslere tıklayıp onların popülaritesini artırarak internete müdahil olan bireysel sesler alanını etkileyebilirler. Okuyucuların beğendiği sesler daha fazla, beğenmediği sesler daha az yer tutar. Adil bir oyun gibi görünüyor bu. Öyle ya, Dostoyevski romanlarında apaçık bir şekilde nahoş olan bazı sesler neden daha fazla yer tutuyor da diğerleri daha az yer tutuyor ya da yok sayılıyor? Bu muhakkak demokratik kamuoyunun aksine otoriter olan yazarlık rejimiyle ilgili. Gelgelelim bu kusur mazur görülebilir. Dostoyevski’nin romanlarını kaleme aldığı zamanlarda internet, dolayısıyla bireysel seslere verilen kamusal tepkiyi ölçme ve inceleme olanağı yoktu.
Bugün, şayet istersek, belli bir sanatsal ya da edebi sesin, örneğin Kansas’ta Wichita’nın kenar mahallelerinden iki çocuklu beyaz kadınlar tarafından beğenildiğini ya da Florida’da Miami kentlisi çocuksuz siyah erkekler tarafından beğenilmediğini bilmemiz mümkün. Evet, şu an bildiğimiz şey bu. Ancak bu insanların beğendikleri şeyleri neden beğendiklerini ya da beğenmedikleri şeyleri neden beğenmediklerini bilmiyoruz. Anlaşılan o ki, beğenilerine dair herhangi bir gerekçeye sahip değiller ya da bu gerekçelere ilişkin onlara soru soran yok. Oldukları gibi olmaları da yeterli bir gerekçe. Lakin en şaşırtıcı olansa, okuyucuların bu istatistik yöntemlerini kendilerine tatbik etmeye bunca hazır olmaları. Belli metinleri, sırf bu metinlerin onlar ve onlara benzeyen insanlar için yazıldığını düşündüklerinden beğendiklerine inanmaya başlıyorlar.
Yani, istatistik yöntemi iş görüyor. Öyle ki, bu yöntemler insanların belli sesleri sevip sevmeyeceğini tahmin de edebiliyorlar, ama neden beğenip beğenmediklerini açıklayamıyorlar. Belli bir edebi sesi, belli bir çay kahve tipini beğenir gibi beğeniyorlar, beğenilerini izah etmek zorunda hissetmeksizin… Kant’ın, yemek ile ilgili beğeni ile edebiyat ve sanat ile ilgili beğeni arasında bir fark olduğuna dair bilindik bir iddiası vardır: belli bir yemeği tercih ederken başkalarının bu damak tadını paylaşmasını beklemem, oysa sanat alanında ötekilerin benim ile mutabık olmalarını isterim. Tam da bu nedenle onları estetik ve bu dolayım ile siyasi tasarrufuma katılmaya ikna etmeye çalışırım. Bunu da konuşma yoluyla yaparım.
Kant’ın tarif ettiği “Aydınlanma toplumu” çağından hayli uzaktayız muhakkak. Bugün insanların beğenilerini değiştirmeleri konusunda ısrarcı olmanın hiçbir anlamı olmadığını biliyoruz. Öncelikle bu imkânsız, sonra bunun neden bu denli önemli olduğu müphem. Peki ama bundan, bugün sanatsal ya da edebi bir çağrıya karşılık vermenin tek yolunun beğenme, beğenmeme olduğunu mu anlamalıyız, parmakları görelim 👍👎? Bu ise bizi, halkın meşhur Sofistlerin hitaplarını takip edip sessizce beğendiği ya da beğenmediği o geçmiş pre-Sokratik günlere götürüyor. Sokratik devrim tam olarak bu sessizliği yıkıp soru sorma, karşı argüman koyma, tartışmada yalnız kalanların seslerini de kapsama ve bu yolla hatiplerin aslında tam olarak ne dediklerini açıklığa kavuşturma kararından doğmuştu. Sokratik devrimin amacı daha önce sessiz kalmış kimselerin sesi olmak değil kamusal alanda zaten bulunan sesleri anlaşılır kılmaktı. Sokrates’in kendisi de bir söz sahibiymiş gibi davranmadı. Ancak başkalarının sözlerini sorguladı.
Sokratik diyaloğun, her meselenin tartışılıp herkesçe değerlendirileceği türde bir kamusal alan örgütlemek için bir model önerdiğini söylemek kolay. Sokrates, en azıdan Platon’un tarif ettiği kadarıyla, böyle bir alan inşa edebildi çünkü kendisi söz, kanaat ya da bilgi sahibiymiş gibi davranmadı. Peki ama kim kamusal alanda bu kadar nötr bir sıfır noktasından konuşup hiçbir şekilde kamusal alana müdahale etme arzusu beslemeden kamusal bir tartışma örgütleyebilir? Hükümet? Saçmalık. Hükümetin elbette bir diyeceği vardır ve bunu duyurmak için de elinden geleni yapmak için her türlü gerekçesi olacak. Akademi? O da entelektüel modayı takip eder ve öyle de yapmak zorundadır, ki öğrencileri bu modaların şekillendirdiği bir toplumsal hayata hazırlayabilsin. İnternet? Nötr gibi görünüyor; fakat, hatta aslında, belli tartışmaları, belli sesleri diğerlerine tercih eden algoritmaların manipülasyonu altında. Bazı durumlarda bu tercihler apaçık; bazı durumlarda ise daha az belli; fakat yine de okurun dikkatini bir istikamete yönlendiriyor ve diğer istikametlerden de çeviriyor. Ayrıca internet Buda bilinci kadar nötr bir ortam olmuş olsa dahi, biz yine de bunda bir bit yeniği olduğunu düşünürdük.
Ne de olsa Sokrates de halkı kendi tarafsızlığına ikna etmeyi başaramamış ve ölüme mahkûm edilmişti. Muhakkak, soruları belirli bir strateji izliyordu. Sokratik diyaloğun “adil fikirler müsabakası” ile hiçbir alakası yoktu. Daha ziyade, bu sorular konuşanların kendilerini ve kendi fikirlerini pek de anlamadıklarını ortaya koyuyordu. Bu kişiler, belli bir hakikate sahip olduklarını düşünüyor ve bu hakikate ses vermeye çalışıyorlardı, fakat henüz kendilerini bile bu hakikate ikna edebilmiş değillerdi, değil ki başkalarını ikna etsinler. Sokratik diyaloglar asla bir mutabakata ya da geçici mantıksal bir neticeye bile çıkmıyordu. Bunun yerine bir yemek arası ya da mola verme önerisi ile bölünüyorlardı. Böylece Sokratik diyalog adeta asla nihayete ermez, tamamlanmaz; kendi süreğinin potansiyel olarak sonsuz perspektifini muhafaza eder. Gerçekten de birisi ne zaman ötekinin “sesine” tepki olarak “beğendim” ya da “beğenmedim” derse, iletişim orada biter. Bu nevi bir tepkiden sonra söylenecek bir şey yoktur. Ötekinin sesi, bu ötekiden de önce yok olup gider. Ta ki, bunun yerine birisi şunu sorana kadar: “Peki bununla tam olarak ne demek istedin? Açıklar mısın?” Bu durumda iletişim devam eder. Böyle seyreden bir iletişim genel kabul gören bir hakikate varır mı? Zor. Fakat başka bir şey yapar: bir sesi sadece beğenilebilir değil anlaşılabilir de kılar. Bunun da anlamı şudur: bu ses onun taşıyıcısından özgürleşir. Doğru ya, başkasının meramını kavramamın anlamı neydi? Şudur; ben onu devam ettirebilirim. Bunu o öteki kişi gibi tartışabilirim. Böylece ötekinin sesi onlardan sonra da hayatta kalır.
Klasik edebiyatın ayrıcalığı; Sokrates’i takiben, çoksesli olması ve etkileşimlerinde tek değil çok söze alan açmasıydı. Dostoyevski’ye yaptığım atıf bu nedenle tesadüf değil. Çok sesli roman mefhumunu ortaya koyan Mihail Bahtin, aslen Dostoyevski’nin romanlarını örnek verir. Bahtin, Marksist bir geçmişe sahipti ve karakterlerin tekil seslerinin “kurgu” olmadığına, kendi zamanlarının sosyal gerçekliğinden geldiğine ve kendi prototiplerinin sosyal konumlarını gösterdiğine inanıyordu. Fakat Tolstoy ve Balzac’ın aksine, kahramanlarının “ideolojilerini” belirleyen özgül sosyal şartları tarif etmekle pek ilgilenmiyordu. Romanlarında, katılımcıların benzer bir tartışmada gizli, “sözsüz” toplumsal konvansiyonlar tarafından dışlanacağı ve sessiz kalacağı “gerçek dünyada” mümkün olmayacak ütopyacı, saydam bir tartışma ve ideolojik çarpışma evreni yaratıyordu.
Bu ütopyacı, çoksesli durum; bize okurlar olarak Dostoyevski’nin kahramanları ile özdeşleşme, sadece şu ya da bu sesi öylesine beğenmek ve beğenmemek yerine, iletişim ve mukabelenin ütopyacı evreninde yer bulma imkânı sunar. Bu anlamda Dostoyevski’nin romanları Sokratik diyaloglarla benzer bir işlev görür.
Edebiyat evreni “gerçek” sosyal ortamın engelleyeceği şeffaf iletişim olanaklarının kapılarını aralar. Daha önce de öne sürdüğüm gibi; hiçbir siyasi otorite, bütün bireysel sesin diğerleriyle diyalog kurabileceği şeffaf, “çok sesli” bir iletişim ortamı örgütleyecek kadar “tarafsız” olamaz. Muhakkak Bahtin’in bazen öne sürdüğü gibi, bir yazarın kendi sesini sıfır seviyesine düşürüp serbest akan bir tartışma ortamı kurabileceğine inanmak naiflik olurdu. Ancak böylesi bir gereklilik aslında biraz da fuzuli. Romanın edebi dünyası açık ve şeffaf bir şekilde çatılır. Romanda gizli saklı, şu ya da bu karakterin başarısına koşut bir çıkar ya da okurun dikkatini manipüle edecek örtük algoritmalar yoktur. Bütün okurlar Dostoyevski’nin, Tolstoy ya da Balzac’ın ne demek istediğini anlar. Ve fakat her okuyucu başkalarının seslerine yinelik halis bir merak da paylaşır; bu merak da farklı seslerden ibaret bir çokluğun duyulacağı ve itiraza çarpacağı o ütopyacı, çok sesli ortamın kapılarını aralar. Böylece herhangi bir okuyucu, en azından hayali olarak, bu ütopyacı alana dahil olup bazı seslere karşı gelebilir ve diğer sesleri ikna edici bulabilir. “Tek yazar, tek ses” prensibine bağlı edebiyatı monoton ve rahatsız edici hale getiren de bugünlerde bir roman evrenine girme imkanının noksanlığıdır.
E-flux‘ta yayınlanan bu yazıyı Yılmaz Ruhi Demir çevirdi. Öznur Karakaş redakte etti.
Ana Görsel: Hieronymus Bosch – Dünyevi Zevkler Bahçesi Wikimedia Commons