Aşk belki de ilişkilerin en radikali, en yaratıcısı, en dönüştürücüsü ama bir yandan en tüketilmeye hazır, en popüler olanı. Şair Arthur Rimbaud’nun ölümsüz dizesi “Aşkı yeniden icat etmeli” tam da bu tehlikeye karşı uyarıyordu bizleri: aşk öylesine alelade bir şey oldu, öylesine şeyleşti ki, onu baştan yaratmalı ve ona eski gücünü vermeli.
Aslına bakarsanız tümüyle aşk söylemleriyle çevriliyiz, popüler kültürden halk hikayelerine, mitolojilerden, sanatın her türlüsüne kadar onu ele almayan, dile getirmeyen yok gibi. Romeo ve Juliet’i, Hüsrev ile Şirin’i bilmeyen var mıdır? Üstelik sinemadan dizi sektörüne, aşkın olmadığı bir eser neredeyse yok gibi; sanki vazgeçilmez bir unsur, olmazsa olmaz bir standart. Ama biz aşkın daha çok dönüştürücü, radikal olarak farklı, insanın ayağını yerden kestiği kadar kendi bildiklerini de sorgulatan yanına odaklanıyoruz.
Alain Badiou, Aşka Övgü adlı kitabında bunu hedefliyordu. Aşkın birleşme, “bir”leşmeden çok, iki olma, çok olma, çeşitlenme olduğundan söz ediyordu. Öyleyse kitle kültüründe bahsi geçen aşkların mesajı genelde bir olmak üzerine kuruludur; iki, bir’e dönüşür. Badiou ise aksine farkın, iki’nin altını çiziyor. Aşk eğer radikal, dönüştürücü bir kuvvet ise onu en az iki’de icat etmeliyiz gerçekten de. Aslında bu fark vurgusu, Luce Irigaray’da zaten mevcut.
Roland Barthes’ın Bir Aşk Söyleminden Parçalar’ında söz ettiği gibi, aşıklar kendilerine bir dünya kurarlar, başka dilleri vardır, aşk son derece mikro düzeyde başlayan bir ütopyadır. Marx da bir yerde, “her türlü özgürleşme, insanın dünyasının ve insanın insanla ilişkilerinin onarılmasıdır” dememiş miydi?
Ana Görsel: Robert Doisneau 1969.