Kaderci Bir Kaçış Estetiği: Doomer [1]
Perec’in Şeyler romanı, sermayenin her şeyi nesneleştirdiği şişkin bir ahlaki ortam içinde, mutluluğu daha lüks ve seçkin bir yaşam tarzı üzerinden kurabileceklerine kanaat getirmiş bir çiftin sınıf atlama egzotizmine odaklanmıştır. Roman karakterleri olan Jérôme ile Sylvie, bulundukları küçük burjuva hayatın monotonluğundan sıkılmış kişilerdir ve öykündükleri yüksek burjuva yaşama erişebilmek için bir kaçış estetiğine sığınma gereksinimi duyarlar. Fakat bu onlara gerçek bir mutluluk sunabilecek midir, yoksa böylesi bir kaçış arzusu; sistem ahlakı tarafından üretilmiş, yalancı bir isteğin keşfedilmesine mi çıkacaktır?
Giriş
Bir süredir, doomer ismiyle kodlanmış bir mem tipinin sanal teolojisini gözlemlemekteyiz. Yazı boyunca irdeleyeceğim bu kültürün ikonalarına odaklanmayacağımı, daha çok referans noktaları ve onun ne türden bir soruna işaret ettiğini incelemeye çalışacağımı, konuya giriş yapmadan önce kısaca belirtmiş olayım.
Bu memetik tip, [2] akademizmin muğlak teori üretiminin siberuzamdaki sinik antagonisti gibi bir şey olarak algılanabilir. Fizik alanda sahici bir belirlenimi yok her ikisinin de. Şeyler içinde zihni ambale olan kişinin, sorunu politik ve ontolojik yapıtaşlarına ayırmak varken, derealize olan bilinci yüzünden, özbenliğini yitirdiği ve psikolojik bütünlüğünün parçalandığı bir dizi vahameti gözlemliyoruz. Sorun, şüphe yok ki, yüzeysel görünümü itibariyle ekonomik ve politik ancak doomer tipi, buna kayıtsız çünkü fizik gerçekliğin olgusal belirlenimine tanıklık etmemiş, yaşamı ekrandan öğrenmiş bir kuşak tarafından üretiliyor ve tüketiliyor. Doomer tipi, insanın kolektif hafızasına dair bazı kayda değer keşifler yapmamızı teşvik eden bir görünüşe sahip.
Doomer, üretici olmayan bir nihilizmi yaygınlaştırıyor. Sorunun köküne inmek istemiyor, kendine ne politik ne ontolojik bir varlık gücü atıyor. Uykusuz, ilaçların kötüye kullanımı sebebiyle yaygın bir biçimde anhedoni duyan, sosyal olarak güvencesiz, psikanalize konu olamayacak denli parçalanmış ve benliksiz; biyolojik varlığını zihinsel bir aritmi ve sirkadiyen bir bozukluğa vardırmış;[3] işin kötüsü, tüm bunun üzerinden bir tür aydınlanma ve kurtuluş teolojisi geliştirdiğini öne süren bir jenerasyon Z ürünü ancak doomer kuşağında; her sorunun üstesinden gelecek bir eylem olarak görülen intiharın sahici bir görünümü olduğu tartışmaya açıktır, bu nesilde öz yıkım muhal bir şeydir; sürekli ertelenen bir öz şiddet arzusudur. Bu bağlamda, doomerizmin okuma alışkanlıklarına Cioran gibi bir ismin sızmasına şaşırmamalı. Doğu Avrupa’da, Batılı yüksek aydınlanmacı idealleri içselleştirmek konusunda hep bir ayağı çukurda kalmış bir bölgede bir süre yaşamış, sonrasında Paris’in çoksesli kültür dünyasına karışıp erginleşse de kökeni itibariyle, içinde yaslı bir Rumen taşralılığı duyumsayan bir aydının, bir dönem Nazizme hayranlığa ve ilk gençliğinde felsefenin tümden reddine kadar varan radikal beyanatlarına da, aynı şekilde, hiç şaşırmamalı. Kişisel gözlemim, doomerizmin Sovyet hayaletleriyle kaynayan Doğu Avrupa kentlerinde, Batılı aydınlanma değerlerini tümden içselleştirme başarısı gösteremeyen Güney Amerika ülkelerinde ve yine aynı değerlerin dışarıdan da olsa aşısına maruz kalmasına rağmen, yüksek bir verim sağlamakta beceri gösteremeyen; Kuzey Afrika ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu Doğu Akdeniz toplumlarında daha yoğun bir ilgiyle karşılanmasının, politik-kültürel iç sıkıntısıyla (spleen) ideal-insani bir toplumsal yapı arasındaki negatif bağı açıklamamızı kolaylaştırmaya yarayan bir harita sunduğu yönündedir.
Bu memetik tipin duygulanımlarına daha yakından odaklanacak olursak, ondaki en temel tepkinin, tepkisizliğe dair neredeyse aşkınsal bir tükenme ahlakını benimsemek yönünde atıl bir tavır sergilemek şeklinde geliştiğini göreceğizdir. Söz gelimi, bir doomer, sıklıkla sürekli geriye saya saya, romantik düşlere kapılır. Fakat geçmişin nostaljik düzlemde tasavvur edildiği bu yılgın hafıza alanı, onu daha da tüketir. Çünkü o, her defasında, nasıl sevgilisi tarafından terk edildiğini –Doomer Wojak’ın sevgilisi Doomer Girl veya Doomerette şeklinde anılır, varlığının nasıl hiçe sayıldığını, bir daha asla romantik bir yakınlığa sahip olamayacağını, bu yüzden yaşamak için bir sebebi kalmadığını ikame edecek anlamlar çıkarır bu hafıza tünelinden. Bu mem tipi, yapıcı bir anlama varmaktan tiksinir, hatta siberuzamda kendini yapıcı bir varlığa dönüştürme gayreti içine sokmaya bir gayret edecek olsun, içinde bulunduğu pesimistik alt-right hizipleşmesi tarafından koyu bir biçimde yargılanır. İşinden, yaşamından, özvarlığından memnun olmayan bu tipin varlığı, sürekli olarak koyu olmasına karar verilmiş bir anhedoni zinciriyle bağlanmıştır. Bu zincir, onun biricik yaşam alanı, biricik sosyal rolü ve biricik teolojisi olacaktır.
Doomerizme göre insan a priori [4] olarak kötüdür ve bunun çaresi yoktur. Dahası kötülüğün kaynağı, tinseldir. Kötülükler; sadece tabiata, insana veya içinde yaşanılan rejime özgü ahlaki veya doğal kötülüklerle sınırlı değildir. Bu tasavvurda, yenemeyeceği, kötücül bir doğa kurgulayan doomer, çözüm fikrini de eler. İşsizlik, istemsiz bekarlık, sosyal izolasyon, fatalizm (kadercilik) gibi şeyleri söylemleştirir ve bu hale bir sistematik atar.
Doomerizmi, Z kuşağının, aşırı rekabetçi bir yapının içinde atıllaşan bir zihnin algı yanlışları ve depresif realizmi üzerine kurulu; felsefi veya bilimsel, kolay yanlışlanamaz genel soyutlamalara erişmeye çalışmaktan uzak, pop bir depresyon ve defektler akımı olarak görebiliriz.
Kurulan bu sistematik; nihilist felsefenin, fideizmin, fatalizmin tarihsel dekorunu yüzünde taşısa da, bu tavır bir felsefi akım olmaktan ziyade alaycı-siber bir retoriğin ötesine geçemez. Memetik şablonlar, doomerizmin hayata dair genel pesimistik soyutlamalarının ezbere dayalı taklitlerinden ibarettir. Kendi kanon ve politik ekollerinden soyutlanmış bir dizi pesimist, fideist, [5] antiegaliteryan (eşitlikçi olmayan), liberter düşünür veya yazarın bir sisteme sahip verili düşüncelerini parodi sosuyla bulandırıp bağlamsızlaştırmaktan öte bir metodolojiye de sahip değildir. (Bahsi geçen yazarlar dizisi, aşağı yukarı şu isimlere atıfta bulunur: Thomas Bernhard, Friedrich Nietzsche, Søren Kierkegaard, Knut Hamsun, Lovecraft, Albert Camus, Guy Debord, Antonin Artaud, George Trakl, Baudrillard, Thomas Ligotti, Georges Perec, Edgar Allan Poe, Samuel Beckett, E. M. Cioran ve bizatihi Ortodoks ve Panslavist bir yazar olan Dostoyevski. Ayrıca, kişisel gözlemlerim sonucunda, gizil mizojinisiyle dikkati çeken Pavese’in, kendi döneminde marksist yazarlar tarafından insanları buhrana sürüklemekle suçlanan Sartre’ın, ‘biriciklik’ gibi; özne’yi toplumsal alanın zorluklarından azade kılan bir ilke inşa etmiş Max Stirner’in, cinselliğe dair aşırı özgürlükçü argümantasyonlar yapan Sade’ın, kitlenin ‘kurban etme’ ritüelinin çok görünür olmasa da derin yapıda hala acımasızca gerçekleştirildiğini öne süren Bataille gibilerinin ve elbette kendi şiir anlayışına egzotizmi yedirmek konusunda marifet gösteren Baudelaire’in bu diziye dahil edilebilecek bazı isimler arasında olduğunu düşünüyorum. Doomerizmi, Z kuşağının, aşırı rekabetçi bir yapının içinde atıllaşan bir zihnin algı yanlışları ve depresif realizmi üzerine kurulu; felsefi veya bilimsel, kolay yanlışlanamaz genel soyutlamalara erişmeye çalışmaktan uzak, pop bir depresyon ve defektler akımı olarak görebiliriz. Çoğunlukla genç kuşak tarafından beslenmesiyse, genç; henüz yetişkinleşmemiş kapitalist suje’nin ne tür bir gelişim evresi içinde olduğunu tahmin edebilmemize yarıyor. Yalnızca doomer tipi üzerinden bile, içinde yaşadığımız yapının tehlikelerini tespit edebilmek mümkün.
Doomerizm bir bilgelik kültürü değildir zira bir metodolojisi, hakikate teşne; ince eleyip sık dokuyan analitik bir tavrı, fizik evrende dolaşıma sokulabilir bir sahiciliği yoktur. Siberuzam ekranlarındaki sanal imzalarca aktarılan bir dizi veri imajıyla beslenen, virütik bir fatalizmdir.
Sovyet Hayaletleri
Yakın zamanda, doomer müzik tanılamaları yapılmaya başlandı. Bunu, bir müzik tarzı veya estetiği olarak algılamak safdillilik olur. Burada mevzubahis müzik kültürü; üretici bir estetik zekânın varlığını değil tüketici bir ahlakın yılgın popülizmini içermektedir. Ki geçmiş hülyalarına sık sık kapılan, geçmişteki yaşantının bugüne tercih edilebilecek denli güzel olduğunu varsayan (doomer remembers better times/ doomer, daha iyi zamanlarını hatırlar) bu depresif akımın müzikal zevki de geçmişte üretilmiş; karanlık temalı, new wave ve post punk merkezli müzikal eserlerin hauntolojisi [musallat-bilimi] [6] yani bir vintage melankolisi üzerine kuruludur. YouTube ve Spotify’da yapacağınız kısa bir araştırmayla, bu türden bir melankoliye atıf yapan bir dizi doomer oynatma listesiyle karşılaşmanız mümkün. Bahsettiğim playlist’lerin bazılarının başlıkları şunlardır: Extremly Suicidal Doomer Playlist, Nightwalk Mix, Russian Doomer, Russian Doomer/War Song, Jazzy Doomer Music, Brazilian Doomer Music, Mexican Doomer Music, Turkish Doomer Music ya da Doomerwave. Bahsi geçen listeler haricinde, andığımız müzikal estetiğin bağlamına giren bir başka şeyin de, bir çoğu popüler olan hüzünlü rock-punk parçaların, sözgelimi Pixies’in Where Is My Mind’ı veya The Smiths’in There Is A Light That Never Goes Out’unun, yavaşlatılmış bir biçimde ve yankı eklenerek (slowed + reverb) oynatıldığı bir dinleme tarzının varlığı olduğunu belirtebilirim.
Bandcamp ve Spotify’da doomer music etiketleriyle arama yaptığınızda evet, karşınıza, azımsanacak düzeyde de olsa, bir medya üretiminin çıktığını göreceksiniz ama çok kısa bir sürede, bunun henüz üretilmiş yaygın bir zevki değil, geçmişe gönderimde bulunan bir zemini de paylaşan müziklerin klonlandığı bir depresyon evrenini ifade ettiğini anlamakta gecikmeyeceksiniz.
Fakat doomer müziği diyebileceğimiz şey tamamen belirlenimsiz de değil. Tahmin edersiniz ki bugün, daima memleşmekteyiz. Bir fikri, bir imgeyi; vurucu bir şekilde karşıya aktarmak ve onu viralleştirmek istiyorsanız yeni memetiğin sinik estetiğini; kendi ideolojiniz, ahlakınız ve tercihleriniz üzerinden kitleye salabilirsiniz, bu sizi ve kitlenizi hem eğlendirir hem de bu çözümsüz, rekabetçi veri evreninde sadık memetik hayranlar edinebilirsiniz. Bu bağlamda, Belaruslu post punk grubu Molchat Doma’nın yeni nesil, doomerizmin sloganlarına oturtulabilecek ve How Belarusian Post-Punks Molchat Doma Became a TikTok Meme/ Belaruslu Post Punk Grubu Molchat Doma Nasıl Bir Tiktok Memi Haline Geldi? isimli bir Pitchfork makalesince de ‘doomer müziği’ etiketi üzerinden tahlil edilebilecek memetik bir vaadi olduğunu söyleyebiliriz. Elbette Molchat Doma da, geçmişe ait bir dizi post punk, gothic rock grubunun estetik inşaları aracılığıyla anılıyor: Bauhaus, Siouxsie and the Banshees ve elbette Joy Division vb. Öyle ki, bu tarz müzikleri; bir geçmiş hayranlığına kapılmadan değerlendiremez bir kitle zevkinin varlığından da kolaylıkla bahsedebiliriz. Molchat Doma, bir Tiktok memi üzerinden viralleşebilen; yeni nesil doomerizm tarafından içselleştirilebilen tarzda koyu bir müzik üretiyor ve ilgili Pitchfork makalesinde de anıldığı üzere, SSCB’nin mimari hayaletlerini de, özellikle Ethazi ve Monument isimli albümlerinin kapağına taşımaktan geri kalmıyor. Grubun bu hayaletsi tarzı, sadece albüm kapaklarıyla sınırlı değil; kullandıkları logo, kliplerinde aktardıkları atmosfer de Sovyet hayaletleri ve avangart grafik tarzlarıyla kaynıyor. (Sovyet hayaletleri için bkz. grubun Volny, Discoteque şarkılarının video klipleri)
Sovyet Rusya’ya dair gerçekleştirilen bu gibi eleştirel kaçışlar, bir yandan liberalizmin şişkinliğinden bunalışı sonuna kadar ifade ettiğini sezdirirken öte yandan da geçkin kapitalizmin, bazı gönderimler üzerinden; sözgelimi, Sosyalist rejimdeki sansürcülük ve tekil-ulusal bir zevkin dayatılması sorununu kaşıyarak, gizli gizli kutsandığı fikrine, doğru veya yanlış, kapılmamı sağlıyor. Yalnızca geçmişin hayaletleriyle doluşan bir bağlamın ürünü olan doomer tipi değil, genel wave dinleyicisi de Molchat Doma’nın solisti Egor Shkutko’nun o egzotik, soğuk ve uzaklardan gelen Slav diline bir kapılma, sığınma; kaçma gerçekleştiriyor. Yabancı bir dilin, ilgi duyulan toplum veya yörenin kültürel dinamiklerinden azade bir şekilde, bir dinleyici tarafından, kendisine kaçılacak bir şey olarak göründüğü bir başka örneğin de She Past Away olduğunu, yeri gelmişken, belirtmeden geçmemeliyim. She Past Away Türkçesi, bir Batılı, Güney Amerikalı için bir kaçış estetiği sunmaktadır.
Doomer’lar bu tür hauntolojilere bayılıyorlar. İzolasyon tribine, geçmiş romantizmine, duygusal ilişkilerin çıkmazlarına odaklanan basit tarzda editlenmiş, bir çoğu neredeyse hiçbir text’e gerek duymadan garip bir iletişim diliyle ağır ağır akan video matrislerine ise bu tarzdaki koyu müzikleri gömmekten pek haz alıyorlar.
Anadolu Tarzı Spleen: Dert Babalığı
Ancak ilgili tavrın, Türk doomer’ında noksan olmamakla birlikte daha farklı bir görünümü olduğunu belirtmeliyim. İçinde bulunulan coğrafyanın doomer özne’sinin Batılı bir varlıkbilimsel boşunalık hissi veya yabancılaşma duygusuna kapılmak konusunda daha başka bir düzleme sahip olduğu gözlemlenebiliyor. Türk doomer Wojak, geçmişin hayaletlerini ona ‘eski laik Türkiye’yi anımsatan genelde militer ve politik obje ve özneler üzerinden çağırmaya çalışıyor. İzmir Marşı eşliğinde Kıbrıs Harekâtı’nı epik bir kazanım olarak düşlüyor, Muharrem İnce destekçisinin bir gününü kurguluyor, Mansur Yavaş’ı alternatif sağ bir bağlama yerleştiriyor ve ona mesiyanik bir anlam atfediyor ki bu tavır alt-right sinizminin vazgeçilmezidir –mesela, uzun süreler Trump’a bu tür sulu bir kurtarıcı kaftanı biçilmiştir.
Avrupalı ve Amerikalı doomer, modern özne için handiyse normalleşmiş bir yabancılaşmayı paylaşır. Evet, işin özü politiktir. Video evrenlerde kürtaj karşıtlığından, istemsiz bekârlığın kadın düşmanlığına varan tavrının onaylanmasına, oradan video oyunları kültürü üzerinden şiddetin normalleşmesine kadar bir dizi politik mesajı sinsice kendi kümesine katan alaycı bir siyasi tavrın varlığını sezeriz ancak yılgın Wojak’ın temel duygusal belirlenimi anhedoni duyması, her şeye yabancılık çekecek kadar çevresinden soyutlanması ve asla başaramayacağı hissi bırakmasına karşılık inatçı bir biçimde ölmek istemesidir. Türkiye’de yavaştan yavaşa boynunu siberuzam üzerinde çıkarmaya başlamış olan aynı kültürün benzer ikonalar üzerinden paylaşılan doomer öznesi ise, elbette Batılı olmayan politik-ekonomik sorunların parçasıdır. Google’ın arama çubuğuna ‘neden hala yaşıyorum?’ yazmak yerine vergi zamlarını, dolar kurunu, araç fiyatlarını araştırmayı seçecektir. Bahsedilen öznenin iç sıkıntısı ise aslında oldukça basit bir düzeyde ilerler –sözgelimi, yatan iddia kuponlarına üzülecektir- çünkü henüz temel yaşam gereksinimlerini karşılayabilecek durumda değildir. Ayrıca onda spleen, noksan olmamakla birlikte, garip bir belirlenime sahiptir: O, bir derdo’dur; dert babası’dır. Demirkubuz film karakterleri gibi Camus, Sartre türü varoluşçuların eserlerine gönderimde bulunsalar da arabesk bir üsluba sahiptirler çünkü Türkiye’nin zor politik-ekonomik iklimince yaşam sevinçleri ve tüm öznellikleri emilmiştir.
Kaçış ve Tarihin Ülküleştirilmesi
Bu memetik tip, geleceğin iyicil varlığına ve şimdinin potansiyeline inanmıyor. Agresif bir yapıları olmamasına, tersine romantik ve kırılgan kişilikler olarak ele alınmalarına karşılık; kendilerinin faşizmin yeniden ikame edilmesini sistematize ve karikaturize eden alt-right bir estetiğin parçaları olarak klonladıklarının, erkek egemen bir evrenin eklem yerlerine çok yakın olduklarının, liberal sol ve onun kimlik siyasetiyle aralarının hiç iyi olmamasını dahi dünyanın karanlık ve ahlaki açıdan kaypak bir yer oluşuna yormalarının politik bilgisini vermek ve aslında kendilerinin sol eşitlikçi değil daha sağ liberter bir siyasal karaktere yakınsadıklarını, bu işin bağlamsal ucunun ise aşırı sağ; dinsel obsesif fikirlere kadar çıkabildiğini ifşa etmekle yetineyim fakat şunu da belirtmeden geçmemeli, bahsettiğim kültür yani mem kültürü sadece alt-right üzerinden tarif edilmekle sınırlandırılabilecek bir niteliğe de sahip değil, gündelik internet dili, hatta gündelik sosyal dil içinde; başka başka çevrelerden insanların söyleminde klişeleşebilen yaygın bir kimliğe sahip. (Hemen aşağıdaki görsel, bu dediğime sadece bir örnektir, benzer örnekler çeşitlendirilebilir)
Tüm bunları ele alırken; birazcık sağa veya birazcık sola meylettiğimizde, her iki hizibin de politikanın temel müşküllerini besleyen genel bir antagonizme, yaygın bir sosyal yapı üretimine varan, birbirlerinden pek de bir farkları olmadığını tespit edebileceğimiz homeopatik [7] bir göndergeler evreninin ortak ürünleri olabildiklerini görmemiz güç değil. Bağlamından ayıklanmış, sorunlara temel evrensel varlık kategorileri atamaktansa, derin düşüncenin zorluklarından kaçan; simülatif bir politik evrenin parçası olduğumuz için, bu temel antagonizmayı görmekte güçlük çekmemiz de doğal.
Bununla alakalı olarak, fizik evrenin; politikanın zorluklarından doomer, içi boş ve sinik bir dinselliğe; bir tür sekülerist dindarlığa, bazı örneklerde askeri savaşlara veya intihar düşüncesine kaçarak kurtulmaya çalışıyor ve bunu bir aydınlanma becerisi olarak yorumluyor –ki işin kurtuluş teolojisinin keşfedildiği ana vardığı noktada ‘bloomer’ denilen karakterle karşılaşmaya başlıyoruz. Bloomer, yazı boyunca konu ettiğim tipe karşıt bir tiptir denemez; belki onun menzilinde olan, kendisi için bir sığınma ve kurtulma eşiği olan bir başka tiptir, diye tarif edilebilir. Bu sahici olmayan kaçışın; bir yığın kültürel varyantı ve paradoksu var.
Kimi doomer Büyük İskender’e ve Doğu Roma’ya, kimisi faşist Mussolini’ye, kimi alaycı; ucu antisemitizme de varabilen bir şekilde, SSCB’ye, kimiyse İsa’ya sığınarak gerçekleştiriyor ancak bu gibi aktarımlarda ilgili karakterin; kendi nihilistik orijininden biraz ayıklanıp, tarihsel-dinsel ütopyaları olan kimselerin algılarını bina etmek için kullanılan bir şablona dönüştürüldüğü gözlemleniyor. Zaten tam bu sapakta, ele alınan mem tipinin politik bir arkaplanı olduğunun saptamasını yapmak da daha kolaylaşıyor. MGMT’nin Little Dark Age şarkısı eşliğinde ilerleyen; doomer’ın aracı bir role sahip olduğu bu tarz propagandif videoların Türkiye ayağında ise yılgın Wojak; Siyasal İslam’ın baskınlığına karşı güç kaybetmiş alternatif sağ bir kitlenin hüznünü aktaran bir şablona sahip bu sefer. Kaçış yapılan bağlam ise, ‘görkemli geçmiş’, ‘büyük zaferler’ vb. göstergelerle militarizmi ve karizmatik erkekliği devreye sokan tarihi bir ülküsellik içeriyor. İsa’ya sığınma durumunun oldukça azımsanacak bir kitle için geçerli olacak olsa da Türkler arasında da yine ‘başka bir dine adanma’ egzotizmi üzerinden, belki Siyasal İslam’a bir tepki içerecek şekilde gerçekleştirildiğini gözlemlediğimi de ayrıca belirtmeliyim.
Ancak şu çok önemli: Bu memetik tip, sığındığı tüm bu yapıları, bir saygı halesiyle besleyen klasik-kanonik bir ülküselliğe sahip değil. Tersine, sığındığı şeyi; tarihsel-ontolojik bağlamından koparıp, komikleştiren ve dahası onu kimliksizleştiren bir üslupla bunu yapıyor.
Şüphe yok ki doomer’ın bütün bu gerçekdışı ve saçma dünyaya karşı sığındığı İsa figürü, Hristiyanlığın kanonik Mesih’i değildir. Buradaki dinsel figür, geleneksel ikonasından soyutlanmış, putkırıcılığa uğratılmış karikatür, aslında olması ya da olmamasının inanca dair etkin bir değer taşımaktan çok kapitalist süje’nin ümitsizliğini sıcak bir memetik şov kültürüyle, bir dopamin etkisine maruz bırakan materyal bir tiptir. Doomer, gerçekliğini kabul etmek istemediği bu karanlık dünyadan yine gerçekliğini tam olarak içselleştiremediği İsa’sına sığınarak kendini soyutlar ve kaçışını sürdürür. Öyle ki biraz rahatlamak için dinlediği ilahiler bile, Hristiyan liturjisine [8] değil bugünün alt-right modasına sürükler onun zihnini (hemen aşağıdaki örnekte görüldüğü gibi).
Perec, 1965 yılında yazdı, girişte bahsettiğim Şeyler romanını, bugün 2021 yılındayız. Sosyal yapı ve roller değişse de, bu olmayan’a kaçış teması, hacmini hala koruyor. Romandaki karakterler, sınıf atlama meraklarını bir türlü tatmin edememelerine karşılık, burjuva tipi bir egzotizmi taklit ederek, Fransız taşrasında kazanacakları bir memuriyeti küçümsedikleri halde Tunus’da öğretmenlik yapmaya razı geliyor, sonunda hayal kırıklığına uğrayacakları; nereye gidilirse gidilsin, henüz varılan yerin de eğer üzerine sahici bir emek konulmamışsa, özne için yine terkedilen yerin sosyopolitiğini paylaştığı türden bir terslik duygusuyla talihsizlikleri perçinlenen bir yolculuğa çıkıyorlardı. Bugünse kapitalist süje, rekabetçi sistemin şişkinliğinden siberuzama kaçacağını, sosyal varlığının zaaflarını bu ağda onarıp bina edebileceğini zannediyor. Bunu yaparken kullandığı yöntem ise, özellikle başvurdukları video düzenlemeleri; bir video-art olarak anılamaz diye düşünüyorum. Bir önceki yazımda; liberal sol bir kültürün potası içinde eridiğini düşündüğüm bir estetik dili, ‘propaganda afişleri’ne layık bulduğumu belirtmiştim, bu videolar için de aynı nitelemeyi yapacağım. Muhattabımız bir video art değil, ucu alt-right’a, yer yer anti-semitizme çıkan; yüzeyi kazıldığında, derinde bir propagandanın sinik tebessümünün yer aldığı estetik bir dil söz konusu. Yani sonuç hayal kırıklığı ve viral bir ümitsizlik.
Zaman ve İç Sıkıntısının Keşfi
Peki ne yapmalı? Ortada bir sorun varsa, öncelikli olarak bu politik bakımdan tespit edilmeli. Ardından bir varlık olarak incelenmeli ve nasıl da politikanın antagonistik, düşman yaratmadan var olamayan dünyasınca içerildiğini sabır ve titizlikle kavramalı ve nihai olarak bu paradoksu metafizik[9] üzerinden aşmalı. Tarihin ve bütün veri süreçlerinin uzlaşımsız evreninden çekilmeli. Sanata sığınmalı, politik darboğazlarından azade, ideolojiler üstü bir sanata. (Bu apolitiklik veya kişinin siyasal sorumluluklarını terketmesi demek değildir. Politikanın üstesinden gelinen bir olgunluk devridir. Bu devrin hemencecik gelmeyeceği açık. O yüzden; tüm bu dönüşüm sürecinde, süje zaten politikanın dertlerini paylaşmaktan, arzu etse de paçasını kurtaramayacaktır.) Ayrıca zaman, nostalji düzeyinde değil; kendi sonsuz sınırı içindeki nesnelerini bitimsiz bir şekilde besleyen bir şimdilik olarak algılanmalıdır, böyle olmalıdır çünkü eğer hafıza-geçmiş gibi kavramlar sadece birkaç onyılın ve ülküleşmiş tarihin radarında kalırlarsa, kişinin algısı politik ve metalaştırılmış bir düzeyde kalakalır; oysa tavsiye ettiğim biçimde bir algı inşa edilirse, buradan güçlü bir sanatın doğma imkânı vardır.
Buhran duygusuna kayda değer bir referans noktası vermek gerekirse bu konuda, tercihen Baudelaire’in spleen (iç sıkıntısı) kavramı ele alınabilir. İlgili duygunun Kötülük Çiçekleri’ndeki aktarımı, iç sıkıntısının; entelektüel, mutsuz bir bilincin değil, öylesine bir yazgının sonucu olabileceğinin ve dünyasal hiçbir haz ve kurtuluş girişimiyle susuzluğunun ortadan kaldırılamayacağının sezgisini bize verecektir. Baudelaire de, kaçmaya-sığınmaya ahitler düzmüştür, o da bir ölçüde yazgıcı bir kimsedir; sıkıntının yatıştırılacağı bir ideal’i kurgulayarak, siberuzam öznelerinin yaptığı gibi, bir olmayan’a kaçış gerçekleştirir. Şiirleriyse bu başarısız yolculuğun dökümanterleridir. Politikanın üstesinden gelmek apolitiklik olmayacağı gibi, metafiziğin keşfi de kolaycılık; kadercilik değildir. Olsa olsa kişinin varlığını bilmeye, iç-dış; var-yok çelişkilerini bertaraf ederek başlamasıdır. Sanat bize kalıcı-ideal imgeyi araştıracak estetik imkânı verirken, doomer vb. kültürler, düşman yaratarak; algı yanlışı bina ederek, politik bir yüzeyde belirli bir süre için salınıp, toza karışmaya mahkûmdur. Kendilerinden geriye hayalet bırakmayacak kadar ketum davranmayacaklarsa elbette.
Ana Görsel: Kanoğlu, Tevfik. Kolaj: Duyguların Erişemediği Derinler. Ankara, 2021
Dipnotlar
[1] Yazı boyunca; doomer, doomerette, bloomer, boomer vb. kavramlara ve onlarla ilgili kültür setlerine yapılan referanslarda, bu ifadeleri Türkçeleştirmeden, onlara yerel bir karşılık bulma kaygısından uzak durarak, kendi orijinleri itibariyle kullanmayı tercih ettim.
[2] Burada memetik ifadesini kullanmakla Richard Dawkins’in genetik merkezli kültürel evrim modeline de bir atıfta bulunmuş oldum. Mem yani, kültürel; iletişimsel eşeyine, kendini süratle kopya ederek ulaşan, sanal bilgi uzaylarında dolaşıma sokulan, neredeyse sözsüzleşmiş; sıklıkla mizahi kodlar.
[3] Burada kastedilen, kişinin çevreyle uyumlu beden ritminin bozulduğu anlarda baş gösteren uyku bozukluklarıdır. Latince circa, ‘yaklaşık’; dies ise, ‘gün’ anlamı verir. Yani terim, ‘yaklaşık bir gün’ü ifade eder.
[4] a priori. Duyusal tecrübeye dayanılmadan, anlama yetisi kullanılarak öne sürülen bilgi.
[5] Fideizm. Latince fides (iman) kökünden türetilmiş bir ifade olup; özne’nin dinin dogmalarını idrak etmesi konusunda anlama yetisinin yeterli olmayacağını, bu yüzden Tanrı’ya mutlak bir imanla bağlanılması gerektiğini öne sürer. Sözgelimi, Kierkegaard radikal bir fideisttir. Fideizmin kanımca en meşhur ifadelerinden biri Tertullianus’a atfedilen Credo quia absurdum ‘saçma olduğu için inanıyorum’ deyişidir.
[6] Marx’ın Hayaletleri isimli eserde öne sürülen bir Derrida yaklaşımı. Eserde hayalet, olumlu-olumsuz, var-yok karşıtlığının ötesinde kullanılmış bir kavram olup bir tür ontolojinin ifadesidir.
[7] Homeopati. Tıp literatüründe adı geçen, ‘seyretilmiş’ ilaçlarla yapılan, alternatif veya sözdebilimsel bir tedavi yöntemi.
[8] Liturji veya liturya. Yunanca, Laos (kavim) ve ergon (eser, uğraş) yani kavim için yapılan uğraş anlamına gelmekte olup ‘ayin’-‘ibadet’ anlamları verir. Verilen memdeki Kyrie Eleson (Rab, merhamet eyle!) ilahisi, ayinsel müziğe bir örnektir.
[9] Burada metafizik kavramı; ilahiyat, teoloji, din felsefesi, doğaüstü, fizik-ötesi vb. gibi bir anlama gelmemektedir. Metafiziği, ‘varlığın varlık olmaklık bakımından araştırılması ve ona genel ilkeler tayin edilmesi, bunun özcü olmayan bir biçimde yapılması’ anlamında kullandım.