Ali Rıza Taşkale
Spekülatif Finans, Radikal Gelecekler: Kim Stanley Robinson’ın New York 2140 Romanı Üzerine
Aslında bilim kurgunun tarihi, bir anlamda ekonomi-politiğin tarihidir. Asteroit madenciliği ve yıldızlararası ticaretten, robotik işgücüne ve ütopik komünlere, para ve mülkiyetin ortadan kaldırılmasından yakın geleceğin tekno-kapitalist trajedilerine değin birçok konunun kesişiminde bulunan bilim kurguda “ekonomi”nin bu yeniden/tahayyülü, hâkim kapitalist anlatılara meydan okumak, alternatif ekonomik sistemleri keşfetmek ve gelecekteki olası post-kapitalist toplumları hayal etmek için güçlü bir araç olarak hizmet eder. Kim Stanley Robinson’ın 2017 tarihli “New York 2140” romanı, tam da böylesi kesişimsel bir zenginlik içeren bir bilim kurgu örneği. İklim krizinin neden olduğu yükselen deniz seviyeleri nedeniyle New York’un kısmen sular altında kaldığını resmeden roman, yeni su yollarının dönüştürdüğü bir şehirde yaşayan çok çeşitli karakterlerin etrafında dönüyor. Direnç, kapitalizm ve iklim krizine hem finans kapitalin hem de ona karşıt bir direniş tertipleyen karakterlerin verdikleri tepkileri ve yarattıkları toplumsallığı ele alırken karşılaştıkları zorlukları, toplumsal eşitsizlikleri ve çevresel yıkımı ele alan roman, toplumun iklim krizinin yıkıcı sonuçlarına uyum sağlamak zorunda olduğu bir geleceğe dair eleştirel bir bakış sunuyor. Eş zamanlı olarak, karakterlerin kısmen su altında kalan şehrin yarattığı zorluklara ve iklim krizinin etkilerine uyum sağlamalarında yardımcı olan alternatif ekonomiler hayal ederek, radikal bir anlatı da sunuyor. Peki, romanda hayal edilen bu alternatif ekonomiler hangileri?
The Met: Romandaki tarihi bir bina olan Met Life Tower, ortak kararlarla demokratik bir şekilde işleyen bir kooperatife dönüştürülüyor. The Met sakinleri, kamu hizmetleri de dahil olmak üzere binanın kolektif olarak sahibi oldukları ve yönettikleri ve her sakinin karar alma sürecinde söz hakkına sahip olduğu post-kapitalist bir ekonomik sisteme sahipler. Bu kooperatif yaşam düzenlemesi, ortak mülkiyete ve özyönetime dayalı alternatif bir ekonomik modeli yansıtıyor.
Yerel Takas Sistemleri: Romanda işlenen bir diğer alternatif ekonomi modeli, yerel takas ekonomileri. New York’un sular altında kalan sokaklarında çeşitli yerel takas sistemleri ortaya çıkıyor. İnsanlar geleneksel para birimini baypas ederek, aracısız ve doğrudan mal ve hizmet ticareti yapıyorlar. Bu enformel ekonomi, kaynakların kıtlığına bir yanıt olarak ortaya çıkıyor ve şehrin yeni gerçekliğinde bir hayatta kalma aracı olarak işliyor.
Evrensel Temel Gelir: Roman, esasen en zenginlere ve şirketlere uygulanan bir vergiyle finanse edilen evrensel temel gelir (ETG) kavramını da tanıtıyor. Gelirin yeniden dağıtım mekanizması olarak tarif edebileceğimiz evrensel temel gelir, romanda ekonomik eşitsizliği gidermeyi ve iklim krizi sonrası dönüşen ekonomide zor durumda kalan sınıflara mali destek sağlamayı amaçlıyor.
Ekonomik Bir Faaliyet Olarak Çevrenin Korunması: Romanda finans kapitalin karşısında konumlanan karakterler, deniz yosunu ekimi ve istiridye resiflerinin oluşturulması da dahil olmak üzere, çeşitli çevresel koruma faaliyetlerine katılıyorlar. Bildiğiniz gibi istiridye resifleri, sert alt tabakalara veya diğer istiridye kabuklarına bağlanma eğilimleri nedeniyle sıklıkla “ekosistem mühendisleri” olarak anılırlar ve bu da binlerce ayrı istiridyeden oluşan büyük resiflerin oluşmasına neden olur. Bu faaliyetler, şehrin ekosistem sağlığını iyileştirdiği ve şehrin sakinlerine geçim kaynağı sunduğu için, romanda önemli bir alternatif ekonomik modeli olarak ortaya çıkıyor.
Sonuç
2023’te okuduğum romanlar arasında beni en çok etkileyenin Kim Stanley Robinson’ın “New York 2140” olduğunu söyleyebilirim. Bu kısa değerlendirme yazısında da bunun nedenlerini anlatmaya çalıştım. Roman, bu anlamda, çoğunluktan ziyade marjinal bir zengin azınlığın daha da zenginleşmesine yarayan finansa kapitalizmini bilim kurgunun yadırgatıcı eleştirel gücünü kullanarak yabancılaştırmayı ve post-kapitalist bir ekonomik model hayal ederek post-kapitalist anlatıları çoğaltmayı amaçlıyor. Bu yüzden, spekülatif de olsa, bizi radikal ekonomik sistemler sunarak statükoyu sorgulamaya, alternatif yolları düşünmeye ve gerçek dünyada daha adil, sürdürülebilir ve eşitlikçi ekonomik yapıları nasıl yaratabileceğimizi düşünmeye teşvik ediyor.
Tam da bu yüzden bilim kurguyla daha çok meşgul olmalı, bilim kurguya daha çok zaman ayırmalıyız! Bilim kurgu sadece yeni dünyalar ve yeni ekonomiler sunarak bize “bilişsel bir haritalama” sağlamakla kalmaz, aynı zamanda yakın gelecekte karşılaşacağımız seçimler için etik bir pusula görevi de görür. Finans kapitalizminin giderek “ölümcül bir distopya”ya dönüştüğü bu çağda, sistemin dışında bir toplumsallık düşünmek ve post-kapitalist dünyalara olan inancı diri tutmak için bilim kurguya daha çok ihtiyacımız var.
Ege Çoban
Teori:
“Bu seneki okumalar bir süredir çalıştığım bir konu üzerine (felsefenin tarihsel materyalist eleştirisi ya da tarihsel bir alan olarak felsefinin mümkün koşullarının onda yarattığı değişimler) kaynak geliştirmekle geçti çoğunlukla” demek isterdim ama yine gündemler birbirine girdi. Kompleksite bilimi okuyayım derken biyoloji, işçi sınıfı tarihi okuyayım derken yine değer-formu eleştirisi girdi araya. Olsun, her okumada bir hayır vardır.
Marek Tamm & Zoltán Boldizsár Simon – The Fabric of Historical Time
Reinhart Koselleck’ten itibaren büyük bir heyecanla süren tarihsel zaman tartışmasının hem rekapitülasyonunu yapan hem de orijinal katkılarla ilerlemesini sağlayan başarılı bir çalışma. Benim bu alana girişim, Gillian Rose’un en iyi öğrencisi ve kudretli hocamız Peter Osborne üzerinden oldu. Önce çıraklık eseri The Politics of Time sonra Anywhere or Nowhere at All ve The Postconceptual Condition’daki farklı dokunuşlar derken daha önce yeterince içinde olmadığım için kendime çok kızdığım bu tartışmanın tamamen içine düştüm. Tamm ve Simon arada birkaç eksiklikleri olsa da bu tartışmayı en geniş haliyle ele aldığını gördüğüm ilk figürler. Hiçbir şey için değilse bile sadece bu sebepten dolayı okunur. Osborne demişken…Peter Osborne – Crisis as Form
Bu kitap aslında bir geçiş dönemi çalışması olarak değerlendirilebilir. Osborne’nun bildiğimiz bütün manevraları yine var: Adorno’nun Estetik Teorisi’ni güncelleyen sanat felsefesi, çağdaşlık kavramını küresel modernite ve kapitalizmin anlamlandırılması için yeniden değerlendirmesi vb. Artık alıştığımız motifler bunlar. Ancak, sanat üzerine yoğunlaşan önceki eserlerinden bunu biraz daha farklı kılan şey kitabın açılışını yapan History as a Project of Crisis bölümünün içeriği. Burada Osborne’nun yakın gelecekte çıkarmasını umduğumuz, Marx’ı özne ve zaman kavramları üzerinden bir Kant sonrası düşünür olarak okuyacağı kitabın delaletleri var.
Russell Powell – Contingency and Convergence: Toward a Cosmic Biology of Body and Mind
Teorik biyoloji ve sistem-teorileri alanlarında son dönemlerin en dikkat çekici araştırmalarından biri. Yarı Stephen Jay Gould’a karşı polemik yarı klasik anlamıyla naturphilosophie, iddia edilen önerme ise şu: Her zaman Genel Zeka, Sapiens ya da Inferential biçimde olmasa bile doğal süreçler yakınsamaya olan eğilimlerinden dolayı doğada doluca görülen Umwelt deneyimi anlamında bir zihin üretiyorsa, bu zihnin doğal süreçlerin neredeyse kaçınılmaz (neredeyse kısmı önemli) sonuçlarından biri olduğu anlamına gelebilir. Powell kitabının sonunda bu önermeye karşı geliştirilebilecek birtakım argümanlara da girerek bir denge yakalıyor. Her yanıyla ikna edici olmasa bile Intelligence & Spirit gibi kitapların yanında okunmaya kesinlikle değer.
Christopher J. Arthur – The Spectre of Capital
Anglofon dünyanın en iyi Marksistlerinden Chris Arthur’dan bir ustalık eseri. Arthur ve dostları ömürlerini homoloji tezinin (Kapital ve Mantık Bilimi arasındaki homoloji) ispatına adadıktan sonra biraz yorulmuş olsalar gerek. Ne mutlu ki yorulmuşlar. İki kitap arasındaki (ispata gerek olmayacak kadar kesin olan) ilişkiyi azıcık esnek bir şekilde görmeye başlayınca ortaya çıkanın bu olacağını bilseydi eminim Arthur da daha önce gevşetirdi kendini. Değer-formu eleştirisi kökenli okurlarımız da bu kitabı kendilerini biraz gevşeterek okurlarsa karşımızda ne olduğunu göreceklerdir: hayatının sonuna yaklaşan bir düşünürden asla eskimeyecek bir pièce de résistance.
Søren Mau – Mute Compulsion: A Marxist Theory of the Economic Power of Capital
Nihayet eziyetimiz bitti. Mau sayesinde uzmanından acemi bir Marx okuruna kadar Marx’ı anlamak isteyen herkese önerilebilecek bir kitap artık var. David Harvey’nin Kılavuz’ları kadar uzun değil ama onlardan daha tutarlı. Michael Heinrich’in metinleri kadar detaylı değil ama onlar kadar kompakt. İyi bir Marksist daha ne isteyebilir ki?
Film:
Bu sene çıkan iyi filmlerin sayısı oldukça fazlaydı. Gerek ana akım gerek arthouse sinema içinden seçilebilecek bir sürü film gördük. Öyle ki, çoğumuzun sinema tartışmaları aynı çalışmalar üzerinde oldu bile denilebilir. O yüzden seçimlerimi iki tane gözden kaçtığını düşündüğüm ve de bir tane kesinlikle kaçmaması gereken bir filmden yana yaptım.
Gözden Asla Kaçmaması Gereken: The Worst Person in the World (Joachim Trier) Worst Person in the World
Trier’in kariyeri boyunca işlediği her temayı ve geliştirdiği bütün hikâye anlatımı yöntemlerini en yüksek seviyede ortaya koyan bir başyapıt. Eğer Reprise hala İskandinav punk sahnesinin içinden geçen hırslı bir entelektüelin (Trier’in kendisi) gençliğiyle hesaplaşması ve Oslo, 31 Ağustos gençlikte harcanan onca emeğin yorgunluğunun kırbaç etkisiyle kişiyi kırması ise üçlemenin bu son filmi geçmişle girilecek kavganın en olgun halini yansıtıyor. Hüzünle barışık bir mukavemet. Bu arada, biliyorum bu film çıkalı iki yıl olacak ama iki yıldır da böyle film çıkmıyor o yüzden mazur görün.
Gözden Kaçan 1: The Sweet East (Sean Price Williams)
Günümüz ABD’sinin kültürel ve politik peyzajını karışık bir şekilde kat eden bir coming-of-age hikayesi. Epey sıkıcı duyuluyor. Ben de izlemeye gitmeden artık hepimizin yaptığı gibi özetini okuduğumda böyle düşünmüştüm. Hiper-politika zamanında yaşıyoruz ya, gündelik siyaset ve kültürel çatışmalar hakkında tek bir kelime daha duymak istemiyor insan. Öyle değil mi? Hem artık hepimiz hassasız böyle konularda, bir de rastgele bir film yüzünden sinirlerimiz mi bozulsun? Evet, bozulsun.
Gözden kaçan 2: Inside the Yellow Cocoon Shell (Phạm Thiên Ân)
Vietnam sinemasının yıllardır çıkardığı en başarılı sinematografiye sahip eser. Yetmedi? Bahisi arttırıyorum. Dünya sinemasının yıllardır çıkardığı en iyi sinematografilerden biri. Oldu mu? Tamam. Dünyevilik, Borges ve Marquez’den beri bu kadar büyülü olmadı. Bu nasıl? Kabul belki biraz mübalağa ama anladınız olayı. İzleyin.
Müzik:
2023 eminim bir çoğumuz için öfkeli ve duygu dolu geçti. Dinlediklerim de bu duruma uygun olarak şu eksende oldu:
Gözde Erdoğan
Teori:
Bakım Manifestosu (2020)
Tezimi yazarken düşünmeye başladığım, felsefede çokça ifade edilen ötekine karşı etik sorumluluğu çağrıştıran özen meselesini pandemi-sonrası dünyada belirginleşen bakım sorunuyla birlikte çözümleyerek, bakımı küresel ve yerel hükümet politikalarının temelinde yatan, toplumsal düzen ve ilişkileri yeniden üreten bir ilke olarak ele almaktadır. COVID-19 Pandemisi, bakım emeğinin (toplumsal cinsiyet temelli iş bölümünün bir parçası olarak iş gören, üretken olmayan emek türü olarak bakımı kadınlara yükleyen ve ücretlendirmeyen veya düşük ücretlendiren), etik ve maddi bir sorun olarak yeniden ele alınmasını gerektirmiştir. Yalnızca bakımın sağlanması açısından değil, maddi koşullarca belirlendiği açığa çıkan; yoksulların, yabancıların, mültecilerin, kısacası dezavantajlı kategorisine itilen kesimlerin bakıma erişemediğine dair meşum gerçekliği ifşa etmiştir. Dünyamız, bireysel yaşamlar süren, kendi içine kapanan, ben ve ben-olmayan gibi ayrımlara sıkıca tutunan ve ötekini önemsemeyen insan topluluklarına ev sahipliği yaparken, Bakım Manifestosu, özen/ihtimam/önemseme çağrışımlarını barındıran bakımı, bizi; akrabalık bağı bulunmayan, biz-olmayan, bizim gibi olmayan ötekilere bağlayan mevcut koşullar dahilinde yeniden düşünmeye davet ederek, yeni bir özen etiği perspektifi önerir. Bu perspektif, özen odaklı düşünen politikaları ve topluluk anlayışını salık vererek, dünyayı gözeten bir bakım anlayışı ileri sürer. Kitabın, kapitalizmin dünya üzerinde yaşayan tüm varlıklar açısından elimizdeki tek senaryo olmak zorunda olup olmadığını değil, olabilecek en kötü senaryo olup olmadığını yeniden sormaya davet ettiğini söyleyebilirim.
Kurgu:
Ev, Kadınlar, Seks (2023)
Geçenlerde yeniden okumaya başladığım Cinsel Fark Etiği’nde Luce Irigaray’ın değindiği bir meseleyi hatırlattı. Irigaray, kısaca ifade etmek gerekirse, erkeklerin ilksel mekânın (anne karnındaki tümlüğün) ikamesi olarak dünyaya tutunmada kadınları nasıl bir araç (eve, içkinliğe hapsetmeleri) olarak kullandıklarından bahseder. Bu romanda, Resi-Marie Therese artık böylesi bir düzenin parçası olmayı reddedip kocası Franz’ı terk eder; Franz ilksel mekâna dönemediği gibi onu durumun yarattığı nostaljiden kurtaran eşini kaybetmiştir. Duygusal bir çöküş yaşayan Franz, eşine duyduğu öfkesini, kırgınlığını ve giderek büyüyen nefretini içsel bir monologla okuyucuya yansıtır. Yalnızca Franz’ın içinde olup bitenlere değil, eril zihniyetin kırılganlığına dair izlekler sunması bakımından feminist pedagoji için iyi bir kaynak olabileceğini düşünüyorum. Yaşam Suyu (2016) hem biçim hem içerikle oynayarak deneysel bir anlatı sunuyor. Kitap her okumada farklı bir anlatıya dönüşebilecek bir malzemeyle -eğer varsa öyle bir şey- bilincin ham malzemesiyle kaleme alınmış. Anlatması oldukça güç bir tarzı olduğunu düşündüğüm bu kitapta Lispector, kadın, kişi ve insan olma; belirli bir zaman ve mekâna bağlı olma haline meydan okumak istercesine konuşuyor adeta. Bir alıntı paylaşacak olursam: “Hayvanların onları it yapan şeyini tekrar hissetmeye ihtiyacım var. Uzun zamandır ilkel hayvani hayatla temas etmemiştim. Hayvanlar hakkında çalışmam gerekiyor. It olma hallerini kavramak istiyorum, bir kartal ya da at çizebileyim diye değil, büyük bir kartalın açık kanatlarıyla bir at çizebileyim diye” (s.51)
Müzik:
Vikur, Obsidian, 2021 by Jonsi
Bu parçanın hikayesi: Deneysel müzik yapan Sigur Ros adlı İzlandalı grubun baş vokalisti Jonsi, pandemi esnasında İzlanda’dan, yuvasından uzak kalır ve İzlanda’daki volkanik patlamayı yakından gözlemleme imkânı bulamaz. İnterdisipliner çalışan Jonsi, çağdaş sanatla olan meşguliyetini mevzubahis patlamaya odaklayarak Obsidian (2021) adlı eseri yaratır. New York, Tanya Bonakdar’taki bu installation, volkana kulak vererek, lavın hareketini melodileştirir. Aynı isimli albümünde yer alan Vikur, akışkan lavın hareketini müziğe tercüme etmeye girişmekte; ışıma, erime, akış gibi imgeleri uyandırarak, İzlanda’nın psikocoğrafyasına ait bir melodik uzama davet etmektedir dinleyiciyi.
FİLM:
Of An Age, Goran Stolevski, 2022
Xavier Dolan filmlerinden aldığım nostalji tadını Of An Age’in telefon kulübesi sahnesiyle almaya başlayınca, filme eklenecek olan kayıp ve melankoli “hissini” kaçırırsam olmaz diyerek izlemeye devam edip en sevdiğim filmler listeme ekledim. Filmi izlerken, daha evvel izlediğim queer filmleri de düşünerek sıkça akla gelen ya da en azından benim aklıma gelen, kayıp ve yasa dair soru geldi. Bu tarz filmlerin hikâye- anlatıcılığının ve izleyicinin görme zevkinin bir parçası olarak işleyen kayıp ve yasla kurulan yapıya ilişkin bu soru, diğer bir deyişle, tüm queer, heteroseksüel olmayan arzu deneyimleri ve aşkları acı bir yazgı gibi mi resmedilmeli sorusu, Of An Age’teki hikâyenin zaman ve mekanına yerleştirildiğinde sanırım biraz geçersiz kalıyor. Zira filmde yabancı düşmanlığının ve homofobinin zehirlediği bir zamanda karşılaşan iki genç adamın 24 saate sığdırılan ancak anlamı gizli tutulan karşılaşmasını izliyoruz. 18 yaşındaki Nikola’nın, yıllar sonra yolları kesiştiği Adam’a bir zamanlar hissettiği duygunun başka hiçbir erkek tarafından hissedilmediğini iddia ettiği sahnede, geçmişte kalan ve geri gelmesi mümkün olmayan, tekrarlanamaz ve başka bir şeye indirgenemez olan o şeyi anlatırken yüzündeki ifade artık hayatı ve kaybı tanımış birininkine ait.
İdil Atabinen
Bu sene 15 kitap okuyabilmişim. Payıma çok etkilendiğim bir kitap çıkmamış; o yüzden bu sene okuduklarım arasından beni en şaşırtan, beklediğim gibi çıkmadığı için hoşuma giden iki kitaptan bahsedeceğim. İnceleme alanında Michel Foucault’dan “Doğruyu Söylemek” (Kerem Eksen çevirisiyle, Ayrıntı Yayınları’ndan) ve edebiyat alanında Refik Halid Karay’ın “Memleket Hikayeleri”…
Foucault’dan başlarsam şaşırmamın sebebi kitabı sevmeyeceğimi düşünerek başlamamdı çünkü kavramların arkeolojisini yapan Foucault doğruyu söylemek edimini tabii ki “parrhesia” kavramından, yani Antik Yunan’dan başlatıyor. En bilgisiz olduğum zaman dilimidir Antik Yunan ve felsefesi. Ama Foucault meseleyi o kadar nokta atışı, kompakt ama yormayan bir şekilde ele almış ki (zaten bu kitap Foucault’nun parrhesia kavramı üzerine konuştuğu derslerin bir yazıdökümü) bu kadar az bilgimle, bu denli kısa bir kitaptan ancak bu kadar yeterli bir öz alabilirdim.
Refik Halid’e gelirsem… Bu kadar zevkli bir okuma olacağını tahmin etmezdim. Arada bilmediğim Türk Edebiyatı klasiklerini okuyorum vakit buldukça, eksiğimi geç de olsa kapamak için. Refik Halid hem anlatımının hafif ve mizah dolu oluşundan hem de “zamanın ve mekânın ruhu” veya “yerli ve milli kimlik” diye bir şeyden bahsedeceksek onu yansıtma şekli bakımından okunmaya çok değer bir yazar. Öyküleri kimine “işte bizim gerçeğimiz”, kimine “tam Anadolu insanı!” dedirtecek cinsten bilindik tiplerle, trajikomik olaylarla dolu ve fakat Refik Halid’in üslubu o kadar çağdaş ki hiçbir öyküden size ders vermiyor, bence bütün karakterlerle eğleniyor ve siz de hem bugüne ve tarihe tanıklık ediyor hem de onunla eğleniyorsunuz. Cumhuriyet öncesi dönemin Aziz Nesin’i diyebilir miyiz?
Dizilere gelince, bana bu sene iyi hissettiren ve kalbimi yumuşacık yapan bir yapımdan bahsedeceğim. Ondan çok daha başarılı işler izledim ama ihtiyacım olanı Reply 1988 kadar veren olmadı sanırım (Ezgi’ye teşekkürlerimle). Bu sene Kore yapımlarına gömüldüğüm bir sene oldu. Ücretli dizi platformları sağ olsun dizilerin çoğu kolay tüketilebilir halde; uyumadan önce, yemek yerken eşlikçi olsun diye yapılmış gibi çoğu yapım. Türk dizileri de bu işi görüyordu aslında ama Kdramalar kaliteli tüketilebilir içerik açısından bizimkilerden çok daha başarılı. Reply 1988 bana tüm duyguları hissettirebilen bir işti. Daha doğmadığım yıllara ve başka bir kültüre açılan bir pencere de olsa nostaljiyi iliklere kadar hissettirebilen ama beni en çok komünite yaşantısına özendirmesi bakımından etkileyen bir seyirdi. Çok ağlayıp çok güldüm. Bir yapımın bu samimiyeti yaratabilmesi ve her yaştan karakterin hikayesini bu denli özenli verebilmesi bence takdirlik. Hem Kore’de hem de tüm diziler arasında en beğenilen yapımlardan biri olması da -hikâyenin saflığına bakınca- insanlığa dair hala umut var dedirtti bana.
Aynı şekilde, 2023’te geçtiğimiz iki yılın konuşulan birçok filmini görmüş olsam da 2020 yapımı Soul animasyonu kadar bana dokunan bir yapım olmadı. Caz müziği ve New York şehrinin yan yana gelmesi izlemem için yeterli bir sebepken izleyiciyi alıp metafizik ve ontolojik sorgulamalara fırlatan bu iş muazzam saygı duyulası bir aklın ve yaratıcılığın ürünü. Hayatın anlamını bana en iyi animasyonlar sorgulatıyor sanırım.
Bu seneye damgasını vuran iki olay, 6 Şubat depremleri ve Gazze işgaliydi. 2023’ün etkileyici sanatsal olaylarını iyi takip ettiğim söylenemez ancak yine de düşünürken bu iki olayın bende yarattığı etkinin dışına çıkamadım. Hiçbir performans da şu an aklımdaki örneği geçebilir miydi, bilmiyorum. Bahsedeceğim olay sanatsal bir performans değil, aslında bir performans da değil ancak kendine özgü bir parıltısı olan ve odadaki herkesi etkisi altına alacak bir “aura”ya sahip.
Radikal bir psikoterapi hedefi güden komünist ruh sağlığı çalışanlarının kolektifi olan Red Clinic, 23 Ekim tarihinde Filistin için çevrimiçi bir toplanma gerçekleştirdi (Youtube hesaplarından erişmek mümkün). Aktivistinden, hukukçusuna birçok ismin beş dakikalık konuşmalar yaptığı bu toplanmada Psikolog/doktora adayı Razzan Quran’ın okuduğu metin ve üslubu bence herkesin kulak vermesi gereken cinsten dikkate değer ve duygu yüklü bir “performans”tı. Duygu yüklü derken, hepimize sirayet eden o kederden değil sadece, 5 dakikaya sığdırılan ve oldukça teatral seyreden bir anlatıda beliren dik başlılık, cesaret, kararlılık, umut gibi türlü hissiyatlardan bahsediyorum. İzleyin, hak vereceksiniz.
Koray Kırmızısakal
2023 benim okuma deneyimim açısından oldukça zor bir seneydi. Hem kütüphanemden uzun zaman ayrı kaldım (neyse ki kitaplarıma kavuşmama az kaldı) hem de beni okuma/yazmadan alıkoyan durumlar içerisinde kaldım. Etrafımdaki etiyle, cismiyle, varlığıyla bulunan kitapların azlığı ve elektronik ortamda belirli bir hissiyatı olmayan kitaplarımın çokluğu, bir haritalama imkanını zorlaştırdı benim için. Kütüphaneyle zihnin bütünlüğü arasında benzeşme kuruyorum genelde. Sürgünde sayılmam ama sanıyorum sürgünvari kişi, diline, hafıza sarayına dönüyor ve bildiklerini yeniden öğrenmeye uğraşıyor. Uzatmadan karar vermeliyim evet.
Bu sene tüm dikkatimle yeniden okuduğum ve hala üzerinde çalıştığımı söyleyebileceğim bir kitap var, o da Fredric Jameson’ın Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı. Yıllardır çeşitli bölümlerini tekrar tekrar okuyordum ama başından itibaren yeniden okumaya girişmek kendime bu sene verdiğim görevdi. Kitabın, günümüz egemen kültürel yapılarını ve değişen deneyim tarzlarımızı yıllar öncesinden kavrayışı çok etkileyici. Öylece okunup geçilemiyor adeta yıllarca üzerinde çalışılması gerektiğine dair bir arzuyla dolduruyor insanı.
Birkaç tip okuyucu var bana göre, ilk olarak güdümlü okuyucular, kitapları amaçsız okuyamıyorlar, mutlaka bir şey yazma, üretme amacıyla okuyorlar. Bir de zevk için okuyanlar var (metnin hazzını ve okumanın hazzını yaşayanlar). Ben güdümlü okuyuculardanım (ikinci tipteki okuyuculara hep imrenirim) genellikle bir kitabı seçer ve onun içerdiği güç alanlarına çekilir, beni gönderdiği takım yıldızları arasında gezinir dururum: Roland Barthes’ın Yazının Sıfır Derecesi, Robert Venturi’nin Learning From Las Vegas’ı, Charles Jencks’ten Language of Postmodern Architecture’ı, Robin von den Akker ve Alison Gibbons’un editörlüğündeki Metamodernizm’i gibi kitaplar bu gezintiden bazıları. Mihail Lifşits’ın Marx’ın Sanat Felsefesi’ni de anmak istiyorum, gözden ırak kalmış önemli bir kitap. Lifşits, Marx’ın Epiküros üzerine olan doktora tezinden Kapital’e kadar edebi göndermelerinin ve metaforlarının canlılığının kaynaklarını ve gelişimini inceliyor. Teoriyi sanatla, sanatı teoriyle okuyanlar için uygun bir kitap bu. Becerebildiğim kadarıyla zevk için okuduğum, bu yüzden de hala dünyasının içinde kalıp yavaş okuduğum kitaplarsa E.P. Thompson’ın İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu ve Yaşar Kemal’in Fırat’ın Suyu Kan Akıyor Baksana kitapları.
Bir film seçmem gerekirse Kristoffer Borgli’nin yönettiği İlgi Manyağı (2022) filmini seçerdim. Bana kalırsa bu film travmanın sahnelenmesi adını verdiğim bu yeni görüngüye eleştirel bir şekilde yaklaşan ender yapımlardan. İnsanlar git gide daha fazla ilgi çekmek ve sözü dinlenmek adına kendilerine bir hastalık/travma icat ediyor.
Bu sene ülkemizdeki deprem, dünyanın pek çok yerindeki sel yangın, iç savaş ve Gazze’nin işgali, beni şiddetli biçimde iklim krizi, emperyalizm ve neoliberalizmin yarattığı süregiden tahribat üzerinde çok daha acil düşünmeye çağırdı. Bu yıkımların, ve eşitsiz felaketlerin etkisinden hala kurtulabilmiş değilim. Bu bağlamda Andreas Malm’ın kitapları ve konuşmaları, Albert Memmi’nin Sömürgecinin & Sömürgeleştirilenin Portresi kitabı ve Gillo Pontecorvo’nun yönettiği Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1966) filmi, Naomi
Klein’ın Şok Doktrini belgeseli yeniden ziyaret ettiğim yapımlar oldu. Aslında bu sene beni etkileyenler kategorisinden ziyade etkisinden keşke özgürleşebilsem dediklerim arasındalar. Stone Sour’un bir şarkısında dediği gibi, “evet, ben bu yara izlerinden yapılmayım.”
Mehmet Çağrı Uluğer
Film:
The Whale (Darren Aronofsky)
Darren Aronofsky’nin az ve öz filmografisine 2022’de eklenen son filmini izlemek için epeydir yürütmekte olduğum tez çalışmasının bana nefes aldırmadığı şu zamanlarda epey geç kaldım. En sıkı takipçisi olduğumu iddia edebileceğim Aronofsky’nin büyük bir hayranı ve hatta Pi ve Fountain gibi şaheserleri her sene bir kez daha izleyen biri olarak bu gecikmeyi belki de filmi her seferinde sulanan gözlerle tam üç kez yeniden izleyerek telafi ettim. Beni her zaman olduğu gibi derinden etkileyen bu Aronofsky yapıtının sırrı onun filmografisine hâkim biri olarak söylemeliyim ki, hayatın ve evrenin anlamı, tekinsizlik, umut, melankoli, din, Mesihsellik vb. temalara dönük problematik sürekliliğinde billurlaşıyor elbette. Aronofsky her seferinde söz konusu problematiklere hiçbir hazır cevap jestle yaklaşmadan varlık muammasına içkin ayırt edilemezliklerini ve bunların çözülmeden kalan bir yumak gibi naif yaklaşımlara direnen gerçek düğümünü gözler önüne sermeyi başarıyor. Bu dengeyi tutturmak epey güç, ama Aronofsky her seferinde bir şekilde kolaycılığın cazibesine katılmadan bütün paradoksallığıyla birlikte hayatın ta kendisine dair, bize en yakın olduğu yerde göremediğimiz o esrarengiz yapıyı açığa çıkarıyor. Önümüzdeki günlerde yayınlanacak mütevazı okumada yazdığım gibi: “Dünyada ne kadar umut varsa onun filmlerinde de o kadar var”
Roman:
Yusuf ve Kardeşleri (Thomas Mann)
Vaktiyle Venedik’te Ölüm ve Doktor Faustus gibi eserlerini Nietzscheci Dionysos-Apollon zıtlığı çerçevesinde romantik deha düşüncesi etrafında epey düşünmüş ve çalışmış biri olarak Thomas Mann’ın varlığından bihaber olduğum bu kitabını Peter Sloterdijk sayesinde öğrendiğimde büyük şaşkınlık yaşadım. Sloterdijk, Derrida Bir Mısırlı eserinde Mann’ın bu kitapta çizdiği Yusuf portresinin Derrida fenomeniyle ilişkilendirilebileceğini ve hatta onun kehanet kabilinden bir alameti olarak değerlendirilebileceğini öne sürüyordu. İskandil ettiği derinliğe göre fazlasıyla kısa olan eserinin, Mısır, rüya-bilimi, semiyotik ve benzeri bağlamlar çerçevesinde gerçekleştirdiği yapısökümcü okuma ise, XX. yüzyıla damgasını vuran üç büyük rüya tabiri era’sı olduğu fikri üzerinde seyreder. İlki Freud’un incelediği üst-tabaka nevrotik bireyin gece rüyalarına ikinci Ernst Bloch ve Walter Benjamin’in ayaktakımının kolektif bilinçdışına özgü devrimci-ütopyacı gündüz düşlerine üçüncüsü ise bizzat rüya-gerçek, gece-gündüz ayrımlarının yapısökümüne kapı aralayan Derrida fenomenine tekabül eder. Sloterdijk’a göre, bu üç çığır, Yusuf’un Mısır diyarında üstlendiği eleştirel semiyotikçi görevini (kendisinin verdiği isimle ‘Yusufsuluk’) kendi tarzlarında güncellemiştir. Ancak panoramik tarzda yazdığı kitabının genel ruhu gereği kısaca değinmekten başka bir şey yapmadığı bu konuyu, bu sene Türkçe’ye kazandırılan “20. Yüzyılda Ne Oldu?” eserinin ilgili bölümünde biraz daha ayrıntılandırmıştır. Ama XX. yüzyıl rüya tabirnamesinin soykütüğünün çıkarılmasına dair daveti bakidir. Şu an yürütmekte olduğum tez çalışmasının ilgili kısmı bu soykütüğü davetine icabet etmeye çalışıyor. Benjamin’in “rüyaların tarihi hala yazılmayı bekliyor” derken müjdelediği okumaya naçizane bir katkı olmasını umut ediyorum. İşte bu çerçevede, peygamberlik alameti rüya tabiri konusundaki mahareti olan Yusuf figürüyle ilgilenmeye başladım. Bu konuda en önemli kaynaksa Mann’ın yaklaşık 2000 sayfayı bulan Yusuf ve Kardeşleri dörtlemesi elbette. Şu sıralar üçüncü cildindeyim. Mann’ın 1926-1942 yılları arasında Avrupa’nın kısa sürede bir Nazi cehennemine dönüştüğü bir dönemde Mısır-bilim, İsrailiyat ve dinler tarihi çerçevesinde harıl harıl çalışarak niye bu dörtlemeyi yazdığını merak edenlere hemen söyleyeyim. Tüm kanon boyunca umudun simgesi olarak ele alınmış Yusuf, tam da yapısöküme uğratacağı yapının kalbine yerleşmiş zeki marjinal tiplemesinin arketipidir. Firavun’un rüyasını yorumlayarak edindiği tüm başarıları kıl payı, daima tehdit altında bir yabancı olarak kazanmış ve nihayet Mısır’a adaleti getirmiştir. Yahudi kanonunda daima totalitarizmin bir simgesi olarak özgürleşilecek yapıların genel bir metonimisi olan Mısır’ın, Mann’ın kitabı yazdığı dönemde Yahudilere cehennemi yaşatan Nazi Almanyası için bir metafora dönüştüğü eser, büyüleyici detaylarla dolu bir hazine. Meraklılara tavsiyemdir.
Teori:
Marxism and Deconstruction: A Critical Articulation (Michael Ryan)
Michael Ryan’ın bu çalışması, henüz Derrida’nın Marx’ın Hayaletleri’ni yazmadığı, Marx’la ilişkisini sadece derin bir sessizliğin karakterize ettiği bir dönemde okuru şaşırtacak bir içgörüyle kaleme aldığı bir kitap. Derrida’nın Marx’ın Hayaletleri’nde atıfta bulunduğu bir kitap olduğunu hemen ekleyeyim. PDF’ten kitap okumaya alışamamış antika bir adam olarak malum dolar kurunda ucuz ikinci el bir kopyasını bulmak için Abebooks’u tavaf ettiğim günlerin ardından kitap nihayet elime geçtiğinde büyük bir iştahla okudum. Bazı bakımlardan kendi zamanının yeni sol tartışmalarına takılıp kalmış görünse de özellikle Marksist külliyat ve yapısökümcü yaklaşım arasındaki gizli kalmış derin hasbihali açığa çıkardığı bölümleri son derece incelikli. Gerçekleştirmeye çalıştığı tezi uzun bir süredir “yapısökümcü Marksist” olarak tanımlamaya çalışan biri olarak, Marksizmi XIX. yüzyıl epistemolojisinden yapısökümü ise karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinin insafından kurtarmak isteyenler için belki de en önemli çalışma olduğunu söyleyebilirim.
Müzik:
Nalan Kurunç
Carla Bley ve Jazz Composer’s Orchestra’nın müzik albümü Escalator over the Hill: https://www.discogs.com/release/470777-Carla-Bley-Paul-Haines-Jazz-Composers-Orchestra-Escalator-Over-The-Hill
Escalator Over the Hill (veya EOTH) çoğunlukla bir caz operası olarak anılır, ancak bir “kronotransdüksiyon/ chronotransduction” olarak piyasaya sürülmüş. “Paul Haines’in sözleri, Carla Bley’in uyarlaması ve müziği, Michael Mantler’in prodüksiyonu ve koordinasyonu” ile Jazz Composer’s Orchestra tarafından seslendirilmiş.
Oraya Kendimi Koydum, kaynağını çok sayıda kadının sözlü tarih anlatılarından alan 11 şairin kolektif çabasını içeren bir belgesel şiir türü örneği.
İtalyan filozof, hukukçu, filolog, tarihçi ve retorik ustası Giambattista Vico’nun eseri. Giambattista, Batı’da modern tarih felsefesinin kurucusu sayılır. Eserinde tarihi bir bilim olarak ele alır ve Yeni Bilimin ilkelerini ortaya koyar, böylece tarih bilimine ve felsefesine yenilikler ve özgün düşünceler getirmiştir.
OĞUZ KARAYEMİŞ
Kurmaca:
J. M. Coetzee, Petersburg’lu Usta, Çev. İlknur Özdemir, Can Yayınları, 2004.
Doğrusu bu yılın ilk yarısını doktora tezimi sonlandırıp savunmak telaşıyla geçirdiğimden nihayetinde azıcık kendi keyfime bir şeyler okuma fırsatı bulduğumda yeni romanların cezbedici ama aynı zamanda riskli çağrısını göz ardı etmeye karar verdim. Bunun yerine, nihayet hapisten kurtulup dostlarıyla buluşan bir eski mahkûm gibi daha önce okuduğum ve huyuna suyuna alışıp sevdiğim eski romanlara koştum. Beni aralarında en çok yine Petersburg’lu Usta etkiledi. Dostoyevski’nin peşi sıra 1800’lerin ikinci yarısındaki Rusya’nın soğuk, karanlık ama kuytularında devrimin mayalanıp durduğu çatışkılı manzaralarını katettiğimiz bu roman, büyük bir yazar aracılığıyla bir yaşamın sorgulanmasını büyük politik gerilimlerin ağlarına teyelliyor. Okumayanlar ve benim gibi halihazırda okumuş olanlar için (yine) okunmaya değer bir kitap.
Kurmaca Dışı:
Rıza Yıldırım, Bektaşiliğin Doğuşu, İletişim Yayınları, 2019.
Yılın sonlarına doğru başarılı bir Alevilik tarihçisi olan Rıza Yıldırım’ın Bektaşiliğin Doğuşu kitabını okudum. Yıldırım, diğer kitaplarındaki gibi titiz bir tarihçilikle hem Osmanlı Devleti’nin bağrındaki eğilimlerin ve yarışan/çatışan vizyonların büründüğü dinî suretlerden biri olan Bektaşiliğin oluşum sürecini gözler önüne seriyor hem de onu daha geniş bir mücadeleler ve çatışmalar dinamiğine yataklık eden coğrafyamızın tarihine bağlayacak köprüler inşa ediyor. Bektaşilik hem Osmanlı Payitahtının daima (en iyi haliyle) rakip bir dinî inanış ve toplumsal hareket görüp ezmekte tereddüt etmediği Kızılbaş Aleviliğiyle hem de merkezî Sünni dinî çerçeveyle ilişkileri dolayımıyla günümüz gerilimlerini anlamak için de mühim bir hareket. Üstelik kuruluşu, kuruluş mitolojisi ve devlet tarafından merkezîleştirilmesiyle Osmanlı’daki son derece karmaşık mücadeleleri anlaşılır kıldığı gibi ilgasıyla da Cumhuriyet’e ve nihayet günümüze taşınacak fay hatlarının habercisi. Zira “modernleşmeci” padişah II. Mahmud, Bektaşiliği ilga ederken Bektaşi dergahlarının postlarına (yönetimlerine) Bektaşi değil Sünni-Nakşibendi tarikatından ve bağlı cemaatlerden şeyhler atıyor. Bu tercihin günümüz için sonuçlarının ne kadar önemli olduğunu vurgulamak gereksiz. Bu yüzden Bektaşiliğin Doğuşu, günümüzün tarihine bir giriş olarak da okunabilir.
Sergi:
Kıymet Daştan, Başak Kaptan, Uras Kızıl (küratör), Yeni(den) Başlayanlar İçin Kullanım Kılavuzu, Kasa Galeri, 22 Kasım – 5 Ocak 2023.
Aslında işim (sanat yazarlığı) gereği bu yıl çok sayıda sergi gezdim ve kuşkusuz buraya görüp de etkilendiğim çok sayıda sergi yazabilirdim. Fakat sergiler, diğer kültür ürünlerinin aksine genelde sınırlı süreli bir varoluşa sahip olduklarından ben, yeni yılın ilk birkaç gününde de olsa okurun açık bulabileceği, dolayısıyla gidip görebileceği sergilerle sınırladım kendimi. Bu minvalde gördüklerim arasında beni en çok etkileyen sergiyse Yeni(den) Başlayanlar İçin Kullanım Kılavuzu oldu. Sergideki sanat yapıtları aracılığıyla düşündüğüm problem, insan olmayan nesnelerin yerleşik işlev çerçevelerinden sökülmelerinin yarattığı imkânlar oldu. Doğrusu bu “yerleşik işlev çerçeveleri”, bizler için de aynı zamanda “iş/çalışma” çerçeveleri anlamına geldiğinden bu problemin ufkunun bünyesinde milyarlarca insan ve insan olmayan varlığı buluşturan kapitalist işin problemleştirilmesine açıldığını düşünmek mümkün. Dolayısıyla sergiyi, iş örgütlenmesiyle karşıt olduğu kadarıyla “özgür oyun” mefhumunun icrası olarak da görebiliriz: (insan olmayan) varlıkların işlevlerinden, elin işten, düşüncenin alışkanlıktan özgürleşmesi. Yılın ilk birkaç gününde vaktiniz olursa gittiğinize değecek bir sergi olacağına inanıyorum.
ORÇUN GÜZER
KİTAP
İçki Âlemi (La Grande Beuverie, 1938) / René Daumal (Çev. Orhan Baltacıgil)
Düşle gerçeğin birbirine karışmasının, dil ve düşünce üstündeki hakimiyetin yitirilmesinin romanı. İkinci bölümden itibaren içki içilip içilmediğinin bir anlamı kalmıyor, çünkü anlatıcı bambaşka bir âleme doğru, Dantevari bir seyahata çıkıyor. O noktada müthiş bir hiciv başlıyor; yazarın alaycı kaleminden entelektüel takımının hiçbiri (şairler, yazarlar, filozoflar, bilim insanları) kaçamıyor.
Korku Evi – Yedinci At: Bütün Öyküleri / Leonora Carrington (Çev. Begüm Kovulmaz)
Sürrealizmin kıymeti sonradan anlaşılmış ressamlarından Carrington, aynı zamanda bir yazardı. Bence öykülerinde temelde dört kaynaktan besleniyor: 1. İrlandalı annesi ve dadısının anlattığı tekinsiz Kelt masalları; 2. Fransız sürrealizmi; 3. Lewis Carroll’ın paradoksal fantezileri; 4. İngiliz gotik romanı. Tüm bu öykülerde huzursuz bir rüya (ve bazen kâbus) atmosferi var; bu yüzden çoğu, rüyadan uyanır gibi aniden kesiliveriyor; kusursuz kara mizah ise buruk bir gülümseme bırakıyor.
Cam Fanusun Altında (Under A Glass Bell, 1944) / Anaïs Nin (Çev. Zennur Anbarcıoğlu)
Bu öykü derlemesinin 1990’da Can’dan tek baskı yapıp unutuluşa terk edilmesi şaşırtıcı; iyi ki bir sahafta bulıp almışım. Okuduğum hiçbir şeye benzemiyor. Kısa önsözünden, Anais Nin’in, günlüğündeki kimi yaşantıları baz aldığını anlıyoruz; bu yaşantıları düşlerin diline tercüme etmiş. Çoğu öykü, düzyazı şiire yaklaşan bir üslup, soyutlamalar ve gerçeküstü bir kent atmosferi içeriyor.
Akıl Hastalığımın Hatıratı (Denkwürdigkeiten eines Nervenkranken, 1903) / Daniel Paul Schreber (Çev. Aylin Kayapalı)
Boşverin Freud’un, Jung’un, Lacan’ın, psikiyatri tarihinin en ünlü psikotiğinin hatıratını nasıl yorumladıklarını; önce Schreber’in kendisine kulak verin. Ne engin bir hayal aleminde yaşadığını, kafasının içinde nasıl bir bilim-kurgusal-teolojik-mistik bir sistem kurduğunu görün. Kendiyle nasıl mücadele ettiğine, paranoya tanısını kabul etmese de, patolojik durumu hakkındaki öz-farkındalığına tanıklık edin. Ve en önemlisi, yazma tutkusuna, her ayrıntıyı yazıya dökme sabrına, kişisel tarihindeki dağılmış olayları birbirine bağlama çabasına hayran olun. PKD’den nesi eksik Schreber’in?
Lucio’s Confession (A Confissão de Lúcio, 1913) / Mário de Sá-Carneiro (Çev. Margaret Jull Costa)
İngilizce’ye çevirisinden okuduğum bu romanın Türkçe’ye de çevrilmesini diliyorum. Tuhaf bir aşk üçgeni hakkında tuhaf bir cinayet itirafı gibi başlayan roman, hafıza ve unutma, cinsiyet ve tutku, akıl sağlığının ve deliliğin gizemi üstüne kuir okumalara uygun modernist ve dekadan bir metne dönüşüyor.
İlkel İnsanın Zihni (The Mind of Primitive Man, 1911) / Franz Boas (Çev. Çiğdem Taşkın Geçmen)
Boas, ırkçı ve sömürgeci zırvaların sözde bilimsel temellerini, müthiş bir zeka ve titizlikle darmadağın ediyor. Medeni/ilkel ayrımının çok da sağlam olmadığını göstermesi bir yana, bu kitap özünde, rasyonel düşüncenin perspektif değiştirebilme yetisiyle, yani toleransla ilgili olduğunu da anlatıyor. Nature/nurture tartışmasına giriş için ideal kitaplardan biri.
FİLM
Hatching (Pahanhautoja, 2022)
Hanna Bergholm’un yönettiği Finlandiya yapımı film, Grimm Kardeşler’in en tekinsiz masallarına benziyor. Yumurta, metamorfoz, ikizlik, kendi olma üstüne, orta sınıf burjuva ailesinin dinamiklerini de eleştiren, eski usül görsel efektleri ve makyaj çalışması çok başarılı bir korku-fantezi.
A Wounded Fawn (2022)
Basit bir seri katil filmi gibi başlayıp, gerçeküstü bir tragedyaya dönüşen, narsist erkeğin kabuslarının Yunan mitolojisi göndermeleriyle anlatıldığı bir “arthouse” korku filmi. Yönetmen Travis Stevens.
Promising Young Woman (2020)
Emerald Fennell’ın yönettiği ve Carey Mulligan’ın müthiş bir performans sergilediği film, şimdiden feminist film klasikleri arasına girdi. “Rıza (consent)” meselesi üstüne müthiş bir meditasyon. Yer yer komik, bazen romantik ama sonuçta trajik.
The Night House (2020)
David Bruckner’in yönettiği yarı-doğaüstü korku filmi, aslında travmanın hayaletlerinin peşine düşüyor ve bunu yaparken, izleyiciyi “hiç (nothing)” kelimesi peşinde metaforik bir yolculuğa davet ediyor. Yas tutan ana kadın karakter rolünde Rebecca Hall’un performansı dört dörtlük.
Hagazussa (2017)
15. yüzyılda geçen Alman yapımı folk-horror filminde, köyün dışlananı olan yalnız kadını, çocukluğundan itibaren, karlar ortasındaki bir izolasyon anlatısı içinde izliyoruz. Lukas Feigelfeld’ın filmi, çok farklı bir cadı anlatısı kuruyor.
You Won’t Be Alone (2022)
19. Yüzyıl Makedonya’sının dağ köylerinde geçen filmde, bir cadının hükmettiği şekil-değiştiren bir varlığın erkek-kadın arasında gelip giden deneyimlerini, insan olmanın ne anlama geldiğini, son derece şiirsel bir monolog eşliğinde takip ediyoruz. Goran Stolevski çok özgün bir sinema dili kurmuş.
The Feast (Gwledd, 2021)
Lee Haven Jones’un yönettiği, Galce çekilmiş bu filmi tanımlamak biraz zor. Ürkütücü zirve noktasına kadar tuhaf, dingin, yumuşak ve sinsice ilerliyor. Burjuvazi ile Kelt mitolojisinin yüzleşmesi veya hayaletlerin rant fırsatçılığına başkaldırması gibi.
His House (2020)
İngiltere’ye iltica eden Afrikalı bir çiftin yerleştiği tekinsiz evi merceğe alan film, klasik hayaletli ev temasının arka planında mültecilik, etnik kimlik, ırkçılık, travma, vicdan gibi birçok meseleyi kat ediyor.
The Girl with All the Gifts (2016)
Colm McCarthy’nin yönettiği İngiltere yapımı film, benzeri pek çok zombi-kıyamet filmi içinde, dingin atmosferi ve aksiyondan çok düşünselliğe odaklanmasıyla farklı bir yerde duruyor. Dünyanın sonuna sürüklenirken, zombi ile insan arasında bir ara tür olan filmin ana karakteriyle olan kız çocuğuyla birlikte, şu soru kafamızda yankılanıyor: “İnsan soyunun varlığını sürdürmesi uğruna diğer canlılar ölmeli mi?”
Black Box (Boîte noire, 2021)
Yann Gozlan’ın yönettiği Fransız yapımı filmde, düşen uçaklarının kara kutularını analiz eden duyma yetisi aşırı duyarlı bir yetkilinin, saplantı haline getirdiği bir vaka ile paranoyanın kıyılarına sürüklenmesini izlerken, devlet-özel sektör ilişkileri, son model teknolojinin güvenliği kırılganlaştırması, işini çok iyi yapan insanların sistemden dışlanması gibi konuları da sorguluyoruz.
Özgür Taburoğlu
Son birkaç yıl içerisinde nesne yönelimli felsefelere, yeni ve spekülatif materyalizme yönelik çok sayıda kitap yayımlandı. Graham Harman, Bruno Latour, Quentin Meillassoux, Timothy Morton, Manuel de Landa gibi isimlere ait bu metinlerde öznenin gölgesinin kısaldığı, öznenin eylemleri, iradesi ve ifadesiyle aramıza mesafe girdiğini fark ediyoruz. Olaylar ve nesneler bu düşünsel takımyıldızının esas belirleyeni gibi görünüyor. Olay çıkaran nesneler ve nesne yaratan olaylardan söz ediyorlar. Bu isimler birbirleriyle birçok noktada uzlaşmasalar da sosyal bilimlerde bir eksen kaymasını açıklıkla duyuruyorlar.
Ayrıca Lacan’ın derin ve geniş yapıtına dair son zamanlarda farklı temas biçimleri artıyor. Lacancı kliniğe yönelik önemli kitaplar yayımlanıyor. Özellikle Bruce Fink, klinik deneyim içerisinden Lacan’ın yapıtına farklı bir yerden yaklaşmamıza izin veriyor. Analisti değil de danışanı özne kılan bir yaklaşımın içeriden tasvir ediyor.
Doğu Batı Yayınlarının, Hanife Güven’in çok başarılı çevirisiyle yayımladığı Maurice Merleau-Ponty’nin Görünür ile Görünmez kitabı yılın kitaplarından birisi olabilir gibi geliyor bana. Merleau-Ponty’nin tamamlayamadan bıraktığı bu metnin yarım kalmış olması onu daha da çarpıcı kılıyor. Büyük bir düşünsel metnin gerçekleşmemiş çalışma notlarıyla nereye kadar genişleyebileceğini anlamaya çalışıyorsunuz. Merleau-Ponty bu son kitabında tüm yapıtını bütünlüğe ulaştırmaya çalışıyor ve çok sayıda kavramını yeniden tanımlıyor. Arkasında dağınık bir çalışma masası bıraksa da herhangi bir şeyi yarım bıraktığı duyusunu yaratmıyor.
Tevfik Kanoğlu
James Joyce – Ulysses. Bu yılın tek kitabı benim için. En ciddi kitap. Roman. Yazar, her şeyi denediğine ikna etti beni. Türkçede üç çevirisi var sanırım. Ben en bilindiğinden okudum. Nevzat Erkmen çevirisinden. Okuması güç bir kitap olduğu kesin. Erkmen çevirisinden okumak da epey zordu ancak keyifliydi. Türkçenin zor ama üstesinden gelindikçe lezzet kazanan geçmişine götürdü beni çeviri. Joyce, Allah’ın cezası bir eser meydana getirmiş, diyebilirim. Latince ifadeler, aşırı biçimcilik: edebi içeriği, bir biçimin-yapının taklidi düzeyinde görme hastalığının öncü ve kalıcı en büyük girişimlerinden Ulysses. Fakat şairane. İyi bir eser. Belli bir okuma geçmişi olan kişi ilişmeli, diğer türlü zorlanılacaktır, ‘’ben ne okudum şimdi?’’ ile ‘’hiçbir şey anlamadım ki okumaktan zevk alayım’’ arasında gidip gelen mağlup bir okuma hissi duyulacaktır. Bir de okur, kendine uygun çeviriyi bulmalı. Diğer tercümeleri kontrol etmedim. Armağan Ekici çevirisine bakmak isterdim. Bir süre bu romanla uğraşacağım, öyle benziyor. En önemlisi, Ulysses okumaya heves eden kişi, sabırlı davranmalı ve anlam kaygısından uzak, kendini bilinçdışı bir şekilde okuma işine kaptırarak, anlamsızlığın da bir hazzı olduğunu tecrübe edecek şekilde romanı sindirmeli. Céline’den, Gecenin Sonuna Yolculuk’dan sonra, yazma tarzımı yine derinden etkileyen bir yapıt. Günümüzde iyiden iyiye piyasası tükenen bir şey olan yazarlığın-geleneksel yazarlığın, büyük bir roman yazmanın ne demek olduğunun hissini püfür püfür veriyor ayrıca. Belki bir rock eseri benim gözümde bu yüzden.
Yasin Karaman
Peter Sloterdijk, 20. Yüzyılda Ne Oldu?, çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: Tellekt, 2023
2023’te beni en çok etkileyen kültürel ürün sorulduğunda ilkin iki sezonunu izleyebildiğim Succession’dan mı yoksa sorular içeren bir e-postamı sahiden yanıtlamadan nazikçe geçiştiren Addy Pross’un nitelikli Yaşam Nedir? kitabından mı bahsedeyim, kararsız kaldım. Son kararım ise Slavoj Zizek’in de yabana atılmaması gereken bir muhafazakâr ve -iyi anlamda- bir kışkırtıcı olduğunu söylediği Peter Sloterdijk’ın 2005-2014 tarihleri arasındaki metin ve konuşmalarını bir araya getiren 20. Yüzyılda Ne Oldu? kitabı oldu (Zizek’in sözleri aklıma 1967 yılında kendisini ağırlayan Jacob Taubes’e “Almanya’da konuşmaya değer yegâne kişinin Carl Schmitt olduğunu” söyleyen Alexandre Kojève’nin övgülerini getirdi. Aynının farklılaşarak ebedi dönüşü…). Peki, neden? Çünkü zeki/kurnaz bir düşünürün elinden çıkmış her nitelikli metin gibi akılda kalıcı, bu yüzden de pharmakon niteliği taşıyan epey felsefe-birim barındırdığı için: “Aynı zamanda, normalleşme isteğinin ilan edileceği tarihe kim karar veriyorsa, egemen odur” (Bu durumda yukarıdaki Carl Schmitt göndermesi epey uygun düşüyor, üstüne üstlük “normalleşme” lafını bıkana kadar duyduğumuz bir pandemiden çıktığımıza karar verilmişken). “Gitgide daha fazla insan, kendi kendileri için yapamadıkları şeyi bundan böyle hiç kimsenin onlar için yapamayacağını kavrıyor” cümlesini okuduğumda Zizek’in Büyük Öteki çözümlemelerini de akılda tutmak şartıyla küreselleşmiş dünyamızın mevcut durumunu “iyi ve kötünün ötesinde” değerlendirmeye davet eden bir çağrı olduğunu düşünüyorum (elbette bu cümleyi okuduktan sonra düşünmeyi bırakıp ivedilikle bir felaket sığınağı inşa etmeye başlayan birini de hayal edebiliriz, ne de olsa enformasyon çağında “Büyük Öteki öldü!” biçimindeki anonim bir mesaj farklı biçimlerde yorumlanabilir). Tekraren, Marx’ın hilafına, dünya tarihinin esasen kara güçleriyle deniz güçlerinin mücadelelerinin tarihi olduğunu öne süren Schmitt’in (Kara ve Deniz) bakış açısını benimseyen ve geliştiren “Deney Olarak Okyanus” ve “Senkronize Edilmiş Dünya” bölümlerini okuduğumda da Sloterdijk’ın karaya bağımlı ulus devlet insanlarının (biz) akışkan ulus-ötesi insanlara (kim?) dönüşüyor olmanın sancılarını ve dilemmalarını deneyimlediğini söylediğinde Alman bir Foucault huzurunda olduğumu düşündüm: “O zamanlar dünya boydan boya dolaşıldığı ve geri dönenlerin şehirlerine geri döndükleri anda ilk kez bir memleket bir konuma dönüştü”. Kısacası, Sloterdijk’ın geçtiğimiz yüzyıldaki gelişmelere dair tezleri okumaya, kafa yormaya değer ama mesafeyi korumak şartıyla: Ne de olsa Schmitt artı Kojève’nin de işaret ettiği gibi Hegel’in verdiği dersi unutmadan: almak (sich nehmen) aynı zamanda alıp götürülme (sich wegnehmen) riskini de daima içinde barındırır.
Ebru Pektaş
Carrie Hull, Cinsiyetin Ontolojisi, Eleştirel ve Gerçekçi Bir Soruşturma, çev. Güliz Akçasoy, Fol Yayınları, 2022
Cinsiyetin Ontolojisi kitabı, “ah tam da bunu arıyordum” diyeceğimiz bir kitap değil kuşkusuz. Cinsiyet yeterince belalı bir konu değilmiş gibi bir de ontolojisiyle ilgilenmek için başka bir heves gerekir. Belki felsefe merakı belki “feminizm davası”, artık hangisi ağır basarsa…
Carrie Hull, bu kitabında günümüz feminizmleri içinde anaakımlaşmış queer feminizmin en önemli temsilcilerinden Judith Butler’ın tezlerini, Nelson Goodman, W. V. O. Quine gibi Anglo-Amerikan yazarlarla ilişkilendirmektedir. Butler’dan daha açık ve kolay anlaşılan bu yazarlar, Hull’a göre açıkça nominalisttir. Yani burada çeşitleri ve kategorileri kültürel inşaalar olarak gören bir ontoloji vardır. Hull’un verdiği bilgilere göre bu yaklaşımın kökleri skolastik felsefeye uzanmaktadır. Abelardus’ta olduğu gibi adcılık, tek tek adların varlığının kabulü ve evrensellerin reddidir. Goodman ayrıca radikal bir görececidir. Quine ise kendinden menkul bir ontolojik görececi ve dilsel davranışçıdır.
Bu tespitlerin heyecan verici yanı şudur ki belli bir soyutlama düzeyinden bakıldığında, hem felsefe tarihinde hem de siyasette “son moda” olduğu sanılan kimi fikirlerin hiç de öyle olmayabileceğini kitaptaki bu tip örneklerle daha iyi anlıyoruz.
Ahmet Arslan, İlk Çağ Felsefe Tarihi (5 cilt), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007
Yine bu bağlamda özellikle 2023’te epey faydalandığım bir diğer eser, Ahmet Arslan’ın İlk Çağ Felsefe Tarihi adıyla yayınlanan 5 ciltlik eseridir. Tekrar ve tekrar bakılacak, Arslan’ın yorumlarına ilişkin kimi filtreler edindikten sonra temel düzeyde kitaplar olarak sürekli faydalanma imkanı barındıracaktır.
Gündelik hayatın hayhuyu içinde alıştığımız, çoğu zaman sorgulamadan kabul ettiğimiz fikirleri ya da tam tersine çok orjinal olduğunu sandığımız fikirleri, insanın düşünme serüveni içinde, felsefede izlemenin muazzam yararlı ve keyifli olduğunu düşünüyorum. Evrim ya da tarih okurken de benzer durumlarla karşılaşırız.
Töre Sivrioğlu, Medeniyetlerin Şafağı, Akdeniz’in Öyküsü, Epsilon (2021)
Arkeolog Töre Sivrioğlu’nun Akdeniz’in Öyküsü kitabı, medeniyetlerin, kültürlerin, mitolojinin tüm bereketi ile insanlık tarihine damgasını vuran Akdeniz havzasının hikayesini sunuyor. Yıkımın, afetlerin, felaketlerin coğrafyasının 6 milyon yıl öncesine uzanan jeolojik şekillenişini öğrenmek bile başlı başına büyüleyici geliyor insana… Mitoloji ve felsefe sevenlerin gözden kaçırmamasını tavsiye ederim.
Podcast, Geri Dönüyoruz, Mahir Ünsal Eriş, Töre Sivrioğlu
Hatta yine tüm bunlarla bağlantılı bir de podcast önerisinde bulunmak isterim: Yine arkeolog Töre Sivrioğlu ile öykülerini, romanlarını severek okuduğum Mahir Ünsal Eriş’in Sokrates Dergi sponsorluğunda hazırlayıp sundukları Geri Dönüyoruz isimli podcast. Geri Dönüyoruz işe gidip gelişlerimi oldukça keyifli hale getirdi. Tarihe, kültüre, sanata dair pek çok konuda hoş bir sohbetin içinde buldum kendimi. Takvim, yazı, inanışlar, mitoloji, bira ve şarap gibi içkilerin tarihi, doğu batı tartışması, oryantalizm, suyun ateşin kültüre etkisi vb vb.