Bu söyleşide, Subset of Theoretical Practice (SPT) üyesi ve Alameda Enstitüsü Sosyal Strateji Koordinatörü Brezilyalı filozof ve psikanalist Gabriel Tupinambá, sinemadan felsefe ve psikanalize uzanan entelektüel yolculuğu, ‘periferiden’ bir entelektüel olarak geçmişinin etkisi, örgütlenme konusundaki görüşleri, Badiou’nun çalışmalarını alımlaması ve “The Desire of Psychoanalysis” kitabında Lacan’a getirdiği yenilikler hakkında Ege Çoban’ın sorularını yanıtlıyor[1].
Ege Çoban: Birçok yerde olduğu gibi bizim okurlarımız da entelektüel biyografilere oldukça ilgi duyuyor. Sinemayla başlayıp felsefe ve psikanalize yönelen entelektüel yolculuğunun hikayesini anlatabilir misin bizlere?
En azından bu yolculuğun komik bir versiyonunu kesinlikle anlatabilirim. Böyle diyorum çünkü on dört ya da on beş yaşlarındayken rahip ya da keşiş olmayı düşünüyordum! Tanrı’ya inanıp inanmadığımı hatırlamıyorum (her hafta fikrimi değiştiriyormuşum gibi bir izlenim kalmış aklımda) ama okuldan bir arkadaşımın bana küçük bir not yazdığını ve ateist olmama rağmen Tanrı’yla ilgili sorularla bu kadar ilgili olmamdan etkilendiğini söylediğini hatırlıyorum. Garip bir şekilde, kızları etkilemek için rahip olmak istemiş olabilirim belki? Bunun beraberinde getireceği bariz paradoksları göz önünde bulundurarak hem Tanrı hem de kızlarla konuşmak için çoçuk aklıma gelen en iyi ikinci yol olan şiire yönelmiştim- ve sonunda okulu bırakmadan önce lisans eğitimimi edebiyat alanında yapmıştım.
Fakat bir süre sonra sinema okumaya karar verdim, o zamanlarda pek film meraklısı olduğumda söylenemezdi. Bununla birlikte, zorba, görünmez ve her şeyi izleyen bir gözün etrafında çalışma konusunda tonlarca deneyimim vardı, bu nedenle sinemayı seçmem bir anlamda seks ve Tanrı ile yaşadığım sıkıntılar üzerinde çalışmaya devam etme girişimimdi! Yaklaşık üç ya da dört yıl boyunca tüm bu kısa filmler üzerinde çalışmanın, ergenlik dönemimin inançlarının pratik bir eleştirisi olarak işlev gördüğüne inanıyorum: beni kapalı ve büyülü bir film dünyası inşa etmek için gereken gerçek maliyetlere ve kolektif emeğe tanık etti ve birden fazla kısmi çekimi tek bir tutarlı filmik perspektife dönüştürmek için harcanan o karmaşık çalışma üzerindeki “hiçbir yer’den bakması” gereken perspektifin varlığını koşullandırdı. Aynı zamanda, teknik iş bölümünü araçsal işlevlerin ötesinde bir amaca yönelten karmaşık ve kolektif çabalara duyduğum tutkuyu da pekiştirdi- sinemayı diğer sanat formlarından ayırdığına hala inandığım ve XX. yüzyıldaki komünist deneylerin neden bu kadar önemli bir parçası olduğunu açıklamama yardımcı olan bir şey bu.
Bir dizi berbat kısa film yönettikten sonra- ve film yapımının gerçek estetik meselelerinden ziyade kolektif üretim süreciyle ilgilenme konusunda daha yetenekli olduğumu fark ettikten sonra- zaten pek olası olmayan film yönetmenliği kariyerimden vazgeçtim. Sanırım bundan sonra sinema merakım bir bakıma farklı kulvarlara dağıldı: işin üretim tarafı politik örgütlenmeye olan ilgimi motive ederken, görünüşlerin gerçekliğine dair soruları felsefeye olan ilgimi etkiledi, bakış ve arzunun dinamiklerine ise psikanaliz yoluyla yaklaşmayı tercih ettim.
Felsefe, psikanaliz ve siyaset daha sonra entelektüel, profesyonel ve pratik hayatımın üç ana konusu haline geldi: Yüksek lisans ve doktoramı Hegel, Lacan ve Marx arasındaki ilişkileri Zizek üzerinden inceleyerek yaptım; siyasi angajmanlarım da psikanalitik bir duyarlılıktan ve Badiou, Rancière gibi filozoflar tarafından “komünizm ideası ”nın yakın zamanda yeniden gündeme getirilmesiyle olan ilişkimden oldukça etkilendi; Ve son olarak, bir psikanalist olarak çalışmaya başladığımda, mesleki kategorime içkin ne tür bir siyasi mücadele olduğunu da bulmaya çalışıyordum – Lacancı psikanalizin tuhaf epistemolojik statüsü nedeniyle, bunu anlamak için biraz felsefe yapmam gerekecekti.
Ege Çoban: Brezilya, sosyal bilimlere ve eleştirel teoriye yaptığı katkılar açısından hep önemli bir ülke olmuştur (her ne kadar ses getiren ”periferileşme ya da çevreleşme tezi” üzerine yapılan çalışmalar henüz çevrilmemiş olsa da). Brezilya’dan geliyor olmanın teorik duyarlılıklarını etkileyip etkilemediğini ve etkiliyorsa nasıl etkilediğini anlatabilir misin?
Yukarıdaki hikayede eksik olan bir kısım var- gerçi bu eksikliğin kendisi de bir şey anlatıyor- o da benim orta sınıf beyaz bir ailede doğmuş olmam. Annem de babam da yoksul göçmen ailelerden geliyordu, ancak babam başarılı bir iş adamıydı ve ben de sonradan görme zenginlerin arasında, oldukça korunaklı ve kapalı bir sosyal çevrede büyüdüm. Bugün düşünüyorum da, ebeveynlerim zorlu geçmişleri nedeniyle kültürel olarak üst sınıflara hiçbir zaman tam olarak uyum sağlayamadılar, ama aynı zamanda geldikleri yeri de o kadar takdir etmediler, bu yüzden kız kardeşim ve ben epey izole büyüdük. Bu durum son derece yabancılaşmış bir çocuk ve gençlik dönemi geçirmeme neden olduysa da aynı zamanda toplumsal konumlarımızı meşrulaştırmaya ve kolaylaştırmaya hizmet eden sosyal ritüellerin ve ortak değerlerin çoğuna hiçbir zaman alışamadığım anlamına da gelecekti. Dolayısıyla bu durumun iyi bir tarafı da olduğu ortaya çıktı, çünkü bu tür bir “sosyal aptallık”, o küçük ailevi baloncuğun dışına çıktığımda sosyal dünyanın karmaşıklığına karşı biraz daha duyarlı olmamı sağladı.
Bununla birlikte, derimin rengi, cinsiyetim ve zengin bir ailede yetişmiş olmam hayatımı o kadar kolaylaştırmıştı ki, doğru dürüst bir siyasi tavır alma ihtiyacıyla yüzleşmem uzun sürdü. Sanırım beni bir seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıya bırakan şey yurtdışında geçirdiğim eğitim dönemiydi: ya zamanımı ve enerjimi muhtemelen yaşam tarzımı koruyacak, biraz tanınmamı sağlayacak ve gerçeklikten tamamen kopuk hissetme pahasına beni Brezilya’dan uzaklaştıracak bir akademik kariyere yatıracaktım ya da çabalarımı entelektüel veya başka türlü sahip olduğum her türlü kaynağı hayata gerçek bir anlam ve amaç katıyor gibi görünen bir şeyin hizmetine sunmaya odaklayacaktım. Yine de bu bilinçli bir karar değildi: Londra’da yaşarken mutsuzdum, hayatımda hiç olmadığı kadar özgürdüm, ama hiçbir şeyin önemi yokmuş gibi hissediyordum, korkunçtu- bir bakıma hayatımın çelişkilerine olabildiğince yakın olmanın, bunları gözden uzaklaştıracak bir hayat aramaktan daha değerli olduğuna karar vermeye başlamıştım. Bu farkındalık bana çarpana kadar, diğer insanların acılarına ve sosyal eşitsizliğe karşı sadece bir tür ahlaki duyarlılığım vardı, bu da benden kişisel bir etik ve etrafımda gördüklerimi bastırmaya yönelik bir kapasiteden daha fazlasını gerektirmeyen bir şeydi. Böylece ancak Rio’ya geri döndükten sonra politik olarak organize olmak istediğimden emin oldum. Her neyse, tüm bunlar bir tür kişisel yolculukla ilgili- ve teorik hassasiyetlerimi etkileme biçimlerinin çoğunun olumsuz olduğunu söyleyebilirim, yani gerçekten yararlı fikirlerin ve siyasi strateji oluşturmanın önüne geçen düşünce alışkanlıkları, kendimi ve başkalarını anlama biçimleri olarak. Öyle ya da böyle, kendi meselelerime takılmayı bırakıp somut siyasi kaygılara odaklanmak için sürekli üzerinde çalışmam gereken şeyler.
Brezilya’nın ancak siyasi olarak organize olmamdan sonra verimli bir içgörü kaynağı haline geldiğine inanıyorum. Eleştirel ve politik bir bakış açısıyla yaklaşıldığında, bu ülke [Brezilya] kapitalizmin periferisinin bir tür gelecek laboratuvarı olduğunu ampirik olarak tekrar tekrar doğruluyor- Chico de Oliveira ve Paulo Arantes tarafından öne sürülen ve senin az önce değindiğin “periferileşme” tezi. Fakat mesele şu ki, bu tez olayları çevre ülkelerden daha net görebileceğimizi iddia eden bir yaklaşım değil- her yerde ne kadar aydınlanma varsa burada da o kadar var! Bu daha ziyade, marksist edebiyat eleştirmeni Roberto Schwarz’ın deyimiyle, şu müphem “Brezilya meselesi” nin bizi bir tür kalıcı pratik ve teorik muamma ile karşı karşıya bırakması ile ilgili. Sanki elitler bu kıta topraklarını tek bir ülke haline getirmeye karar verdiğinde Tarih çiğneyebileceğinden fazlasını ısırmış gibi- işte bu bir nevi ölü doğmuş ulus, tam da aynı nedenden ötürü, sermayenin ihtiyaçlarına ve onun polimorfik birikim modellerine diğer yerlerden daha plastik ve misafirperver hale dönüştü. Gerçekten de paradoksal! Brezilya’nın bu “karanlık noktasıyla” ilgilendiğimizde, kendisini tuhaf sosyal, ekonomik ve siyasi dinamiklerle ifade eden ve bize daha sonra sözde “gelişmiş” kapitalist ulusların başına bela olacak aynı derecede esrarengiz olguların ipuçlarını sunan bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Kuşkusuz bu Brezilya’nın tekil bir özelliği değil- ki zaten Brezilya’nın çıkmazlarıyla yaşamanın ve düşünmenin en verimli siyasi boyutu da bu tür muammaların aynı derecede (hatta daha fazla) çevre ülkelerden gelen diğer aktivist ve hareketlerin mücadele ve bakış açılarıyla dayanışmaya olanak tanınabilmesinde yatıyor.
Ege Çoban: “Freeing Thought From Thinkers” gibi makalelerden (üyesi olduğun Subset of Theoretical Practice kolektifi tarafından kaleme alınan) ‘Contribution to the Critique of Political Organization: Outline of An Ongoing Research Project’ gibi daha yakın tarihli metinlere kadar uzun zamandır örgütlenme meselesi üzerine çalışıyorsun. Bize STP’nin kökenlerinden ve bu konuya yaklaşımınızın yıllar içinde nasıl değiştiğinden bahsedebilir misin?
Kolektif organizasyon meselesi, teorik araştırmalarımda ve siyasi pratiğimde merkezi bir mesele olarak ortaya çıktı ve bir tür engel görevi gördü. Yüksek lisans çalışmalarımın başlarında, bazı arkadaşlarımla birlikte Lacan üzerine çalışmaya karar vermiştik. “Pensée” adını verdiğimiz uzun yıllar boyunca devam eden küçük bir çalışma grubumuz vardı. O noktada Lacan’a zaten birçok başka etkiyle -özellikle Sloven Okulu- ve dolayısıyla aklımızda bazı siyasi sorularla geliyorduk ve bu kesinlikle Lacan’ın yazılarını nasıl okuduğumuzda önemli bir rol oynuyordu. Örneğin, Lacan’ın ilk çalışmalarında- klasik metni “Le temps logique et l’assertion de certitude anticipée ‘de olduğu gibi- kolektif mantık hakkında ne düşündüğüne çok fazla odaklanma eğilimimiz vardı ve daha sonraki kurumsal denemelerini- ‘Scilicet’ dergisi, ‘kartellerin’ yapısı vb. gibi Lacan’ın kendi psikanalitik okulunu kurarken geliştirdiği şeyleri- anlamaya çalışmak için çok zaman harcadık. Bununla da kalmadık, kendi çalışma grubumuzda da benzer aygıtları uygulamaya karar verdik- okuma, yazma ve birbirimizi eleştirmek için farklı protokoller oluşturmak mesela. Sanırım üç ya da dört yıl sonra Lacan’ın ondan fazla temel metni üzerine yaklaşık bin sayfa not yazmıştık. Bu notların yanı sıra, radikal bir araştırma kolektifinin (bizim kendimizi sandığımız gibi) nasıl yapılandırılacağına dair- oldukça Fransız, minimal ve yoğun bir üslupla- bazı temel “önermeler” de kaleme aldık.
Bu fikirleri geliştirdiğimiz sıralarda Rio de Janeiro’da bir sosyalist partiye katılmıştım ve Rio’da aktivistlerin teorik formasyonu için bir tür merkez kurmaya çalışıyordum. Pensée‘nin önermelerini -ki bunların hepsi teorinin nasıl çalışılacağı ile bu çalışma gruplarının nasıl organize edileceğinin karıştırılmasıyla ilgiliydi- daha sonra Circle of Studies of Idea and Ideology‘ye [STP’nin öncüsü olan kolektife] dönüşecek olan orijinal projeyi yazmak için bir temel olarak kullandım. Kısa bir not olarak: hem Sovyet döneminin kendi kendine eğitim gruplarını yeniden canlandırmak hem de Fransa’da altmışlı yılların Lacancı-maocularının “Cercle D’Epistemologie” projesini devam ettireceğimizi küstahça iddia etmek için “Circle” adını almıştık!
CSII’nin [Circle of Studies of Idea and Ideology] başlangıçta bir eğitim yeri, bir tür Parti Okulu olması amaçlanıyordu. Fakat bu plan hiç de tutmadı. Her şeyden önce, siyasi olarak o kadar gülünç derecede saf ve ukalaydım ki, kendimi nasıl bir karmaşanın içine soktuğum hakkında hiçbir fikrim yoktu; mevcut sosyalist bir partinin, yeni komünist teoriler ve fikirler üzerine bir grup ders düzenleyen, solcu siyasi pratikleri gözden geçiren ve eleştiren deneyimsiz bir yeni gelene bayılacağını düşünüyordum. Benim deneyimsizliğim, başlangıçtaki kitlemizin genç aktivistlerden oluşması ve bir Parti aygıtı olarak hareket etme önerisine bağlılığımız nedeniyle, CSII herhangi bir hizip ya da grubun yanında yer almıyordu ve bu nedenle de herkes en başından beri projemize derin bir şüpheyle yaklaştı. Sonunda özerk bir kolektif olmamız gerektiğine karar verene kadar yaklaşık iki yıl boyunca Parti içinde kalmayı başarmış, bu gerilimleri nasıl aşacağımızı yavaş yavaş öğrenmiştik- yine de Parti içindeki militanlar ve gruplarla kalıcı bağlar kuruldu ve bu ilişkiler uzun süre devam etti.
Ayrıca erken dönemde ikinci bir başarısızlığımız daha oldu- ki bu çok daha üretken bir başarısızlıktı ve daha içsel nedenlerle ortaya çıktı. CSII’nin komünist fikirlerin tartışılması için bir aktivist merkezi olarak hizmet etmesi amaçlanmıştı, ancak erken dönemde, ulaşım masrafları, çalışma saatleri, bu tür bir ortamın kendileri için olmadığını düşünmeleri, farklı gruplarından gelen siyasi baskılar ve bir dizi başka nedenden dolayı toplantılara yalnızca belirli bir grubun gelebildiği anlaşıldı. Eşitlikçi fikirler hakkında konuşurken kendi alanımıza erişimin eşitsizliği hakkında hiçbir şey söylememek son derece tutarsızdı. Bu yüzden daha ilk aşamada işleri tersine çevirmeye karar verdik: eğitim almak için kendimizi örgütlemek yerine, çalışmalarımızı organize olmanın daha iyi yollarını bulmaya odaklamaya karar verdik. Bence CSII aslında kolektif olarak o zaman doğdu- çünkü bu dönüşüm herhangi bir kişinin fikirlerinin ürünü değildi, doğrudan bu alanı kurmaya çalışırken kolektif olarak yaşadığımız çıkmazlardan kaynaklanıyordu. Yıl 2012 olsa gerek.
Kayda değer bir diğer husus da ikinci soruna getirdiğimiz çözümün, sol gruplar içindeki ve aralarındaki gerilimlerle ilgili olan birinci sorunla başa çıkmak için de yeni bir yol sunmasıydı. Sanırım bu, pratik çıkmazlardan doğan ilk kolektif teorik hipotezimizdi: organizasyonel sorunların Sol içindeki ideolojik bölünmeleri çaprazlamasına kestiğini fark ettik- böylece odağı soyut ilkeler ve teorilerden somut dinamiklere ve kolektif deneylere kaydırarak bu gerilimlerin üstesinden gelmek için bir yol öneriyorduk. Özerk bir kolektif haline geldikten sonra bu ilkeyi test ettik ve CSII’nin komünist partilerden, sendikalardan, anarşist gruplardan gelenler, daha önceki siyasi yaşamlarında travma geçirmiş aktivistler, siyasete yeni başlayanlar vb. için yararlı bir alan olarak hizmet edebileceğini görmek inanılmazdı- ve geçmişi nerede olursa olsun herkesin gelebilir olduğu bu açıklık da bizim bu perspektif değişimini gerçekleştirme kapasitemizle yakından ilgiliydi.
Tüm bunlar, sözünü ettiğin ilk metnin- “Freeing Thought From Thinkers”- kolektif organizasyon sorunuyla yıllarca pratik olarak uğraştıktan sonra CSII’nin siyasi deneyimini sistematize etmek için bir girişim olduğunu söylemek içindi. Başka metinler de yazılmıştı- hem benim tarafımdan hem de başka yoldaşlar tarafından- ama sanırım İngilizceye çevrilen ilk metin buydu. Benim için önemli bir metin çünkü CSII’deki ilk teorik aşamanın sonunu belirliyor: 2011’den 2015’e kadar, özellikle “komünizm ideası” nın yeniden canlandırılmasıyla ilişkili filozofların- Zizek, Badiou, Rancière, vb. eserlerinde örgütlenme ve siyasi düşünme için çözümler arıyorduk. Bu filozoflar bu metnin merkezinde yer alıyor; onların çalışmalarını olabildiğince ileri götürmeye, kolektif pratiğimizi ve stratejimizi gerçekten açıklamamıza yardımcı olup olamayacaklarını görmeye çalışıyordum. Sanırım vardığımız sonuç, bu çalışmalarda çok önemli içgörüler olsa bile, bu düşünürlerin yeni bir organizasyon teorisi geliştirmemize yardımcı olamayacaklarıydı. Dolayısıyla CSII’yi mümkün ve politik olarak faydalı kılan şeylere dair kendi teorik açıklamalarımızı geliştirmeye başlamamız gerekiyordu- ve Subset of Theoretical Practice bu şekilde doğdu: CSII’nin bir “alt kümesi” [subset] olarak. Temel amacı kendi pratiğimizi incelemekti ve yöntemi, kolektif bir araştırma programı geliştirmek amacıyla her bir kişinin özel araştırma ilgisini bir araya getiren Pensée‘nin çalışma tekniklerinden ödünç alınmıştı.
STP, 2016-2020 yılları arasında CSII içinde bir araştırma grubu olarak çalıştı. Ancak 2020’ye gelindiğinde CSII bir krizden geçiyordu: odak noktamız her zaman sol pratiklerin içeriden eleştirisi ve örgütsel fikirlere çok uygulamalı ve deneysel bir yaklaşım olmuştu, ancak Brezilya’da aşırı sağın yükselişiyle birlikte insanlar azalan boş zamanlarını daha mücadeleci siyasi gruplara katılmak için kullanmayı tercih etme eğilimindeydi ve CSII içinde kalanların bile devam edecek zamanı ve enerjisi yoktu. Ayrıca CSII’nin belirli bir organizasyonel biçiminin kendini tükettiğini de düşünüyorduk- yani mesele sadece yeni bir konjonktürden kaynaklanan dış baskı değil, yeni koşullara uyum sağlama konusundaki kendi yetersizliğimizdi. Ve böylece Ocak 2021’de kolektifi feshetmeye karar verdik.
Ancak STP çalışmalarına devam etti ve hem Brezilya’da hem de yurtdışında farklı siyasi hareketlerden ve deneyimlerden gelen militanları ve düşünürleri bir araya getirmeye başladı. Bu, görevimizi radikal bir şekilde genişletiyordu, çünkü artık CSII deneyiminin pratik sonuçlarını değil, yeni siyasi bileşimimizin bir araya getirdiği çok daha geniş bir siyasi deneyler dizisini teorileştirmeye çalışıyorduk. Sanırım bu an, bahsettiğin “Contribution to the Critique of Political Organization” başlıklı diğer metinde yakalanıyor. Bunun bir geçiş dönemi olduğunu hissediyorum çünkü teorik olarak da biraz başıboştuk, felsefi tartışmalar ve daha siyasi odaklı sorular arasında sıkışmıştık, hala bir araya getirdiğimiz siyasi tarihi ve gelecekte diğer siyasi örgütlerle yapmak istediğimiz türden çalışmaları düşünen bir araştırma projesi etrafında birleşmenin bir yolunu bulmaya çalışıyorduk.
Son olarak, bu yeni yapılanma içinde birkaç yıl geçtikten sonra, belki de 2023’ün başlarında, artık düzgün bir şekilde inşa etmek ve teorize etmek istediğimiz gerçek bir sistemik siyaset yaklaşımının temel ilkelerini nihayet kurmayı başardığımız için yeni bir değişimin gerçekleştiğini söyleyebilirim. “Working Through Political Organization” ve ‘Atlas of Experimental Politics’ gibi metinler işte bu döneme ait – ve aynı zamanda dünyanın dört bir yanındaki siyasi organizasyonlarla kurduğumuz yeni ilişkiye: ilk olarak farklı aktivistlerle devam eden içlerinde oldukları siyasi süreçleri tartışmak üzere toplantılar düzenlemeye başladık ve yakın zamanda Alameda Enstitüsü ile ortaklaşa Rio de Janeiro’da STP’nin fikirlerini test ettiğimiz, siyasi gruplarla aylık “militan sorgulamaları ”na ev sahipliği yaptığımız bir yer kurduk.
Ege Çoban: Araştırmalarınızdaki en ilginç kısımlardan biri Badiou ile ilgili; STP’de Badiou’nun Logics of Worlds kitabını yeniden okuyarak orada geliştirilen ‘nesnel fenomenoloji‘ye bir ilgi duyduğunuzu hatırlıyorum ve bu da Yuan Yao ile beraber yazdığın “A Primer on Political Phenomenology” metnine yol açmıştı. Badiou ve Logics of Worlds‘de kendi teorik gelişiminiz için yararlı bulduğunuz şey neydi?
Sanırım cevabıma (1) STP içinde Badiou’nun çalışmasının bizler için gerekli olduğu ya da onun bize genel bir yönelim sağladığı konusunda hiçbir zaman bir fikir birliği olmadığını ve (2) STP’deki pek çok insanın hala onu pek umursamadığını söyleyerek başlamam gerekiyor! Şahsen ben sıkı bir Badiou’cuyum – ama tam da bu nedenle Badiou’nun çalışmalarıyla ilgili üç çeşit sorunum var:
- Felsefesinin kendi kişisel önyargılarının bir ürünü olduğunu düşündüğüm ve bu nedenle nihayetinde kendi teorisiyle uyumsuz olan yönleriyle ilgili sorunlar- burada cinsellik ve toplumsal cinsiyet üzerine düşüncelerini veya düşüncesindeki “Devletin uzağında siyaset” in ne anlama geldiğine dair bazı çıkarımlarını vb. vurgulayabilirim. Bence bunlar, projesinin diğer kısımlarıyla derme çatma yapıştırılmaya çalışılmış ve psödö-teorik pozisyonlar haline getirilmiş kişisel önyargılar;
- Çalışmasının kendi içinde sorunlu olmayan, daha ziyade sınırlayıcı veya anakronik olan, örneğin neredeyse tüm örneklerini ve karşılıklı konuşmalarını (elbette kilit ve önemli istisnalar dışında) Fransız düşünürlere, sanatçılara, matematikçilere vb. odaklamak gibi can sıkıcı tercihi, yazım ve didaktik tarzının bazı özel etkileri gibi olumsal yönleriyle ilgili sorunlar – bunların özünde yanlış bir şey yok tabii, ve tamamıyla evrensel ve çoğulcu bir yaklaşımla ikame edilemezler, ancak bu şeyler aynı zamanda onun çalışmalarıyla ilgili önemli olanın alımlanmasının ve kavranmasının önüne geçiyor. Bu da sıklıkla bu olumsal faktörleri yapıların biçimsel sertliğiyle karşı karşıya getirerek gidermemizi gerektiren bir dizi soruna yol açıyor;
- Çalışmalarını ve yaklaşımını, onun doğrudan ele almadığı konuları ve alanları da kapsayacak şekilde nasıl genişletebileceğimize ilişkin problemler- bunlar elbette en iyi sorunlardır ve bence, matematiksel formalizmi kavramsal yapılarının merkezine etkin bir şekilde yerleştirerek, teorilerini değiştirebilmemiz ve güncelleyebilmemiz için insanlara kendi düşüncesinin “makine dairesine” erişim izni verecek kadar cömert davranan çok az filozof var. Bu nedenle, eğer biri onun doğrudan kullandığı formel teorilerle tutarlı yeni matematiksel sonuçlar bulabilir ve aynı genel yorumlayıcı çerçeveyi bu yeni ifadelere uygulayabilirse, hiç kimse, hatta Badiou’nun kendisi bile, bu eklemelerin aslında aynı projenin bir parçası olmadığını iddia edemez- Badiou kavramı “matheme ”in himayesine bırakarak kendi teorileri üzerinde tekel kurma imkanını da kaybetmiştir.
Tekrar ediyorum, Badiou’nun düşünceleri benim için değerli olduğundan bu sadece benim kişisel görüşüm olabilir, ancak STP’nin – bilinçli ya da değil – Badiou’nun felsefi çalışmalarının bugüne kadarki en iyi eleştirilerinden birini sunduğuna inanıyorum. Çalışmalarımızı Badiou’nun bir tür “materyalist” yorumu olarak okumak pekâlâ mümkün. Ancak burada Marx’ın Hegel’i “materyalist bir şekilde tersine çevirmesi” analojisini çok fazla ileri götüremeyiz, çünkü Badiou bir idealist değildir. Onun kısıtlılıkları daha çok eserinin ilgi odaklarıyla ilgili- ve açıkçası, Batı felsefesinin yeniden inşasına katkıda bulunma şansına sahip bir Fransız profesör olma imkânı kime düşse, o da varlık, görünüş, hakikat, mutlak ve benzeri sorulara odaklanırdı! – Bu nedenle, bu kısıtlara yönelik herhangi bir eleştiri, yukarıda açıklanan A, B ve C tipi sorunlardan kaynaklanan nedenlerle, sistemiyle önemli ve tutarlı bir şeyin yine de onun erişiminin dışında kaldığını göstermek için onun fikirlerini “tersine çevirmek” değil, “genişletmek” zorundadır.
Bu uzun şerhle birlikte, Badiou’nun STP üzerindeki etkisine geleyim. Bence cevap iki bölümden oluşuyor. Öncelikle, bu hikâyede Logics of Worlds‘ün formel mekanizmasıyla her türlü özel ilişkiden önce gelen bir konu var- CSII’deki pek çok insanın aradığımız örgütsel teorinin Badiou’nun kendi politika yaklaşımına başlangıçta düşündüğümüzden çok daha yakın olduğunu fark etmesiyle ilgili daha uzun bir hikâye.
Birçoğumuz- ben de buna dahilim- ilk başlarda onun çalışmalarına oldukça karşıydık. Ancak fikir değişikliğimizin, insanların Badiou denildi mi genelde odaklandığı sadakat ve olay kavramlarıyla hiçbir ilgisi yok: CSII’de bizim için giderek daha açık hale gelen şey, Badiou’nun toplumsal dünyanın bir kez siyasi örgütlenmenin süzgecinden geçtikten sonra daha net ve daha açık gözüktüğü fikrine olan bağlılığıydı- ve bu netleşmenin, bir şekilde, birlikte yaratılan kolektif yapının bir işlevi olduğu fikrine. Bu bazılarına önemsiz görünebilir, ancak bana göre bu fikir [dünya bir organizasyon ve angajmanın içinden daha geniş ve net gözükür fikri] Badiou’nun katkısının temel köşe taşı olmaya devam ediyor, çünkü derinlerde, sosyal bilim ve politik düşünce arasında, konjonktürü analiz etmek ve politik olarak hareket etmek arasında- yani- politik ekonomi ve politik organizasyon arasında, genellikle keşfedilmediğini ve hatta anlaşılmadığını düşündüğüm bir tersine çevirme anlamına geliyor. Çok basit bir ifadeyle söyleyecek olursak, önce toplumsal dünyayı tanıyıp sonra hangi siyasete yatırım yapacağımızı ve nasıl örgütleneceğimizi bulmayız. Tam tersine, toplumsal durumlara ilişkin neyin sırf doğruluk payı olan ifadeler olduğunu ve neyin toplumsal yaşamda gerçek bir hakikate sahip olduğunu ayırt edebilmemizin asli aracı siyasal organizasyondur- bu, örneğin Marx’ın politik ekonomi eleştirisinin siyasal mücadelenin ayrılmaz bir parçası olmadığı anlamına gelmez: daha ziyade, tam da dünyayı başka türlü de olabileceğini göstermeye zorladığımız, tam da sermayeyle uzun süreli mücadelelere girdiğimiz için bu teorik açılımı yaparız.
Badiou’nun bu yorumu, kitaplarıyla oturup kalkarak vardığımız bir sonucun ürünü değildi. Varlık ve Olay’ı ve diğer bazı eserlerini ilk kez okuduktan (denedikten) sonra, onu kötüleyenlerin (ve destekleyenlerin) çoğunun sıkça dile getirdiği aynı türden genel eleştirileri ben de geliştirdim: “Politik ekonomi nerede? Olumsuzluk nerede? Ölüm dürtüsü ne olacak? Peki ya natüralizm? Öznelliğin olanaklılık koşulları nerede?” vb. Ancak CSII ile birlikte, politik örgütlenme hakkında inanılmaz derecede az teorize edilmiş bir şeylerin olduğunu ve bu şeylerin aslında militanlığın önemli bir parçası olduğunu, genellikle tam da bu tür bir sorgulamalar – kolektif özgürlüğün tüm zorluklarını politik ekonomik etkilere, metafizik bir olumsuzluk kavramına, metapsikolojiye, altta yatan bazı bilişsel etkilere vb. indirgeyerek – gizlendiğini birinci elden deneyimlediğimiz için, bu politik fazlalığı, kolektif organizasyonların onların parçası olan üyelerin ötesinde bir şekilde var olduğunu adlandırmak ve ele almak için yeni yollar aramaya başladık.
Ve bu pratik mesele olmasaydı, Badiou’nun çalışmasının değeri hakkındaki fikrimi asla değiştiremezdim- ve bu çalışmayı gerçekten inceleyecek ve işin matematiksel yönünü gerçekten çözmeye çalışacak enerjiyi asla bulamazdım. Dolayısıyla, ilk olarak, Badiou’nun çalışmasına olan ilgimizi motive edenin politik bir sorun olduğunu ve bu sorunun politik örgütlenmenin öznel doğasının materyalist bir açıklaması, sosyal dünyanın bireysel bilişsel faillerin bakış açısına indirgenemeyen dayanıklı bir noktası olarak hizmet etme kapasitesi vb. ile ilgili olduğunu vurgulamanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu ilk anı not etmek çok önemli çünkü aksi takdirde STP’nin “nesnel fenomenoloji” kullanımı hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Logics of Worlds‘ü birlikte incelemeye başladığımızda, Badiou’nun kullandığı formel araçların Marx’ın değer teorisinin temel özelliklerini yansıtabildiğini fark ettik- ve dahası, Badiou’nun kullandıklarının ötesinde topos teorisinin diğer yönlerine bakarsak, Kapital’in yapılarının diğer birçok detayını da içerecek şekilde Marx’la olan korelasyonu genişletebiliriz- bu sadece topos teorisinin iktisadi teoriyi formüle etmek için iyi bir aday olması anlamında iyi bir “bilimsel” haber değildi. Bir önceki noktayı hatırlayalım: Badiou’nun felsefesi somut dünyanın ya da gerçekliğin teorik bir tanımını sunmakla ilgilenmez, somut olarak öznelleştirilmiş süreçler tarafından somutlukla doldurulacak durumların ve dünyaların iskeletinin son derece az belirlenmiş ama rasyonel bir tanımını sunar. Bu, siyasi süreçlerin kendi dünyalarını salt teoriden daha iyi düşündükleri fikrine bağlı bir projedir- yani, siyasal açıdan önemli olana bir tür “bilimsel” ya da tarafsız bakış açısını basitçe benimseyerek erişemezsiniz. Dolayısıyla, politik ekonomi eleştirisinin önemli kategorilerinin, politik örgütlenmenin özel rolüne ilişkin bu daha da temel iddia ile uyumlu bir biçimsel ve kavramsal aygıt içinde yeniden inşa edilebileceğini fark ettiğimizde, bu aslında Badiou’nun durumların ve dünyaların tanımından genel prosedürlerin tanımına geçmeyi başardığı aynı biçimsel ve kavramsal homojenlikle politik ekonomi ve politik örgütlenme arasında hareket edebilen ortak bir gramer geliştirebileceğimiz anlamına geliyordu. Sanırım Primer on Political Phenomenology’ye kadar uzanan çalışmalarımızın büyük bir kısmını motive eden içgörünün özü bu idi.
Sonuç olarak, kategori teorisi ile fenomenolojinin parlak bir şekilde yeniden yorumlanmasını bir araya getiren Logics of Worlds’ün, ilk olarak, siyasi örgütlenmenin öznel boyutuna ilişkin temel sezgimizle uyumlu olması ve ikinci olarak, siyasi deneylere, düşünme ve hakikate ilişkin bu derin bağlantıyı sürdürmesi, Marx’ın kategorilerini sentezlemenin belki de gördüğümüz en sağlam yolunu sağlamıştır; kavramsal netlikte gerçek bir artış, inşasındaki farklı anların ayırt ediciliği ve Kapital’in üç cildinde de anlatılan süreçlerin şaşırtıcı düzeyde bütünleştirilmesi bizim için önemliydi. Ancak ikinci yönün değeri, birinci yönle olan uyumluluğu sayesinde sonsuz derecede artmaktadır, çünkü siyasi örgütlerin toplumsal gerçekliğe özgün bir bakış açısı sunduğu fikrine bağlı bir siyaset teorisinin, anlık eylemlere ya da kapitalist güçlerin kişiselleştirilmiş bir görünümüne odaklanmak uğruna erişim alanını kısıtlayan bir siyaset teorisi olmadığını, aslında en soyut yapılara bile daha fazla açıklık getirebilen bir teori olduğunu kanıtlamaktadır – bu teori gerçekten de daha iyi ve titiz bir siyaset teorisi ortaya koyuyor.
Daha sonra, Marx’ın kategorilerinin, bu formalizmle yeniden çerçevelendiğinde, diğer sosyal mantıklarla olan farklılıkları ve benzerlikleri üzerinde çalışmamıza da yardımcı olacağını fark edecektik- böylece yeni ve ilginç sorunlar ortaya çıktı ve yine Badiou’nun çalışmasını kendi erişiminin ötesine genişletti. Ayrıca, Badiou’nun çalışmasında ele alınmayan siyasi örgütlenmenin farklı yönlerini keşfederken çok daha derine inebileceğimizi fark ettik çünkü Badiou belirli bir örgütsel form üzerinden çalışmaya çalışmıyor, sadece belirli bir siyasi sürecin en genel ve az belirlenmiş boyutunu tanımlıyor. Biz de spesifik bir örgütlenme türünü tanımlamaya ya da reçete etmeye çalışmıyoruz, ancak görüşümüz başka yönlerden yine de onunkinden daha sınırlıdır da diyebiliriz.
Ege Çoban: Geçtiğimiz günlerde e-flux için kaleme aldığın bir makalede, STP yaklaşımını ‘örgütsel üç-boyutluluk’ olarak tanımlıyorsun; oluşum, etkileşim ve kavranabilirlik sorunlarını aynı sosyal dinamiğin üç yüzü olarak ele alan bir pozisyon. Bu yönleri aynı anda idare edebilecek bir organizasyonun olabilirlik koşulları nelerdir?
Bu soru bir önceki soruyu güzel bir şekilde izliyor. Topos teorisinin gerçekten inanılmaz yönlerinden biri cebir, mantık ve topolojiyi- yani edimsel, içlemsel ve uzamsal bilimleri- bir tür üretken eşdeğerlik içinde bir araya getirmesidir: düzen yapıları bir uzayın parçalarını nasıl ayrıştıracağımızı tanımlar ve tüm bunlar bu bağlamın dilinin mantıksal özelliklerine karşılık gelir. Bu eşdeğerlik Badiou’nun nesnel fenomenolojisinin çok önemli bir unsuru, çünkü dışarıdaki şeylerin “eklemlerinin”- nasıl bölündükleri ve birleştirildikleri- karşılık gelen yerel mantıksal yapılara neden olduğunu göstermesine olanak tanıyor.
Ancak Logics of Worlds’ten de anlaşılacağı üzere, Badiou nesnel fenomenoloji için oldukça geniş bir çerçeve sunmaya çalışıyor ki bu da tikel toplumsal dünyaların betimlenmesinden hala çok uzak. Badiou’nun fikirlerini harekete geçirme ve somut bir örgütlenme teorisine yaklaştırma girişimimizde, Sovyet düşünür Alexander Bogdanov’un çalışmalarına yöneldik. Badiou gibi Bogdanov da hem küçük hem de büyük ölçeklerde hem ekonomik yapıları hem de siyasi örgütlenmeyi tanımlamayı amaçlayan bir gramer önerir [Bogdanov’un tektoloji dediği şey]. Ancak Badiou’dan farklı olarak, bunu zamanının doğa bilimlerine yaslanarak yapar. Badiou’nun siyasi süreçlere ilişkin teorisini Bogdanov’un örgütlere ilişkin daha dinamik yaklaşımıyla örtüştürmeye çalışırken, kolektif örgütlenmenin nesnel fenomenolojisine daha süreç odaklı bir yaklaşım sunmak için “örgütsel üç boyutluluk” (gayri resmi olarak “kompütasyonel üç yönlülük” teriminden esinlenerek) adını verdiğimiz bu üçüncü yaklaşımı ortaya attık. Bu yaklaşım, bir organizasyonun parçalarının oluşturulma şeklinin (topoloji benzeri yaklaşım) diğer organizasyonlarla nasıl etkileşime girdiğini (cebirsel benzeri yapılar) ve bunun da çevresi hakkında neyin anlaşılır hale getirildiğini (her şeyin mantığı) koşullandırdığını iddia ediyor. Oluşum, etkileşim ve kavranabilirlik birbirini koşullandırır- ki bu onların tam olarak eşdeğer tanımlar olduğunu söylemek anlamına gelmez.
Bu teorik önerme bize kolektif örgütlenmeyi tartışmak için Badiou ve Bogdanov’u birbirine yaklaştıran daha biçimsel bir yol sundu- işlevsel olarak daha açık bir kullanım sunan. Sorunun, bu boyutlarda gezinen örgütlerin nasıl inşa edileceği olduğunu sanmıyorum, çünkü iddiamıza göre her örgüt aslında zaten bu şekilde yapılanır. Organizasyonel bakış açısını benimsemek, her türlü kolektif süreci bu şekilde oluşturulmuş olarak analiz etmektir ki bu da radikal biçimde farklılık gösteren kolektif süreçlerin içindeki rasyonelliğini fark etmemize yardımcı olacaktır. Örgütsel üç boyutluluğu Marx’ın meşhur “toplumsal varlık toplumsal bilinci belirler” sözünün bir açılımı olarak anlayabiliriz: toplumsal ve siyasi olguları yönlendirmek yerine açıklığa kavuşturan bir perspektif sunmaya çalışmak- bu her gerçek siyasi sürecin uğraşması gereken siyasi bir sorun olmaya devam ediyor.
Bu anlamda, daha iyi bir soru, verili bir siyasi örgütün hangi koşullar altında diğer siyasi süreçlerin siyasi önemini ve rasyonelliğini tanıyabildiği olacaktır- daha büyük siyasi hareketlerin oluşması, güçlü ittifaklar ve dayanışma ağları oluşturması için bir koşuldur bu. Ve örgütsel üç boyutluluk, diğer örgütlerin siyasi öneminin kavranabilirliğinin, onlara bakan siyasi grubun nasıl yapılandırıldığına bağlı olduğunu iddia eder. İdeal olarak, bir örgüt ne kadar heterojen olursa, diğer örgütlerle etkileşime girerken kendi reçetelerinin ve stratejik vizyonunun anlaşılabilirliğini koruması da o kadar kolay olur.
Bu nokta önemli çünkü daha önce söylediğim, STP’nin reel politikaya Badiou’dan daha yakın bir metapolitik görüş önerdiği konusunu açıklığa kavuşturmaya yardımcı oluyor. Çok kısaca şunu söyleyebiliriz: Badiou için farklı politik süreçleri birleştiren bakış açısı kendi başına politik değilken -onun için bu felsefe tarafından daha iyi ele alınan sonsuzluğun bakış açısıdır- STP için pratik bir komünist kaygıyı, farklı örgütleri ve bölgesel hareketleri bir araya getirmenin stratejik sorununu oluşturmaktadır. Bunu daha önce bahsettiğimiz periferileşme tezi açısından bile açıklayabiliriz: STP’nin bunu teorize etme şekli, periferiyi birbirinden farklı toplumsal mantıkların “hizalanamadığı” yer olarak ayırt etmektir- periferi ülkelerde değer, mülkiyet ve topluluk mantıkları tek bir tutarlı normatif çerçeve oluşturmaz- toplumsal modların “modernite” dediğimiz şeyi oluşturmak için daha rahat hizalandığı merkez ülkelerin aksine. Badiou, bu açıdan modern bir düşünür: siyasi bileşim koşullarının doğal olarak gerçek siyasi süreçlerin varlığından kaynaklandığına, doğaları gereği potansiyel olarak bağlantılı olduklarına inanırken, STP çevresel koşullar altında bileşimin verili olmadığını- tabiri caizse Badioucu sonsuzluğun inşa edilmesi gerektiğini iddia ediyor.
Ege Çoban: Laplanche’dan Milner’e, Lacancı düşüncenin içeriden gelen eleştirileri yerleşik bir gelenek haline geldi. Kitabın “The Desire of Psychoanalysis‘i daha önce başka düşünürler tarafından yapılan benzer girişimlerle kıyaslarsak nasıl konumlandırırsın?
Bu konu üzerinde çok fazla düşünmedim, ancak Lacancı psikanalizin eleştirildiğini gördüğüm yolları şematize etmeye çalışmama izin verin.
(A) Lacan’ı bir şarlatan vb. olarak itibarsızlaştırmaya çalışan açık eleştiriler var- Borch-Jacobsen’in “Absolute Master” kitabı belki bir örnek olabilir, ancak farklı psikanalistler ve psikologlar tarafından Lacan’ın tutarsız veya belirsiz olduğuna işaret eden pek çok metin ve yorum var.
(B) Lacan’ı muhafazakâr bir paradigmaya bağlı kaldığı için eleştirenler var, bu daha politik bir eleştiri türü- Deleuze ve Guatarri politik bir duruştan yola çıkarak Lacan’ın teorisinin yetersiz kaldığı sonucuna vardıkları için “Anti-Ödipus” un buraya uyduğunu söylemek mümkün, ayrıca Lacancı psikanaliz ile ataerkillik ve burjuva ideolojisinin suç ortaklığına odaklanan marksist Lacan eleştirileri de mevcut.
- Bir de psikanalizin kendisine daha içsel olan, Lacan’ın perspektifini ya iyi bir klinik uygulamaya yol açmadığı için reddeden ya da açıklayamadığı ve bu karşı örnekler nedeniyle çoğunu reddetmemizi gerektirecek önemli klinik fenomenler olduğuna işaret eden eleştiriler var- Laplanche’ın çalışmasının buraya uyduğunu düşünüyorum.
- Ayrıca, genellikle Lacan’ın savunulduğu, ancak Lacan’ın titizliğini ya da meşruiyetini savunmak için çalışmalarının çeşitli açımlamalarını ya da sistematikleştirmelerini gerektiren, sonuçta Lacan’ın yeterince açık ya da titiz olmadığını öne süren daha örtük, neredeyse dolaylı eleştiriler de bulunuyor- Jean-Claude Milner’ın çalışmasını buraya koyuyorum, çünkü o da olabildiğince Lacancı, ancak onun çalışması Lacancı önermeleri ifade etmek için çok daha farklı kaynakları benimsiyor. Zizek’in Lacan eleştirileri de bu yönde sanki, çünkü Lacan’ın fikirlerinden kopmaktan çok, onların teorik temellerinin göründüğünden daha Hegelci olduğunu iddia ediyor vs.
- Son olarak, genel çerçevenin korunduğu, ancak yeni gelişmelere izin vermek için bir şekilde genişletilmesi anlamında Lacan’ın teorisinin sınırlarına yönelik eleştiriler yer alır- Lacancı seminerlerde ve okullarda bu yönde dolaşan pek çok materyal var ve Jacques-Alain Miller’in çalışması da genellikle bu kategoride yer alıyor, Maleval, Porge, Allouch, Christian Dunker ve diğerlerinin kavramları daha net hale getirmeye, erişim alanlarını genişletmeye çalışan klasik çalışmaları da öyle.
The Desire of Psychoanalysis bunların hepsinden biraz daha farklı bir strateji benimsiyor. A seçeneği gibi, Lacan’ın kişiliğini sorgulamaya çalışıyor, ancak ondan farklı olarak Lacan’ı Lacancı düşünceden ayırıyor. B seçeneği gibi, psikanalizi radikal politikaya daha uygun hale getirmeye çalışıyor, ancak ondan farklı olarak, politika ve psikanalizin doğrudan bir karışımını önermiyor. C seçeneği gibi, sahip olduğu istenmeyen metafizik taahhütler nedeniyle Lacan’ın kuramsal çerçevesinde ciddi değişikliklere ihtiyaç olduğunu iddia ediyor, ancak bunun aksine ayrı bir psikanalitik yönelim yaratmaya çalışmıyor. D seçeneği gibi, Lacancı klinik deneyimin başka bir açıklamasını sunmaya gayret ediyor, ancak ondan farklı olarak bunu sadece teorik bir tefsir olarak gizlemiyor. Ve E seçeneği gibi, Lacancı düşüncenin erişim alanını genişletecek araçlarla klinisyenlere hitap etmeye çalışırken, ondan farklı olarak, bunu bizi dışarıdan zorlayacak yeni klinik fenomenlere odaklanarak yapmaya kalkışmıyor.
Bu nedenle, kitabı tanıtırken ve insanlarla konuşurken ilginç bir deneyim yaşadım: yukarıda tanımladığım tüm eleştirel pozisyonları benimseyen insanlardan oluşan geniş bir kitleye hitap ediyor gibi görünüyor, ancak aynı zamanda bu eleştirel yaklaşımların hiçbirine gerçekten eş olmadığı için herkesi hayal kırıklığına uğratmış gibi bir hali de var. Bence ana kitlesi, Lacan’ın temel içgörüleri tarafından yönlendirilen klinik uygulamalarda özel bir şeyler olduğuna inanan, ancak analitik topluluğumuzun farklı eksikliklerini sayısız şekilde hisseden eğitimdeki genç analistler.
Ege Çoban: Bu kitapta en çok tartışılan manevralardan biri ‘gösterenin mantığı‘nın yerelleştirilmesi. Yani Miller’ın gösterenin mantığını “mantığın kökeninin mantığı” olarak tanımlamasına karşı, klinik ortamın sınırları içinde sınırlandırılmış bir anlayışı savunuyorsun. Bu sınırlandırmanın psikanaliz ve politika arasındaki ilişki açısından sonuçları nelerdir?
Yerelleştirme fikri, Badiou’nun çalışmalarındaki dikkat çeken bir yönü yorumlamam sonucunda ortaya çıktı. Bu mesele onun klasik “Mark ve Lack” makalesindeki psikanaliz eleştirisinde de az çok açık bir şekilde söz konusudur, ancak bunun Badiou’nun tüm felsefe yapma biçiminin merkezinde yer alan eleştirel bir operatör olduğuna inanıyorum. Radikal düşünce için alternatif bir temel sağladığından, onun çalışmalarını mevcut eleştirel felsefe paradigmasından ayırmaya yardımcı olduğunu düşünüyorum. Bu operatörü iki adımda tanımlayabilirim:
- İlk olarak, bir teoriyi, bir ideolojik çerçeveyi veya bir durumu, ancak gizli ön kabulleri ortaya çıkararak eksik, hatalı veya sorunlu olarak gösterebileceğimiz bir bütünlük olarak ele alma fikrini reddeder. Eleştirel paradigmaya göre dünya bir tür mutlak bütünlüktür ve bir şeyleri kapsamadığını göstermeye çalıştığımızda bütünlüğün dışına çıkmamız gerekir ki bu da bir paradoks yaratır (bu dışarısı nedir?) ve bu çıkmaza getirilen çözümlerin çoğu tutarsız bir bütünlük teorisini ima eder (her bütünün bir istisnası vardır, vb.). Bu yolu izlemek yerine, yerelleştirme operasyonu bir bütünlüğü ondan daha büyük bir alanın içine yerleştirir- ki bu da bütünlüklerin mutlak değil göreceli alanlar olduğunu ima eder- ve bu daha büyük bütünlüğün bakış açısından, bir öncekinin nasıl şu ya da bu şekilde kısıtlandığını görebileceğimizi iddia eder. Bu, dünyayı analiz etmek için bir mercek olarak siyasetin işlevine ilişkin önceki tartışmamıza geri döner, çünkü bu daha büyük bütünlük, ancak siyasi bir sürecin bakış açısından görülebilen angaje bütünlüktür. Dolayısıyla yeni gelişmelerin ortaya çıkması, bütünlük olarak kabul edilen şeyin aslında kısmi ve kısıtlı bir yapı olduğunu gösterme gibi bir yan etki yaratır.
- Yerelleşmenin ikinci yönü ise bu sürecin, eleştirel felsefenin aksine, entelektüel bir süreç olmamasıdır. Hiç kimse, entelektüel akrobasinin katıksız gücüyle, kendi dünyasının sınırları dışına çıkamaz; şayet onun üzerinde durabileceği gerçek bir zemin yoksa. Dolayısıyla, bir bütünlüğün eleştirisinden başlamak yerine, bu bütünlüğe bakmak için yeni yerlerin somut inşasından başlamalıyız- yani, somut politik, sanatsal, bilimsel, aşk süreçlerinden başlamalıyız, ki bunlar daha sonra dünyanın sınırlarını yorumlamamız, parametrelerini yerelleştirmemiz vb. için bir temel oluşturacaktır.
Dolayısıyla yerelleştirme, jenerik prosedürler teorisini ve onun felsefeyle ilişkisini toparlamanın bir şekli olarak görülebilir- ve Badiou için inşanın eleştiriden önce geldiğini gösterir ki bu da bütünlükler arasındaki ilişkilerin adıdır, kendi başına radikal bir işlem değil.
Psikanaliz bağlamında yapmaya çalıştığım şey, Badiou’nun Jacques-Alain Miller’a yönelik erken dönem eleştirisini üstlenmekti- ki bu eleştiri gösterenin mantığının sahte olduğunu değil, psikanalizin kendi sınırlamalarıyla olan muğlak ilişkisi dolayısıyla genel bir özne teorisi olarak hizmet etmek üzere yanlış bir şekilde genişletildiğini iddia ediyordu. Badiou’nun yapmayı tercih etmediği şey- ve burada bir kez daha, kitabın Badiou’nun kendi felsefesinin yapmaya çalıştığından daha fazla pratiğe yakın durmaya çalıştığını düşünüyorum, bu da biraz farklı bir yaklaşıma yol açıyor – bu genel bir özne teorisi olmayacak, o yerel analitik alanın ne olduğunu doğru bir şekilde tanımlamaktı. Kitabımın büyük bir kısmı psikanalizin klinik pratik içinde ürettiğimiz yapay bir kapalılığa dayandığını ve analistler olarak sınırlarımızın net bir şekilde tanımlanmasının Lacan’ın teorisini zayıflatmadığını, aksine onu netleştirerek potansiyel yeni gelişmelere açtığını gösterme girişimidir. Sonuçta, eğer bir şeyin sınırları ya da sınırlamaları yoksa, onları dönüştüremez, onlardan yeni bir şey meydana getiremez. Eğer her şeyi biliyorsak, o zaman hiçbir şey öğrenemeyiz. Yerelleştirme, pratik düşünen veya aktivist insanlar için daha anlamlı olan bir eleştirel operatör türü iken, her pozisyonun “doğru sorularla” ortaya çıkabilecek bazı kör noktaları olduğunu göstermeye çalışan olağan eleştiri, teorisyeni ve entelektüeli merkezi bir konuma yerleştirir, sanki onların kendine özgü sorgulamaları olmadan yeni bir şey ortaya çıkaramazmışız gibi, ki bu açıkça yanlıştır.
Dolayısıyla, bu tür bir eleştirel strateji kullanmamın ardındaki ilk neden, psikanalizi kendi sınırlarına oturtmaya çalışmak, yeni bir kavram anlayışı için alan açmak ve kendi mevcut limitlerimizi daha net bir şekilde hissetmektir. İkinci neden ise, bir alanın tanımının aynı zamanda bizi doğrudan ilgilendirmeyen ve dolayısıyla biz analistler için çok yararlı olabilecek başka düşünme biçimlerine bir nefes alanı açmasıdır. Psikanaliz ile güncel siyaset arasında mecburi bir bağlantı olduğunu düşünmüyorum, en azından siyaset ile diğer herhangi bir alan ya da insan pratiği arasındaki olacak diğer bağlantılardan daha büyük bir bağlantı olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla psikanalitik teoriyi yerelleştirmek, bana göre, her şeyden önce kavramlarımızın doğru referansını yeniden keşfetmek anlamına geliyor; bu da bu referansların nasıl oluşturulduğu, klinik alanımızın nasıl kurulduğu hakkında konuşmak için çok az kaynağa sahip olduğumuzu ortaya koyuyor ve bu da umarım hem psikanalizin içinde hem de dışında, radikal politika gibi diğer düşünce alanlarıyla ilişkisine dair yeni ve ilginç meydan okumaların önünü açacak.
Yapmaya değer olduğunu düşündüğüm ve yerelleştirmenin başarılı bir şekilde işlemesinin ikinci koşulu olan daha geniş bir alanın inşasıyla ilgili son bir yorum: kitabım, çoğu kişi için görünmez olsa da Lacancı psikanalizin temel fikirlerini korumak için kendisini dönüştürmesi gerektiği teşhisini zaten paylaşan ve bunu yapmanın yollarını günlük olarak zaten deneyen kişilerden oluşan geniş bir psikanalist hareketine borçludur. Bu- benim de bir parçası olduğum ve yukarıda uzun uzadıya bahsettiğim daha geniş siyasi hareketle birlikte- psikanalizin günümüzdeki özel durumlarını analiz etmeyi önerdiğim bu daha büyük bütünlüğü oluşturuyor.
Ege Çoban: Şu anda Alameda Enstitüsü ile iş birliği içinde çalışıyorsun, bize bu kuruluşun faaliyetleri ve hedefleri hakkında bilgi verebilir misin?
Alameda Enstitüsü, İngiltere ve Brezilya’da bulunan, felaket ve geçiş temalarına odaklanan bir araştırma enstitüsüdür, Çalışmalarında bu iki temayı da geniş bir şekilde yorumluyor: bir tür genel kriz durumu veya çoklu krizler olarak felaket ve hem ekolojik hem de sosyalist geçiş anlamında geçiş. Alameda‘nın metodolojisi, bu konuları ele alan araştırma projelerini teşvik ederken siyasi örgütlerle diyaloğu da korumaktır; böylece araştırmacılar siyasi deneyime dayanmaya devam ederken bu siyasi süreçler de araştırma sonuçlarından faydalanabiliyor. Şu anda Alameda‘da Sosyal Strateji Direktörü olarak çalışıyorum: görevim araştırmacılar ve siyasi hareketler arasındaki bu köprüyü kolaylaştırmak. Hatta bugünkü asıl işim bu- Alameda’da çalışabilmek için klinik işlerimi azalttım, bu da harika bir deneyim oldu ve farklı siyasi hareketlerle ve muhteşem entelektüellerle yakın çalışmamı sağladı.
Alameda şu anda Rio de Janeiro’da STP ile ortaklık yapıyor ve burada STP üyelerinin çalışmalarımızı kamuoyuyla tartıştığı ve siyasi örgütleri kendi deneyimleri hakkında konuşmaya davet ettiği bir alan olan Ortak Örgütler Alanı’nı (CSO) finanse ediyor. Bu, STP’nin fikirlerinin ve yaklaşımının somut siyasi bağlamlarda ne kadar etkili olduğunu test etmek için harika bir fırsat oldu ve CSO 2023’ün sonlarında başlamış olsa da STP’nin şu anda üzerinde çalıştığı birçok fikri şimdiden etkiledi.
Ege Çoban: Son olarak, bize şu anda ne üzerinde çalıştığınızı söyleyebilir misin? Yakın gelecekte yeni teorik çalışmalar bekleyebilir miyiz?
Sanırım önümüzdeki en önemli şey STP’nin ilk kitabı, ki onu yazmanın ortasındayız. Farklı yayıncılarla görüşmelerimiz sürüyor ancak henüz kesinleşmiş bir şey yok. Kitabın fikri, bu noktaya kadar yaptığımız araştırmaların sonuçlarını yoğunlaştırmak ve bunu CSO gibi alanlar oluşturmakla ilgilenen insanlar için bir tür “ders kitabı” olarak hizmet edebilecek ve bunu farklı siyasi hareketlerle tartışma ve muhataplık için temel bir malzeme olarak kullanılabilecek şekilde yapmak.
Bunun dışında,The Desire of Psychoanalysis’in Brezilya baskısını hazırlıyorum – şu anda İngilizce ve Rusça olarak çıktı ve yakında İspanyolca olarak da çıkacak – ve yavaş yavaş psikanalize odaklanan bir sonraki araştırma projemi bir araya getiriyorum. Sorun şu ki, bugünlerde psikanaliz hakkında yazmak için pek isteğim yok, psikanaliz içinde, eğitim ve çalışma koşullarının ele alınış biçiminde örgütsel bir değişim yaratmak için kurumlara baskı yapmaya odaklanan politik bir cephe oluşturma ihtimali beni çok daha fazla heyecanlandırıyor. İlk kitabın devamı niteliğinde olabilecek bir çalışma için de seyrek de olsa notlar topluyorum ama henüz ciddi bir şey yok.
STP söz konusu olduğunda bile, genel anlamda şu anda odak noktam bu sanırım. Kitabımızı yayınlamak için doğru zaman olduğu kanısında olsam da kolektifi genişletme ve CSO’nun deneyimiyle daha da bütünleştirme olasılığı beni daha çok heyecanlandırıyor- sanırım durup geriye bakmayı ve sistematik hale getirip yayınlamak için teorik bir anlatıma dönüştürmeyi gerektirecek kadar yeni bir kolektif yapı oluşması için birkaç yıl geçmesi gerekecek, henüz emin değilim.
[1] Aslı İngilizce olan söyleşi ilk olarak 22 Temmuz 2024 tarihinde sitemizde yayınlanmıştır.