Şiirin Keşfi
Öyleyse, özgürlüğün felsefesinin de siyasetinin de teolojisinin de iflas ettiğini varsayalım. Böylesi arayışlardan ümitsizce sıyrılmak isteyen, yaşanılan modern sonrası deneyimin köken duygusunun egemence ve korku uyandıran bir mite çıktığını bilmiş veya bildiğini varsaymış bir kişi, neye kanaat edecektir? Bunun şiir olması gerektiğini hesap edelim ve düşüncede ilerlemeye devam edelim.
Şiirin, seçkin bir iş olduğu varsayılır. Burada bahsi edilen seçkinlik, sınıfsal bir soyluluktan çok, bir şiiri meydana getiren mekanik süreçleri sıklıkla göz ardı eden tinsel bir övgüdür. Şairin hâlâ, bugün bile, ender bir kişiliği olduğu söz konusu edilir. Böyle denildiğine bakmayın, onun uçarı eğilimleri ve hassas kişilik iskeletinin yargılanmadığı veya alaya alınmadığı anlamına gelmiyor bu. Şairin hassaslığı meselesi, insanın oldukça çirkin; bir o kadar da küçük hesapların peşinde kurtarılan gündelik doğal durumunun kişide uyandırdığı gizli utancı, yaldızlı bir perdenin altına iyice gömmeye yarıyor: mesela, Rimbaud’nun yüzü, o hastalıklı suratı, bir gençlik fotoğrafından, Étienne Carjat’nın şair 17 yaşındayken kendisini kayda aldığı, takriben 1872 tarihli fotoportresinden hatırlanır. Bunun sebebi, yetişkinlik fotoğrafındaki, o büyüdükçe herkesin yüzünü işgal eden ihtiyarlığın lekelerinin ve hatlarının sıkıcı doğasından sahte bir kaçış arzusudur. Yoksa Arthur Rimbaud’nun suratı, her orta yaşlarına erişmiş kişi kadar sıradan bir yetişkinliğin taşıyıcılığından kendini kurtarabilmiş değildir.
Şiirin Ekonomisi
Oysa şiir yoktur, av vardır ve gerek yazmak gerekse bir şiir meydana getirmek, kökende, oldukça zahmetli bir ‘eti kemikten ve sinirden temizleme’ işlemidir. Bu bilginin, bilgi değilse bile sezginin ucunda da, şiirden çıkarılacak bitkisel bir özgürlük rejiminin, dişil bilindik zarafet okumalarının canına susamış lanetli bir pay vardır: Şiir yazmak, kanlardan ve avcılıktan; kurban kesmekten paya düşen kirli bir ödülmüş gibi mermerler üzerinde olanca ağırlıklarıyla süzülen hayvan cesetlerinin üzerinde bakış gezdiren sakatatçının bilgeliğidir. Et zanaatkârı, etin neresinin ne kadar para edeceğini, cesedin içinde işleyen lezzet ekonomisini bir mesleğe çevirecek kadar iyi bilmektedir ve böylece şiir, ticaretin zorluklarına katışmış bir estetiğin nesnesi haline gelir. Sinirlerinden ve dişe hoşnutsuzluk veren lastikleşmiş yağlarından temizlenmiş, lezzeti seçilir, etli ve dirimli kelimelerin her birinin birer ekonomisi vardır; şiire nesne edilebilmeleri bakımından da tasarlanabilir şeylerdir ve denebilir ki, mühendislik ürünleridir onlar. Oldukça mekanik bir görünümü olan şiir, okuru tavlamak için derilip çatılmış; özde sefil sözcelerin kurlarıyla onu ayartmaya; yer yer, belki zor imgeler sunarak, o belagatin çiçeklerini örmeyi değil dalında seyretmeyi seçmiş masum okuyucuyu terletmeye yarar. Mesleğinin tüm kirini, tozunu gırtlağında taşıyan şair, söyledikleriyle yabancıları ayartan ancak kendisi çok kayda değer bir şey karşısına çıkmadıkça ayartılamayan bir kişidir. Şiir yazmanın, daha doğrusu şiir yapmanın zahmetlerini çekmiş herkes bunu bilir fakat itiraf edemeyecektir çünkü ettiği an, hem özgürlüğün anlağımıza sığmayan yüce rejiminden kendisine son sığınak bilinerek kaçılabilecek bir yaşam alanı artık kalmayacak hem de ozanın ozanlık mesleği basiretsiz bir noktaya varacak, gözden düşecektir.
Fakat müjde! Açık veya kapalı, ister bir yabancıya yani okura, isterse de bir tanıdığa yani kendisine yapılmış olsun, bu itirafın sebep olacağı başarısızlık hissi, okunmaya ve yazılmaya değer hiçbir şey kalmadığının; bir varlık olarak insanın var olma halini bir kılıf gibi giyinmiş o etli özgürlüğün; bedenin özgürlüğünün başka, yabancı hiçbir özgürlükle telafi edilemeyeceğinin bilgisi; sefaletin olduğu kadar şiirin enstrumanlarını da hortlatır.
Tam da dünya pis ve iğrenç olduğu için; tiksinç suçlardan kalan travmalarla ahlaken sınandığı, sevgimize nesne kıldığımız bedenlerin organik bir ölümle taçlandırılacağının asırlık sezgileri korkularımızın nemli yerlerini okşadığı için; siyaseten, kallavi bir özgürlük tanımı yapmayı beceremediğimiz, özgürlük dediğimizde; düşüncemizin ondan özge her şeyle boşuna oyalanarak en inatçı hayallerimizi bile sabun köpüğü gibi cılız bir suda dağıtmasına alıştığımız için şiir yazmak veya okumak isteriz. Ki siyasete aşırı bir refleksle bulanmış bazı ozanların saçmalıyor oluşları, artık cenderesinden çıktıkları bir şeyi, acayip bir takıntıyla, kendilerine yeniden ortak etme ısrarlarından ileri gelir fakat artık bitmiştir. Özgürlüğün hiçbir bilgisi kalmamıştır. Yılgınlık vakti çökmüştür, bu belirsiz eşikte etek sürüyen hiçliğin hortlakları; tüm cesaret dolu alınların o görkemli utkularını, her genç bedenin gözünü söndüren gaddar zamanın huylarıyla yer bitirir.
Behçet Necatigil’in hikmet burcu dediği yer burası olsa gerektir ve belki de bu saf şiir küresinin insan anlağına sığması için ihtiyarlığı veya ‘feleğin çemberinden geçmeyi’ beklemeye gerek yoktur; O, kim bilir, bir şeylerin size en uzak olduğunu varsaydığınız bir gençlik vakti varlığınızı ele geçirir ve üzüntünüzde donar, ne dönüşür ne de zamanın huylarına ayak uydurup yeniden gençlik kazanır, inanılmayacaktır ama, her şey değişir; O, değişmez: hikmet burcu, politik ve toplumsal sorunların, kurtuluş ümitlerini baltalayan ekonomik; politik dertlerin bir belagat çiçeğinin seyrinden doğan doğallık dışı hazlarına gömülerek, edebiyatın zevklerini tatmin etmek için kavramsal maskotlar tarafından soyutlanmasının; böylece sosyal gerçekliğin ıskalanmasının sonucu değildir yani O, mistifiye bir ifade içermez; şiirin Adorno’nun Commitment’ında da[1] (Angajman’ında da) öne sürüldüğü türden, saflık fikriyle değil ampirik bağlantıları itibariyle dikkate değer olmasına heveslenir, gerçekliğin müşküllerini tümden soyutlayıp reddederek değil, onları dolayıma alan çok gönderimli bir peteğe dönüştürmeyi arzu ederek serpilir. Ondaki ümitsizlik ve donukluk, zamanın ve mekânın işlevlerinden soyut olmadığı gibi; saflık ve ideal fikirlerine de tamamen sırtını dönmüş değildir çünkü bu ikisinin, alışıldık bir dünyayı reddetmenin melankolik birer yatağı olduğunu sezer.
Şiir: Ürkek Bir Sevinç
Hava yeni aydınlanıyor. Tam gök ağarırken pencere kenarına biriken güvercinlerin gürültüsünden uyuyamamış, uykumun sonlarında hafiften ayılmıştım. Bu garip huzursuzluğuma günün ilk ışıkları eşlik ediyordu. Derken biraz zaman geçti ve binaların güvercin ayakları gibi küçücük bacalarının kiremitler üzerine eğik eğik düşen yumuşak gölgelerini farkettim, içimin 26 yıllık çöpleri silkindi, biraz mutlu oldum.
Şimdi o anın üzerine düşünüyorum da, gözüm bir şiir zerresi avlamıştı. Ve o ana gelene dek zihnim, etle; kemikle, sinir düğümleriyle nasıl nasıl uğraşmıştı. Yazılmamış, okunmamış haliyle -ki buraya da, kasıtlı olarak, olduğu gibi aktarmadığım- gördüğüm o şey, özgürlüğün ekonomisine dahil edilebilir, üzerinden spekülatif şeyler konuşulabilir bir fragman değildi. Oradaki çıtkırıldım sevinçten, şimdi bile, biraz daha bahsedersem, gördüğüm şeyin gerçekliğini ıskalamış olurum.
İşte sadece şiir değil, genel olarak, okumanın ve anlamanın nesnesi kılınan tüm şeyler, az önce bahsettiğim fragmanın kalıba dökülmesi halinde, kendindeki mahremiyeti yitireceği bilgisi nasıl ortadaysa, bir mahremiyeti ortaya döktükleri için gerçekliği sürekli ıskalarlar. Öyleyse özgürlük, gerçekliğin ihmal edilmediği; küçük, değersizmiş gibi gözüken anlarda, duygu eşelenmelerinde arandıkça daha isabet kazanacaktır. Onları politikanın, tarihin vb.nin yüce görünen ama aslında oldukça yeteneksiz olan okumalarında aramak beyhudedir. Özgürlüğün, herkesçe uygulanabilir bir dili, siyaseten bir karşılığı yoktur. Öyle gözüküyor ki, onu, zihnimize sığdırabileceğimiz tatlı bir duygu küresi olarak, yalnızca arzulayabiliriz. Daha önce, başka bir yazımda da dediğim gibi, bahsettiğim şey ‘vazgeçmişlik’ anlamına gelmiyor. Tersine, özgürlüğümüz için sonuna kadar mücadele etmeli, her alanda eğer güç getirilebilinirse, çaba göstermeli fakat bazen küçük, sefil gibi görünen bir fragman uğruna bu özgürlük çabasını feda etmeyi de bilmeli:
Hangi gizli ayışığı bazı gecelerde
Yükseltir denizleri yatak kıyılarına?[2]
Ana Görsel: Rimbaud’nun Paris Komünü yıllarından, Komün üyeleriyle birlikte çekildiği bir fotoğrafı (fotoğrafın sol tarafındaki taşın üzerinde, elinde silah bulunmakta). Yerde, yıkılan Vendôme Sütunu’nun tepesinde yer alan Napoléon statüsü bulunuyor. Kaynak için tıklayınız. (Yazarın Notu)
[1] Düşünür, bu metninin bir pasajında Auschwitz’den sonra şiir yazmayı; estetik-etik bağlamda değerlendirir, sanatsal temsildeki acı-şiddet taklitlerinin; kurbanların yasıyla yüzleşmeye değil onların kurbanlıklarını ihya ederek; acıyı, hâkim bir kültür makinesinin çekirdeğine uydurmaya yaradığından bahseder.
[2] Necatigil, Behçet. ‘’Kuğulu Göl’’ [1957], Varlık Şiirleri Antolojisi: 1933-1973 içinde, haz. Ülkü Tamer (Nisan 1974), Varlık Yayınları, s. 142.