İspanyolca ve İngilizce dillerinde mütercim tercüman ve sosyal bilimci Tülay Çağlıtütüncigil ile Öznur Karakaş’ın 20.02.2023 tarihinde afette tercümanlık üzerine gerçekleştirdiği söyleşinin deşifresini sizlerle paylaşıyoruz. Çağlıtütüncigil, afet sonrası İspanya’dan gelen yardım ekibinin Antakya’da kurduğu sahra hastanesinde gönüllü tercüman olarak çalıştı ve deneyimlerini bizlerle paylaştı.
Öznur Karakaş: Merhaba Tülay, hoş geldin. Tülay Çağlıtütüncügil bir çevirmen, deprem bölgesinde çevirmen olarak görev yaptı ve henüz bölgeden döndü. Öncelikle ona bölgeye nasıl gittiğini ve bu ihtiyaçtan nasıl haberdar olduğunu sorarak başlamak istiyorum.
Tülay: Merhabalar, öncelikle hoş bulduk. Afet gibi durumlarda (bu daha önceden de olan bir şey bu arada) oraya gönüllü ya da profesyonel çevirmen olarak gidebilmek için izlenebilecek birkaç yol var. Ama bu en son olan depremlerde en fazla kullanılan ağ, ARÇ (Afette Rehber Çevirmenlik Ağı) ağıydı, bu kanal aracılığıyla genel bir form dolduruldu, ben de doldurdum bunu. Bizim dil kombinasyonlarımızı, deneyimlerimizi, her şeyi ayrıntılarıyla girdik ve daha sonra oradan aranan insanlar oldu. Ama benim anladığım kadarıyla yani bu kanal aracılığıyla giden insanlarda bir karmaşa oldu. Mesela Almanca dilinde çalışan bir arkadaşım günlerce havalimanında beklediğini ya da yönlendirme olmadığını söyledi. Arkadaşlarımdan çokça “birileri sizi alacak, siz burada bekleyin” denilerek insanların oyalandığını dinledim. O yüzden genel olarak afet yönetimiyle ilgili koordinasyon sıkıntımız var, bu bir sır değil. Aynı şey çeviri için de geçerli oldu ve birdenbire çok fazla EMT (Acil Tıbbi Teknisyen) ekibi geldi çünkü Türkiye uluslararası yardım çağrısında bulundu ve bütün sahra hastaneleri ve EMT ekipleri birdenbire Türkiye’ye gelmeye başladı. Dolayısıyla onlar gelmeye başladıkça her şeyde olduğu gibi en son anda “Aa bizim bir de tercümana ihtiyacımız var” dendi. Dolayısıyla da bir kargaşa oldu. Ben tam deprem vurduğunda Ankara’daydım o yüzden bu ARÇ grubuna katılamadım yani beni ararlarsa gidemezdim çünkü çalışıyordum. Ben İspanya büyükelçiliği aracılığıyla gittim; onlar, bizim bir EMT grubumuz geliyor tercümana ihtiyacımız var dediler. Benim gibi elçilik, STK aracılığıyla gelen bir sürü insan vardı. ARÇ’nin organize olamadığı bu kargaşa ortamında daha küçük gruplar halinde gittik. Ben de elçilik aracılığıyla gittim.
Öznur Karakaş: Yani sanıyorum herkes kendi bireysel ağları üzerinden ulaştıkları bilgilerle oraya intikal ettiler, değil mi?
Tülay Çağlıtütüncigil: Evet öyle ve öyle gidenler daha sağlıklı gitmiş oldu aslında. Çünkü biz havalimanlarında beklemedik, elçilik ulaşımımızı sağladı, işlerimizi kolaylaştırdı. Her zaman küçük gruplar halinde çalışmak daha iyi çünkü ihtiyaca yönelik çalışma fırsatı da bulduk. Mesela ARÇ’de genel bir tercüme/tercüman havuzu var, insanların yetkinlik seviyeleri de çok belirgin değil, yani “ben İspanyolca biliyorum, çeviri yapabilirim” diyen insanlar oluyor ama hiç hayatında çalışmamış mesela bu dil kombinasyonuyla. Ama sonuçta sahaya gittiğince çok ciddi medikal çeviri yapman gerekiyor o yüzden çok da sağlıklı olmuyor. Çok çok büyük havuzlarla çeviri ihtiyacının karşılanması bana göre çok sağlıklı bir şey değil.
Öznur Karakaş: Peki ama bölgeye herkesin kendi grubuyla gitmesi belli bir organizasyon karmaşası yarattı mı?
Tülay Çağlıtütüncigil: İlk etapta yaratmadı ama kendi adıma konuşacak olursam, İspanya sahra hastanesinde ilk önceleri biz oraya 3 profesyonel tercüman olarak gittik, üçümüz de piyasada çalışan, en azından ne yaptığını bilen insanlardık. Ama daha sonrasında şunu fark ediyorsun yani zaten o kadar da önemli değil, 2-3 cümle de bilsen, o da olur dendi; çünkü bölgede yaşayan gönüllüler gelmeye başladı. Hatta olay şuna evrildi bir süre sonra: İspanyolca bilmese de olur İngilizce olsun, bizim doktorlarımız İngilizce anlaşabilirler. Bölgede yaşayan İngilizce öğretmenleri vardı mesela. Herkes tabii en saf temiz duygularıyla gelip yardım etmek istiyor, tabii bunu da anlıyorum. Ama orada şöyle bir ortam var, grup terapisi yapılıyor mesela, bireysel terapiler yapılıyor. Bir İngilizce öğretmeninin İspanyol bir psikoloğa Türkçeden İngilizceye çevirerek sağlıklı bir terapi ortamı oluşturması mümkün değil. Ama fark ettim ki hastanenin yöneticileri çok fazla umursamıyordu bunu. “Olur, onlar da olur, zaten çok iyi tercüman bulmakta zorlanıyoruz, bölgede zaten gelenler var, onlar gelsin bir şekilde işimizi görsünler, bizim için sorun değil” gibi bir ortam oluşmaya başladı. Hala da öyle. Şu an mesela 15 kişi filan var bunların sadece 2 tanesi profesyonel tercüman, geri kalanı daha çok İngilizcede çalışan insanlar.
Öznur Karakaş: Peki şimdi bu sahra hastanesindeki organizasyon yapısından ve hangi alanlarda çeviriye ihtiyaç olduğundan biraz bahseder misin?
Tülay Çağlıtütüncigil: Sahra hastanelerinde verilen bu acil çağrıya göre, yani ülkelerin aciliyet durumlarına göre bir çağrı bırakıldığını anlattı bana hekimler. Türkiye, cerrahi de yapılabilecek seviyede sahra hastaneleri olmasını istemiş çünkü birdenbire göçük altında çok fazla insan kaldığından ve hastaneler de yıkıldığından mesela Hatay bölgesinde işler durumda sadece tek bir hastane vardı, geri kalan her şey yıkılmıştı. Birkaç tane özel küçük hastaneler vardı ama bunlardan sadece birince hizmet veriliyordu. Dolayısıyla cerrahi yapılabilecek büyük sahra hastaneleri kurulsun gibi bir istek olunca; cerrahi yapılabilecek, mesela doğum yapılabilecek, sezaryen olunabilecek ve minimum düzeyde genel sağlık hizmetlerini karşılayabilecek bir hastaneye ihtiyaç vardı. Mesela İspanya sahra hastanesinde durum şöyleydi. Kadın doğum, pediatri, ortopedi travmatoloji, psikiyatri servisi onun dışında yetişkin ve çocuk poliklinikleri gibi hizmetler vardı. Küçük bir laboratuvar vardı ve bir de acil servis vardı. Uzman acil doktorları vardı, gece boyunca da saat mesela 20:00 gibi kapanıyordu poliklinikler, gece de acil hastaları almaya devam ediyorduk. Dolayısıyla bütün bunlar için bir tercümana ihtiyaç vardı. Yani biz yetişebildiğimi kadarıyla -bu arada kadın tercüman sayısı çok azdı, gönüllülerin çoğu erkek ve gelen kadınlar da her şeyden çekinen, zaten belli bir travmaya maruz kalmış insanlar ve jinekolojik muayenede erkek görmek istemiyorlardı ki çok anlaşılır bir durumdu bu bana göre. Dolayısıyla biz bütün kadınlar genellikle pediatride ve jinekolojide çalışıyorduk. Gece nöbetlerinde de mutlaka bir kadın oluyordu çünkü sancılı, doğurmak üzere olan kadınlar çok oluyordu. Çünkü bölgede doğum yapılabilecek hiçbir hastane yok şu an. Öyle olunca hastaneye çok fazla gebe alıyorduk. O yüzden görev dağılımını da ona göre yaptık, yani gece mutlaka bir erkek bir kadın olsun dedik. Gündüz servisleri de uzmanlık alanına göre kadın erkek olarak ayıralım dedik. Bir de istemeyerek da olsa şunu gözetiyorsun, mesela bir doktor İngilizce biliyor, başka İspanyolca bilen tercüman olmadığı için bir İngilizce bilen arkadaşı onun yanına yerleştiriyorduk çünkü bütün hekimler İngilizce bilmiyordu. Psikiyatriye elimizden geldiğince İspanyolca bilen birini yönlendirmeye çalışıyorduk. Triyajda yani hasta kabul alanında doktor gönüllüler oluyordu, onlar triyaji çok kolay yaptığı için onlardan mutlaka 1 tane oluyordu. Böyle bir görev dağılımı yaptık. Aşağı yukarı böyle anlatabilirim.
Öznur Karakaş: Peki şu anda bölgedeki durum hakkında daha genele bakacak olursak ne söyleyebilirsin?
Tülay Çağlıtütüncigil: Depremin etkileriyle ilgili mi?
Öznur Karakaş: Evet, evet. Genel olarak deprem hali, yardımlar vs. açısından en son ne noktadayız? Nerede tam olarak bu sahra hastanesi öncelikle?
Tülay Çağlıtütüncigil: Ben Hatay’da Arsuz bölgesindeydim. Burası Arsuz’da olan bir sahra hastanesi. Hatay’da İskenderun var, Antakya var, burası da İskenderun’a bağlı ve insanların yazlık evlerinin olduğu, tek katlı villaların çok olduğu, biraz daha kalburüstü bir semt diyebiliriz. Sosyoekonomik seviyesi diğer semtlere göre daha yüksek bir alandı Arsuz bölgesi. Orada büyük bir Expo Alanı var, oraya kuruldu sahra hastanesi. Ben Antakya’yı görmedim. Aslında fırsatım vardı ama gitmek de istemedim. Çünkü biz depremzedelerle, bir umutla oradan kaçmış ve sağlık hizmetleri almaya çalışan insanlarla birlikteydik. Arama kurtarmada hiç çalışmadım. İskenderun merkeze gittiğimde orası da yine Antakya kadar olmasa da çok kötü bir vaziyetteydi gerçekten. Şehrin yarısı zaten yıkılmıştı. Arsuz bölgesinde bunları göremiyorsun çünkü orası daha böyle tek katlı, sahil bölgesi, biraz daha kurtarılmış bir bölgeydi. Yani ilk gittiğim andan itibaren benim aldığım izlenimim; en önemli şey gıda ve şu an deprem bölgesinde gıda problemi yok. Çok fazla dernek, STK, belediye, AFAD her köşe başında depremzedelerin yemek yiyebilecekleri alanlar açtılar. Bu insanların hiçbir şekilde ne kahvaltı ne öğlen ne akşam yemeği hazırlamalarına asla gerek yok. Yine anladığım kadarıyla kıyafet sorunu, kışlık kıyafet sorunu da çözülmüş durumda ama yardımların koordinasyonuyla ilgili benim gözlemlediğim hem gönderen hem koordine eden tarafından belli sorunlar var. Çok fazla yığılmalar oluyor, adres bulunamıyor. Böyle yol ortasında terk edilmiş çok fazla koli görüyorsun. Yardım gönderilmiş ama muhatap bulunamamış, ne yapmış nakliyeci de oraya bırakmış gitmiş mesela. Özellikle İskenderun’da hastane bölgesinde koliler açılmış, her tarafa kıyafetler saçılmış. Gerçekten iyi bildiğin bir adrese yardım göndermek çok önemli. İkincisi de karışık koliler yapılmış, içinden makarna da çıkıyor, stiletto ayakkabı da çıkıyor, (bunlar aşırı örnekler ama var, ben de gördüm) ya da tütü etekli çocuk kıyafetleri de çıkıyor. Kategorilere ayırmak deprem bölgesinde çok ciddi bir zaman demek ve insan emeği demek, onları tek tek gönüllüler açıyorlar, örneğin kadın kıyafeti yaz, kadın kıyafeti kış, iç çamaşırı vb. Bu durum da çok büyük bir karmaşaya neden oluyor. O yüzden yardımlarla ilgili en büyük mesele böyle bir koordinasyon eksikliğinin olması. Ben o bölgedeyken hala çadır eksiği vardı, insanlar hala çadır bekliyordu. Çadır çok ciddi bir sıkıntı. Arsuz bölgesinde hala bir çadır kent kurulmamıştı, Expo alanında bir Beltur vardı mesela insanlar onun içinde yatıyorlardı. Beltur’da için 100 tane ailenin yattığını düşün (300-400 kişi). Tuvalet çok ciddi bir sıkıntıydı ve bunların çoğu hala çözülmedi. Biz hastaneyi ilk gün açtığımızda çadırı gören, “siz burada çadır mı dağıtıyorsunuz? Biz de almak istiyoruz” diye geliyordu. Sürekli, her gün onlarca insan geliyordu çadır dağıttığımızı düşünerek. Çadır sorunu, konut sorunu, ısınma sorunu, tuvalet sorunu bunlar hala çok ciddi sıkıntılar.
Öznur Karakaş: Neredeyse ikinci haftasındayız depremin ve hala barınma, ısınma sorunlarımız var ve tuvalet sorunumuz var maalesef.
Tülay: Aynen öyle.
Öznur Karakaş: Biraz da şuna değinecek olursak. Aynı zamanda sağlıkçılarla iş yapmak, hastalıktan muzdarip insanlarla doktorlar arasında iletişim kurmak ayrı bir bağlam bir de bunun üzerine deprem bağlamı var. Bunu bazen aramızda konuşuyoruz, biz aslında Boğaziçi Üniveritesi’nde community intrepreting isimli ders çerçevesinde deprem ve afet koşullarında tercümanlığın ne olabileceğini az çok görmüştük. Ama sanırım şu an tercümanlık müfredatında yer alan bir başlık değil bu. Ancak kendi deneyimlerimizden öğrenmeye çalışıyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsun? Afette çevirmenlik yapmak konusunda bilhassa, bu eğitimde neler eksik, nasıl bir eğitim müfredatına dahil edilebilir bu konu ve senin önerilerin, deneyimlerin ne olacak?
Tülay Çağlıtütüncügil: Zaten hastane ortamında ya da belli bir topluluk içerisinde bir alanda çeviri yapmakla konferans tercümanlığı ya da yazılı çeviri çok çok farklı şeyler. Bir kere kesinlikle community intrepreting dersinin mutlaka olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sadece deprem olduğunda mutlaka işimize yarar diye düşünmemek gerekiyor. Bizim işimizin aslında belli bir alanı da kültürlerarası iletişimi sağlamak. Aslında biz orada çeviriden çok bir kültürün başka bir kültürü anlaması, iki kültürü de tanıyan bilen kişiler olarak insanların en kısa süre içerisinde kültürel kodları çözmesi için bulunuyoruz. Bizim hastanede yaptığımız işte; ilaç isimleri, aktif maddeler, insanların kullandığı ilaçlar gibi şeyleri çevirmiyoruz sadece, mesela kadın geliyor jinekolojik muayene olmak istiyor ama orada hiç jinekolojiyle alakası olmayan bir teknisyen var, sürekli perde açılıp kapanıyor ve kadın vajinal muayene olmak istemiyor, doktor diyor ki, “nesi var bu insanın biz buraya geldik, niye böyle bir tepki veriyor?” Diyorum ki “doktor bey burada bir teknisyen var ve kendisi erkek, sürekli girip çıkan insanlar var, bir perde bile yok, ben fermuarı açtığım anda kadının mahremiyetini yüzde yüz zedeliyoruz ve dolayısıyla burayı kendine uygun bir alan olarak görmüyor.” Doktor “Allah Allah, İspanya’da hiç böyle şeyler sorun olmaz” diyor ama burada insanların aklına geliyor işte. Ben bunu uyardığımda mesela ertesi gün ultrason cihazının yerini değiştirmişlerdi, daha sonra hiç böyle bir sorun yaşamadık. Yahut kadınlarla konuşurken farklı uygulamalar olabiliyor, sezaryen yüzdelerinin burada çok yüksek olduğunu bilmiyorlar ya da anlamıyorlar, yahut belirli yasal yükümlülükleri bilmiyorlar, örneğin kürtajın hukuki bağlamını birilerinin onlara anlatmaları gerekiyor. Bunlar hastalarla ilgili konular, bir de mesela yemekhane düşün, yemekhanede yemek yapan 3-4 tane aşçı var, sana bir liste verdiklerini düşün, listede diyor ki bana bu yemek listelerini bul. İçerisinde mango, sübye, kılıçbalığı vb. var. Şimdi birinin bu insana anlatması gerekiyor, biz şu an Hatay’dayız ve burada bunları bulman zor. Kadı ki sübye ile kalamarın farkını yerel halk belki bilmiyor, böyle bir ortamda tedarikçiyi arayıp deprem bölgesine 100 kg sübye getirir misin diyemem. “Neden ama?” diyor, bunu anlamıyor. Burada biz çeviriden çok daha fazlasını yaptık. İşlerin hızlı gidebilmesi için, insanların kendini rahat hissedebilmesi için bu kültürel kodları karşılıklı anlatmaya çalıştık. Ama tabii burada en önemli hedef, orada bizim hizmet için gittiğimiz insanlardı. Biz o insanlara en çok nasıl destek olabiliriz? Onları en iyi nasıl anlayabiliriz? Empati çok önemli, o insanlar normal şartlarda değil, zaten travma halinde olan insanlar. Belki normal şartlarda şımarıklık, bunun için de doktora gelinir mi dediğimiz vakalar çok fazlaydı. Ama böyle bir afet durumunda bu bir şımarıklık değil. En son deprem öncesi ultrasona girmiş bir kadın tabii ki öyle bir sarsıntıdan sonra bebeğinin kalp atışını duymak isteyecek, yeniden ultrason isteyecek. Bunu anlamamız gerekiyordu, doktorlar anlamıyorsa onlara anlatmamız gerekiyordu. Bunun gibi çok farklı detaylar var. Afette mutlaka sosyolojiyle, antropolojiyle uğraşmış, en azından kültürlerarası iletişim ya da community intrerpreting dersi almış insanların olması gerekiyor. Çünkü bizim o insanlara kaldırdığımız her kaş, verdiğimiz her ters cevap o travma içerisinde olan insan için zaten çok daha yıkıcı bir etkiye dönüşüyor. O yüzden tecrübe çok önemli. Bu da tabii ki çevirinin çok disiplinli bir meslek olduğunu gösteriyor. Mümkün olduğunca çok taraflı, çok yönlü düşünmek gerekiyor. Diğer disiplinlerdeki bazı detayları, bağlamları da düşünerek hareket etmek gerekiyor.
Öznur Karakaş: Böyle bir ortamda çalışmanın çevirmenler olarak sizin/bizim üzerimizde de bir etkisi var. Ayrıca bir psikolojik dirayet de gerektiriyor değil mi?
Tülay Çağlıtütüncigil: Evet, o biraz beni zorlayan konu oldu çünkü özellikle terapilerde tamamıyla kendimi kaybettiğim zamanlar oldu. Ama daha sonra bunu psikologlarla konuştuğumda, “sen de tabii ki bir insansın ve bu şekilde tepki vermen çok normal, ayrıca bu senin empati yaptığını, insanları anlamaya çalıştığını gösterir, bunda endişelenecek bir şey yok” diye artık hastaları bırakıp bizi telkine başlıyorlardı bazen. Yahut mesela ilk nöbetimde bir doğum denk geldi, normal doğum ve ne yapacağımı bilmiyorum. İnanılmaz bir acı çekiyor ve bir de çok fazla Suriyeli geliyor, çok Suriyeli hasta var ama Arapça bilen tercüman yok ve öyle bir dörtgen oluşturduk ki, ebe benimle İspanyolca konuşuyor, ben eşiyle Türkçe konuşuyorum, eşi ona Arapça söylüyor. Bu beni inanılmaz zorluyordu çünkü acaba yanlış bir şey söylersek, yaparsak, eşi yanlış bir şey söylerse gibi bir gerginlik yaşıyordum. Tabii bir de bu dil bariyerlerini aştıktan sonra artık doğum olduktan sonra, normal doğum sonrası dikiş atılırken çok acı çekmişti ve ben bayılacak gibi olmuştum, kadın o kadar acı çekiyordu ki, bir an gözlerim karardı ama bir şekilde kendini toplayıp orada önemli olan senin nasıl hissettiğin değil diyorsun. Orada bir amaç için bulunuyorsun ve eğer ben hizmet dışı kalırsam, o insanlara sadece bir yük olurum. Kendime sürekli bunu hatırlatıyordum. Alandayken makine gibi sabah kalkılıyor, akşam oralara gidiliyor, nöbetler tutuluyor vb. Şimdi eve geldikten sonra o kadar kendimi yorgun hissediyorum ki. Bütün bunları düşünüyorum, bu insanların hayatı nasıl toparlanacak, nasıl her şey normale dönecek. Oradayken bu kadar hissetmiyordum ama şu an çok çok daha karamsar ve endişeli hissediyorum kendimi. Eve döndükten sonra bence bizim de psikolojik desteğe ihtiyacımız olabilir.
Öznur Karakaş: Arapça çevirmen ihtiyacı ve oradaki göçmenlerle ilgili duruma geleceğim. Çünkü senin aynı zamanda doktorasını başka bir ülke bağlamında yine göçmenler üzerine yapmış bir sosyal bilimci olduğunu biliyorum. Bu disiplinlerarası ihtiyaçtan zaten bahsettin, buna tekrar değiniriz. Sormak istediğim şey, nihayetinde çevirmen ihtiyacı belirli bir süre devam edecek, daha yeni başlıyor, bu hastane bir süre daha kalmaya devam edecek, başka ihtiyaçlar da hasıl olabilir. Oraya gitmeyi düşünen tercümanlara ne önerirsin?
Tülay Çağlıtütüncigil: Birincisi, işe yararlar mı, bunu kendilerine sorsunlar. Çünkü İspanyolca bilmeyen, çeviri deneyimi olmayan ve o bağlamda çalışmaya müsait olmayan insanlar da olabilir; sadece çevirmenler için demiyorum, gönüllü olarak gidenler de dahil söylediklerime, isteyerek ya da istemeyerek bir işin ucundan tutamayan her insan bir yük. Çünkü battaniye ihtiyacı var, yemek ihtiyacı var, çadıra ihtiyacı var vb. Ben zaten o bölgeye gittiğim zaman bir yüküm. Bunun bilincinde olmak lazım, zaten kaynaklar sınırlı. En önemli şey bu çünkü az da olsa şunu fark ediyorsunuz, benim etiketlediğim bir kavram var: felaket turizmi. Bizim insanımız felaket turizmini çok seviyor ve gönüllülük adı altında oradan Instagram paylaşımları yapmak, “ben de buradaydım” diyebilmek için giden bir kitle var. İlk önce kendinize bunu sorun, ben bunun için mi gidiyorum? Gerçi öyleyseniz o da sorun değil ama bunu önceden fark edin. Kimseyi yargılamak için söylemiyorum. İkincisi dil kombinasyonu çok önemli. Şu an İtalyanlar var, Belçikalılar var, Hintliler dönmek üzere, İspanyollar var, Fransızlar var. Mesela Fransız bir hastaneye Almanca-Türkçe kombinasyonuyla gidilmez. En azından temel bir Fransızca bilginiz olması gerekir çok iyi İngilizceniz varsa. Gelecek kişiler kendi dil yetkinliklerini gözden geçirmeliler, bir poliklinikte “hastanın derdini anlayabilecek ve anlatabilecek derecede yardımcı olabilir miyim?” diye kendilerine sormalılar. Üçüncüsü, felaket durumunda hiç kimseye ayrımcılık yapmadan, herkesin eşit yardıma ihtiyacı olduğunu düşünerek; insanlar, diller, dinler, etnisiteler arasında bir ayrım yapmadan bu işi yapamayacaklarını düşünüyorlarsa bölgeye gitmesinler. Çünkü bölgede bu çok ciddi bir sorun. Mesela çadır dağıtımı oluyor, bir Suriyeli geliyor, ona “olsa zaten bizim insanımıza verirdik” (Bizim insanımız = Türkler) cevabı verilebiliyor. Bu afet ortamında olmaması gereken bir şey; herkesin müşkül olduğu, artık şartların herkes için eşitlendiği durumda bari bunları yapmayalım. Böyle bir bilinci yoksa gelmesin. Ayrıca psikolojisi kaldıracaksa gelsin, orada salgın var, ishal, uyuz salgınları var, çok ciddi deri hastalıkları, enfeksiyonlar var çünkü insanlar uzun süredir duş alamıyor, hijyen eksik, o yüzden hastalanabilirler, bitkin düşebilirler. Çok uzun saatler çalışmaları gerekebilir. Bunları kaldırabilecekler mi? Bütün bunları düşünerek gitmeye karar versinler.
Öznur Karakaş: Tekrar bu konuya gelecek olursak. Zaten bahsetmiştik, sen aynı zamanda bir sosyal bilimci ve tercüman olarak, bölgedeki göç meselesi ve göçmenlerin durumundan, bilhassa Arapça çevirmen ihtiyacından bahsetmiştin. Tabii son zamanlarda göçmenlerin konumuyla ilgili ihtilaflar yaşandı ülkede. Bu durumla ilgili ne düşünüyorsun ne söylemek istersin?
Tülay Çağlıtütüncigil: Böyle bir afet durumunda, benim anladığım, gözlemlediğim, farklı farklı aşamalar oluyor. İlk aşamada herkes eşit çünkü herkesin derdi o enkazdan çıkabilmek. Gerçi orada da çok farklı vakalar oldu. Belli Suriye aileler yardım istemediklerini çünkü Türkçe bilmediklerini söylediler, eğer Arapça bunu söylerlerse belki kendilerine yardım etmeyeceklerinden korktuklarını söyleyenler oldu. Böyle vakalar olsa da ilk aşamada herkes aslında belli bir noktada eşit. Ama daha sonra, özellikle 1 hafta geçtikten sonra artık sosyoekonomik kaynaklar bizim için önemli. Bazı insanların ekonomik desteği oluyor, başka şehre gidebiliyor, ikinci bir evi var, müstakil evi var yazlığına gidiyor mesela. Ekonomik gücü var başka bir yerden ev kiralayıp gidiveriyor vb. Ama orada kalanlar, kalmak zorunda olanlar zaten sosyoekonomik seviyenin en tabanında olan insanlar. Maalesef mülteciler, göçmenlerin çoğu bu grup içerisinde yer alıyor. Dolayısıyla aslında yardıma en çok muhtaç olan grup içerisinde onlar da var. Çünkü herhangi ekonomik destekleri yok. Çoğunun zaten orada çok uzun süredir yerleşik olan Türkler gibi bir aile ağı da yok. Evine konuk olarak gidebileceği insanlar da yok. Bu nedenle o nokta bizim için çok kritik, yardımlar yapılırken bu insanların ayrımcılığa uğramaması bizim için önemli. Çünkü o depremde onlar da bir yerdeydi, hep birlikte yaşadığımız alanın içindeydi. Dolayısıyla zaten Hatay mesela çok kültürlü bir yer, Hıristiyanların, Müslümanların, çok farklı etnik grupların bir arada yaşadığı bir yer. Çok fazla Arap nüfusu olan bir yer. Bu nedenle yardımları organize ederken ya da insanları çadırlara yerleştirirken ya da onlara kalacak yer temin ederken mümkün olduğunca ideal düzeyde eşitlikçi bir şekilde yapılması gerekiyor işlerin. Biz yardım işinde çalışan insanlar olarak en azından buna aykırı bir şey gördüğümüzde insanları uyarmalıyız, en azından bunu yapmalıyız. Çünkü herkes gözünü yumarsa, onlar da haklı derse olmaz. Burası bir felaket bölgesi, herkes eşit derecede travma içerisinde ve ben orada genel olarak hizmet etmeye gittim, benim insanlar arasında ayrım yapma lüksüm olmamalı, diyebilmeli insanlar.
Öznur Karakaş: Böyle bir ayrımcılıkla karşılaştın mı?
Tülay Çağlıtütüncigil: Bu aslında karmaşık bir soru çünkü yabancıların çalıştığı bir hastanede -onlar sosyal bağlamı bilmedikleri için- böyle bir ayrımcılık olması çok zor. Onlar zaten ayırt edemiyorlar, söylemesem bilmiyorlar bile. Gelenler Arap mı, Türk mü, Kürt mü anlamıyorlar. Bu tarz konular Türkiye’nin yapmış olduğu yardımlarda çok fazla olabilecek bir konu. Ben birkaç tanesine şahit oldum. Özellikle çadır arayan birkaç aile vardı, “onlar zaten Suriyeli, bizi ilgilendirmiyor, önce kendi insanlarımıza yardım yapmalıyız” zihniyeti var. Ama özellikle yemek konusunda hiç kimsenin böyle bir ayrımcılığa maruz kaldığını görmedim. Yani herkesin bölgede yemek erişimi var. Ama yemek zaten en temel şey. Çadır kentlere insanları almaya başladılar. Bu Suriyelileri nasıl yerleştirecekler çok büyük bir soru işareti. Yiyecek içecek tamam hallettik ama asıl barınma gibi hizmetlerin erişiminde bir eşitsizlik, etnik kökene göre bir ayrım var mı oraları takip etmemiz gerekiyor. Ama o kadar koordinasyon eksikliği var ki, o kadar çok konuda bilinç eksikliğimiz var ki, kaç kişi bu konunun takipçisi olacak benim şüphelerim var açıkçası.
Öznur Karakaş: Çok teşekkür ediyorum, epey bir konuya değindik. Senin eklemek istediğin başka bir şey olacak mı?
Tülay Çağlıtütüncigil: Eklemek istediğim? Umarım bir daha böyle bir felaketle karşı karşıya kalmayız ama muhtemelen kalacağız. Artık insanlar böyle televizyonlarda bas bas bağırarak “evet, biz Marmara depremi, İstanbul depremi bekliyoruz” diyorlar. Burada olmasa bile farklı yerlerde mutlaka başka felaketler olacak. Önemli olan bunun nasıl yönetildiği, kaynakların nasıl koordine edildiği, çeviri kaynağı da buna dahil. Biz de çok önemli bir kaynağız. İnsan kaynakları içerisinde çeviri desteği verebilecek tecrübeli insanların da koordinasyonu son derece önemli. Bunların tabii ki ne kadar eşitlikçi şekilde herkesin çıkarını gözeterek yapıldığı önemli. Umarım ileride daha koordineli bir şekilde bunları yapabiliriz.
Öznur Karakaş: Çok teşekkür ediyorum, hizmetlerin için de çok sağol Tülay.
Tülay Çağlıtütüncigil: Rica ederim. İnşallah artık gerek kalmaz.
Öznur Karakaş: Umarım çok daha koordine bir şekilde organize olabiliriz.
Tülay Çağlıtütüncigil: Umarım.
Öznur Karakaş: İyi günler diliyorum.