Siyaset sanatı, siyasal olanı ortadan kaldırma sanatından ibarettir.[1]
Ranciere bu sözüyle siyaseti cemaatleri yönetme sanatı olarak değil, insani eylemlerin uyuşmazlığının bir biçimi ve insan topluluklarının toplanmasını ve yönetilmesini belirleyen kaidelerin istisnası olduğunu savunmaktadır. Demokrasi de, ne bir hükümet etme biçimidir, ne de bir toplumsal yaşam tarzı; demokrasi, siyasal özneleri var eden özneleşme tarzıdır. Demokrasinin ikiden birini seçtiği geçtiğimiz seçimlerde, gücün ‘’halkın iradesi’’nde değil, gücün halk ile kesiştiği bir yapıyla karşımıza çıkmıştır. Nefret dilinin ve şiddetin kendisini arttırdığı günlerde Ranciere’in deyişiyle siyasal olanı ortadan kaldırma olanaklarını aramak tesaüdüf bir şekilde ya da olmamakla birlikte Gezi’den 10 yıl sonra siyasal söylemin şiddetine nasıl direndiğimizi hatırlamaktan geçecektir.
Gezi parkında başlayan ve yaklaşık iki hafta boyunca tüm ülkeye ‘’Occupy Gezi’’ olarak yayılan direniş, iktidar tarafından dayatılan iletişim talebinin dışında tekil bir ses meydana getirmişti. Tarih, gezi parkını “küçük yeşil bir alan” olmaktan çıkartmış, toplumsal hareketleri karmaşık ve yaratıcı bir biçimde ilişkilendirmişti. Burada farklı siyasi görüşe, toplumsal ve kültürel geçmişe sahip insanlar politika konuşmanın ötesinde; daha doğrusu, iktidarın veya muhalefetin politikasını konuşmanın ötesinde ne anlama geldiğini hatırlatmışlardı. Otoriter rejimlerin medya ve iletişim kanallarından, bilginin ve fikirlerin kontrol altına alındığı fakat direnişçilerin hem sokaklarda hem de iletişim kanallarında kendi görsel ve yazılı iletişim araçlarını oluşturduğu bir haberleşme alanı kurulmuştu.
Gezi’ye hakim olan, birçok farklı sesin ortaya çıkışıydı. Şiir okuyan, şarkı söyleyen, susan, konuşan insan sesi, müzik, tencere-tava sesleri. “Öteki”nin dili ve farklı deneyimlere açılan Gezi; buradaki ses farklılıkları itibariyle iktidarı kendi evinde kendi dilinden etmişti. Politik bir iletişim olarak halkın susturulması ve bastırılması ses olarak geri kazanılacak bir gayrete dönüşebilmekteydi.
Ses, görünürlüğün mevcudiyetine sıkıca bağlanmış olan ve halihazırdaki farklı sesleri duyumsamak için kavramsal bir araçtır. Ses diğerinin kulağına ulaşmalıdır, onun tarafından anlaşılmalıdır ki dünya üzerinde bir etki üretebilsin. Bu bağlamda ses ile ilgili dikkat çekmek istediğim elzem nokta, anlamak ve duymanın da önemli olduğudur: “dinleyici olarak özne”, “ses çıkaran özne” kadar önemlidir. İletişimin yeri; hali hazırda verili, yani iktidar odaklı bir politik konuşmanın değil deneyimlenen, işitilen ve seslenen öznenin tekil olarak ortaya çıkışıdır.
Giorgio Agamben, günümüzde felsefenin ancak müziğin yeniden biçimlenmiş hali olarak mümkün olabileceğini söyler. Müzik sözcüğünün, ilkçağ yazınlarında şairlere ilham veren “Muse” [ilham perileri]lerden üretildiğini söyleyen Agamben, dilden önce sözcüğün ilksel haline ulaşmamızın imkansızlığında karşımızda müzik olduğunu ekler. Dilde söylenemeyen müzikle ifadesini bulmuş olur. Bir şarkı, söylemenin ve duyumsamanın imkânsız olduğu şeyleri müjdeler veya onun yasını tutar. İnsanı insan olarak inşa edense Agamben’e göre budur.[2] Müzik vardır ve böylece insan kendisini konuşmak ile sınırlandırmaz. İnsan şarkı söylemek ister çünkü dil insanın kendi sesi değildir. İşte bu nedenle duyusal tınıların sözden çok müziğe ait olduğunu belirtir. Müzik, insan ile onun dili ve insan sesiyle logos arasındaki yarığa işaret eder. Dolayısıyla insanın dünyaya açılması mantıksal ya da ussal değil müzikaldir Agamben’e göre.[3]
Yunan felsefesinde de müzik ve politika arasında doğrudan bir ilişki vardı. Öyle ki Aristotales ve Platon politikaya dair çalışmalarında müzik üzerinde durmuşlardı. Devlet’te örneğin Platon, “müzikal tonlar temel yasayı değiştirmeden değişemez”[4] şeklindeki aforizmasıyla, insanların bir araya gelerek dil yoluyla yaşam alanlarını inşa ettiklerini ama dilin kökenine inmenin mümkün olmayacağını, her zaman müzikal olarak koşullandığını söylemiştir. Her söylem ilk önce müzikal olarak tınlamaktadır. Bu sebeple her çağda insanlar politika için büyük oranda müzik ile eğitilmişlerdir, müzik ile politikaya hazırlanmışlardır. Antik Yunanlılar her şeyden önce toplumu kontrol etmek için dilin yeterli olmadığını biliyordu ve bu yüzden müziğe başvurmuşlardı.
Ses her durumda söylemden önce hisleri ve duyguları önceliyor ve düşünce müzikal olarak yönetilir. Bu sebeple Agamben’e göre bir toplumu anlayabilmek için o toplumun müziğine bakmak gerekir. Günümüzde etrafımızı saran kötü müzik, kötü politikacılardan ayrı düşünülemez.
Gezi’nin de politikası sesiydi. Platon, politikanın yollarını ararken “muse” ve şair arasında kurduğu metaforun bağlantısını şu şekilde açıklar: taş yalnızca halkaları çekmekle kalmaz onlar da taşın yaptığının aynısını yapmaya başlayacaktır. Öyle ki bu halkalar uzun bir zincir olarak sadece tek bir taşa bağlı olacaklardır. Muse ise ilahi bir şekilde insanlara ilham verir, ilham diğerlerine yayılır ve birbirlerine bağlı zincirler bir arada tutunurlar.[5] Gezi’de, parkta ve sokaklarda hatta birçok şehirde Ankara’dan Amerika’ya ve Paris’e; tam da Platon’un tarif ettiği gibi, direniş zincirleme bir etkiyle, sokaklara, sokaklardan meydanlara, meydanlardan mahallelere, mahallelerden evlere, kentlere ve ülkelere yayıldı. Direnişin sesi, sesin direnişiyle mümkünleşti. Sesler kısılmayacak, sözler susturulmayacaktı. Birçok sanatçı şarkısını Gezi’ye uyarladı, bazen sokakta üretilen tek bir ağızdan şarkılar söylendi, bu şarkılar yeri geldi bir piyanoyla resitale çevrildi. Bu zincirleme ses, Gezi’yi hem birçok yerde hem de birçok kişinin tek bir ağızdan aynı sesi seslendirmesine sebep oldu. Bütün bunlara ek olarak mahalle aralarından yükselen tencere-tava seslerini de aynı şekilde düşünmek gerekir. İnsanlar parkın etrafında ellerine geçen birtakım nesnelerle ses çıkardı, ritim tuttu ve ritmin yayılmasına sebep oldu.[6]
Aslında müzik en başından beri Gezi’deydi. Gezi Parkı ile ilgili yapılan ilk müdahaleden hemen sonra ilk dinlediğimiz şarkı Duman’ın “Biberine gazına /Copuna sopasına/ Tekmelerin hasına/ Eyvallah…” oldu. Herkes her yerde bir anda bu şarkıyı söylemeye başladı. Boğaziçi Caz Korosu’nun Gezi’de seslendirdiği “Çapulcu musun vay vay” her yerde dinleniyor, söyleniyor ve Gezi hızla şarkılarını yapmaya devam ediyordu. Nazan Öncal’ın “Güya”sı, Kardeş Türküler’in tencere tava eşliğinde şarkı söylemesi örneklerinde görüldüğü gibi Marsis’ten Kara Güneş’e, TOMA’lara karşı şarkılar ayaklandı.
Herkes tek bir ağızdan hem ses çıkardı hem de sesleri dinledi. Parklarda sokaklarda devrim ve protesto şarkıları söylendi. Tek bir ağızdan; türkü, rock, punk, hiphop vb. müzikler vardı. Daha önceden kullanılan sloganlar Gezi’ye uyarlandı: “Biber Gazı oley”, “Sık bakalım sık bakalım/ Biber Gazı Sık Bakalım/ Kaskını Çıkar Copunu Bırak / Delikanlı Kim Bakalım”. Çoğu kez duvara yazılmış sokağın içinden çıkan sloganlar üretildi: “Slogan Bulamadım” “Biziz Halk”, “Kahrolsun Bağzı Şeyler”. Ayrıca tüm bunların yanında sadece sesle de eylem yapıldı; alkış tutuldu, gürlemeler, ağlamalar, çığlıklar ve ıslıklar da vardı. Tencere tava sesleri, ritim tutmanın karşılığı olarak birçok evin içinden yükseldi. Kardeş Türküler’in “Tencere Tava Havası” şarkısı, hatırlanacağı üzere Erdoğan’ın tencere tava hakkındaki sarfettiği “Tencere Tava Hep Aynı Hava’’ sözlerinden üretilmişti.
Evlerden gelen seslerin şöyle bir soyut havası vardı: Çat, çat,çatçatçatçatçat! Temelinde ritim olan bu sesler tek bir ağızdan söylenen hükümet istifa kadar benzer bir şey söylüyordu belki de. Yine de ‘’çatçatçat’’tı. Fakat şu anlama geliyordu: biz penceremizden çıktık ve hep birlikte bir şeylere vuruyoruz.
Gezi bize hem sesin farklı bir dili olduğunu hem de sesin Gezi ile farklılaşabileceğini gösterdi. Gezi zamanı üretilen tüm bu sesler Gezi’yi büyük bir yer haline dönüştürdü. Yunan felsefesinin söylediği gibi, müzikal olan politik olanı sınamakla kalmıyor, onun alanını genişletiyordu. Son günlerde seçimin gündem olduğu bir demokrasi sürecinden geçen Türkiye’de bir anda Gezi’nin 10. Yılı ile karşılaşmak, Ranciere’in “siyaset sanatı, siyasal olanı ortadan kaldırma sanatından ibarettir’’[7] sözünü hatırlatıyordu. Böylece ses, siyasetin, sürekli biçimde işgal ettiği, siyasete özgü edimlerin, olası kazanım ve yitimlerin dış hatlarını çizerken, ortadan kaldırmaya değil, aksine onu sürdürebilmesinin imkanlarından biri olarak açılıyordu: Çatçatçatçatçat!
[1] Jacques Ranciere, Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul, Metis, 2007, s.26
[2] Agamben, What is Philosophy s.97
[3] A.g.e, s.97
[4] Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyyüboğlu-M-Ali Cingöz, İş Bankası yay. İstanbul. 2006, s. 98
[5] Agamben, What is Philosophy s.103
[6] Nermin Saybaşılı, Mıknatıs Ses Rezonans ve Sanatın Politikası, Metis yay. İstanbul, 2020 s.77
[7] Jacques Ranciere, Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul, Metis, 2007, s.26