Tek bir kişilik halinde birleşmiş olan topluluk bir DEVLET, Latince CIVITAS olarak adlandırılır…İşte o EJDERHA’nın…barış ve savunmamızı borçlu olduğumuz o ölümlü tanrının doğuşu böyle olur.
Thomas Hobbes
Sadece kusursuzluğa değil, güvenliğe giden yol da kültürden geçer görünür… Dolayısıyla kültür sevdalıları, anarşiye ölümüne düşmandır ve anarşi karşısında dimdik durur, asla eğilmezler.
Matthew Arnold
İlahi bir muvaffakiyetle daima doğru yürür, asla hataya düşmez.
Ziya Gökalp
Yeni Leviathana Doğru
Erken modernlikte Aydınlanmacıların ilerlemeye engel arkaik bağlılıklarla özdeşleştirdiği ‘kültür’ geç modernlikte her şeyi izah etme iddiasını taşıyan bir kelimeye nasıl dönüştü? Bir dönem toplumun söz varlığını açıklayan anahtar bir terim olarak da görülen kültür bugünlerde dil evrenini ele geçirdi. Başka kelimeleri massederek kendisine katan devasa bir makineye, bir Leviathan’a dönüştü.
Kelimenin evriminde iki kritik aşama göze çarpıyor. Kültür başta demokratik bir vaatle sahneye çıkar. Daha önce böyle bir ışık altında görülmemiş pek çok fenomenin kültür başlığı altında düşünülebileceği keşfedilir. Eskiden sadece ‘yüksek’ fenomenleri kapsayan kültür, hiyerarşik ayrımların geçerliliğini yitirdiği söylemiyle sıradan olanı içine almıştır. Kültür sadece ‘kültürlü’ olarak tasnif edilen ayrıcalıklı toplumsal sınıfların faaliyeti değildir, ‘sıradandır.’ Tarih yazımındaki koşut gelişmeye atıfla söylersek, nasıl tarihi büyük adamlar, kahramanlar, krallar, padişahlar veya elitlerin yapmadığı anlaşılmışsa, kültür de üst sınıfların ayrıcalığı olmaktan çıkarak toplumu yatay biçimde kat eden bir faaliyet haline gelmiştir.
Ne var ki bu hareket, (büyük harfli) Kültürün içerikli bir demokrasiyi inşa edebilecek kelimeleri aşındırmaya başladığı geç kapitalist toplumda biçimsel kalır. Kültür, kültürelcilik tarafından yozlaştırılıp emperyal bir kelime olarak işleyişe geçtiğinde demokratik vaadin içi boşalır. Kültürel olmayan fenomenler işgal edilerek Kültürel egemenlik ilan edilir. Öncesinde kültür olarak anlaşılmayan ekonomi, toplum, siyaset ve diğer tüm beşeri kategoriler Kültürel olarak görülmeye başlanır. İşte çağımızın tini sağ kültürelcilik böyle ete kemiğe bürünür.[1]
Raymond Williams, kültür kelimesindeki emperyal gelişme eğilimine erken bir tarihte işaret etmişti. Kültür ve Toplum’da (1958) şöyle yazar: “Kültür fikrindeki sorun onu sürekli genişletmek zorunda kalmamızdır -ta ki ortak hayatımızın tamamıyla neredeyse özdeş hale gelinceye kadar.” Kültürün yayılmacı niteliğinin hangi noktaya varacağını Williams da öngöremezdi.
Kültürelciliğin kültür kavramı çok az şeyi dışarıda bırakır. Kültürelcilik kültürü bir soyutlamaya, tinsel, normatif bir içeriğe ve töz biçimine doğru sevk eder. Beşerî kategorilerden biri olan kültürü aşkınlaştırıp süper kategoriye dönüştürür. Bu süper kategoride bireyler tamamıyla kültürleri tarafından belirlenirler. Kültür kapalı ve organik bir bütünlük olarak bireyleri masseder, siyaset başta olmak üzere diğer tüm toplumsal kategorilerin bağımlı olduğu bir kutsal kaynağa benzemeye başlar. Terry Eagleton gibi söylersek, modernliğin temel sorunlarından ‘Tanrının ölümü’ne bulunmuş cevaplardan biri olarak tahkim edilir. Son tahlilde, Kültür, sadece her toplumsal fenomeni eriten emperyal bir terim değil aynı zamanda bir tür ilahiyat meselesi, Tanrının ölümü sorununa karşı çıkarılmış neredeyse teolojik bir yanıttır.
Sağ Kültürelciliğin Kültürü
Kültürelciliğin temel kaynaklarından biri, Alman filozof Johann Gottfried Herder’in (1744-1803) kültüre bir halkın yaşamının kendisi ya da halk ruhu olarak verdiği yeni anlamdır. On dokuzuncu yüzyıl Romantik hareketinde ise kültür bir uygarlık alternatifi haline gelmiştir. Kültür bundan böyle, mekanik ve yapay uygarlığa karşı organik ve özgün bir yaşam biçiminin adıdır.
Kültürü bir halkın özgün yaşam biçimi olarak tanımlamak kendi başına sağ kültürelciliği ifade etmez. Sağ kültürelcilik, kültürün bir otorite ilkesi olarak seferber edilmesiyle hâkim anlamını kazanmıştır. Bu Matthew Arnold’ın (1822-1888) anarşiye karşı kültür anlayışıdır. Arnold on dokuzuncu yüzyılın sınıf mücadelelerinin ve Hyde Park İsyanları’nın ortasında kaleme aldığı Kültür ve Anarşi’de (1869) kültüre yeni bir rol atfederek sağ kültürelciliğin toplum haritasını belirler.
Arnold, kültür kelimesinin kitabîlik ve ukalalıkla bir tutulmasından şikâyet ederek başlar. Yaygın kullanımda imtiyazlı bir zümreyle özdeşleştirilen faydasız kelimeye karşı ‘mevcut zorluklarımıza karşı yardımı dokunacak unsur’ olarak kültürü önerir. Kültür, Yunanca ve Latincenin üstünkörü bilinmesi anlamını taşıyan kısmî ve küçümseyici tanımdan uzaklaşarak modern toplumun zorluklarına yardımcı olacak bir temele dönüştürülmelidir.
Bu yaklaşıma göre kültür, özsel bir içedönüklüğe dayanan, insanlığımızı ve toplumumuzu tüm yönleriyle ahenkli bir biçimde geliştiren bir ‘kusursuzluk’tur. Dolayısıyla kültür insan mükemmelleşmesi anlamına geldiği ölçüde Bildung’a yaklaşır. Kültürlü insan, tek yönlülük, dar kafalılık ve fanatikliği tinsel gelişim eksikliği olarak anlayan; şeyleri öznel çarpıtmaya uğratmadan, olduğu gibi görebilecek nesnelliğe ve farklı yanlarını keşfedebilecek esnekliğe sahip; bir yanını diğer yanına feda etmeden ahenkli bir kusursuzluğa ulaşmış; bütünsel bir varlıktır.
Kültür burada Romantizmin mekanik ve yapay uygarlığa karşı organik biçim tanımını sürdürür. Makine(leşme) dışsal ve fiziksel olanın yanı sıra içsel ve manevi olanı da ele geçirmiş, ‘mekanizmalara (ya da aygıtlara) inanç’ modern toplumun en büyük hastalıklarından biri haline gelmiştir. Bunun sonucunda, ekonomik zenginlik, refaha indirgenmiş özgürlük, nüfus büyüklüğü, hammadde kaynakları, demiryollarının uzunluğu, demokratik müesseseler ve salt ahlâki katılığı destekleyen dinî kurumlar türünden ‘aygıt’lar, kendi içinde bir değere sahip temel unsurlar ve kusursuzluğun gerçek kaynakları muamelesi görür. Oysa mükemmelleşmenin hakiki kaynağı kültürdür.
Uygarlığın kişiyi dışsallığa ve işlevselliğe yönelten faydacılığına karşı kültür ulusun tinsel koşuludur. Ulus evrenselliğin tezahürü olarak düşünüldükçe kültür çıkarsızlık ve tarafsızlık anlamlarını edinir. Dolayısıyla, kültür, aynı zamanda, ‘insan kusursuzluğunun peşinde çıkar gözetmeksizin koşmak’, ‘şeyleri tarafsızca, olduğu gibi görmeye çalışmak’tır. Arnold, kültürün bu temel anlamının altını özellikle çizer. Örneğin, kültürel mükemmelliğin biçimlerinden biri olan deha, sınıf kategorisinden tamamen soyutlanmış müstakil bir kişiliğe işaret eder. Kültür, Herder’den Romantiklere uzanan bütünleştirici vasfını ulusun içsel koşulu olarak yeniden gösterir.
Böylesine birleştirici bir temel koşulun (‘üstün doğru akıl’ olarak) toplumsal uzlaşmayı kurması ve siyaset ötesi aşkın bir araç olarak düşünülmesi gerekir. Sağ kültürelciliğin alamet-i farikası, kültürü sosyo-politik mücadelenin ötesinde evrensel bir uzlaşma zemini olarak sunmasıdır. Hatta Edward Said’in kelimeleriyle ifade edersek: “Böyle anlaşılan kültür, koruyucu bir kapalı alan durumuna gelebiliyor: İçeri girmeden önce politik görüşlerinizi kapıda bırakınız.”
Otorite İlkesi Olarak Kültür
Buna karşılık, Kültür ve Anarşi’nin daha ilk bölümünde tarafsızlık ve çıkarsızlık savıyla çelişen bir kültür anlayışı kendisini göstermeye başlar. Kültür sadece entelektüel bir ışık ve ılımlılık sağlamaz, Arnold’a göre, ‘çağının hastalıklı ruhu’na bir şifa sunar. Arnoldcı kültürün baş düşmanlarından biri Jakobenlik’tir. Arnold ‘soyut bir düstura kölelik’ten bahsettikçe muhafazakâr ideolojinin babası olan Edmund Burke’in (1729-1797) Fransız Devrimi Üzerine Düşünceler’deki devrime muhalefetini yankılar,[2] benzer bir tepkiyle kültür düşmanı Jakobenliğe hücum eder: “Geçmişe duyulan şiddetli öfke, soyut yenileme sistemlerinin toptancı bir şekilde uygulamaya dökülmesi, gelecek için rasyonel bir toplumu en küçük ayrıntılarına kadar geliştirmek yönünde siyah-beyaz çizilmiş yeni bir öğreti; işte bunlar Jakobenliğin tarzıdır (…) kültür, Jakobenliğin en temel işaretleri olan iki şeyin, yırtıcılığın ve soyut sistemlere düşkünlüğün ezeli düşmanıdır.”
Fransız Devrimi’nden tam 80 yıl sonra bunu İngiltere’de söylemek ne anlama geliyor olabilir? Jakobenlik derken kastedilenin kendi başına siyasal-toplumsal devrim tehdidi olduğuna şüphe yok. Fransız Devrimi Burke’te olduğu gibi Devrimin prototipidir. Bu noktada, tarafsız ve çıkarsız gelişim (Kültür), devrimi önleme yolunda seferber edilen bir araca dönüşüverir. Kültür, devrime karşı manevi bir aygıttır, bundan böyle büyük harfle yazılabilir. Modernliğin ‘aygıt’lara (machinery) atfettiği aşırı değerin kapıdan kovulması Kültürün bir ideolojik aygıta dönüşmesiyle bacadan döner.
Kitabın ikinci bölümünde anarşiden söz etmeye başlandığında aygıtın işlevi açıklığa kavuşur. Dikkat çekici olan, anarşinin gündeme işçi sınıfı ile birlikte girmesidir. Arnold, toplumsal sınıflar bahsinde işçi sınıfını ele alırken ‘modern tin’in neden olduğu ‘anarşik alışkanlıklarımız’dan söz eder. Orta sınıfın dayandığı liberal özgürlük anarşiye meyletse bile anarşinin asıl nedeni işçi sınıfıdır. İngiliz geleneksel özgürlük anlayışı, özellikle işçi sınıfı da bundan faydalanmak istediğinde anarşi doğurmaya başlar.
İşçi sınıfının devletin anlamı ve ulusla özdeş olduğu konusunda bir fikri olmadığı gibi, bir topluluk olarak işçi sınıfı ‘hem ham hem de kabadır.’ Ne olursa olsun, İngiliz centilmenliğinden taviz verilmemelidir. Arnold, yorumu, işçi sınıfına on dokuzuncu yüzyılda yöneltilen, Étienne Balibar’ın ‘proletaryayı hedefleyen bir ırkçılık’ olarak tanımladığı ‘sınıf ırkçılığı’ reaksiyonuna vardırmaz görünür.[3] Asıl önemli olan, işçi sınıfı hareketliliğinin bir otorite ilkesiyle dizginlenmesidir. Anarşiyi ve toplumsal çözülmeyi arttırma eğiliminde olan işçi sınıfına karşı düzen ve güvenlik hissi, bir otorite ilkesini temsil eden Kültür ile başarılabilir: Anarşiye karşı Kültür. Kültür ‘otorite ilkesi’, ‘anarşi eğilimine karşı durma ilkesi’dir.
Kültürel Leviathan
Kültür, İngiliz orta sınıfının mekanizmalara inancı nedeniyle elden kaçırdığı otoriteyi sağlama almak üzere devreye girer. Anarşiyle başa çıkmakta yetersiz, bir silah olarak Kültürden ve otoriteden mahrum orta sınıfın yönetemediği krize karşı sosyo-politik mücadelenin içine doğru çekilir.
Arnold’ın Kültür ilkesi, İngiliz siyaset filozofu Thomas Hobbes’un (1588-1689) Leviathan’ının sınıf mücadelesinin iyice keskinleştiği on dokuzuncu yüzyılda toplumsal krize yeterli cevap sunmadığının ifadesi olarak yorumlanabilir. Arnold’la Hobbes arasındaki tek fark Hobbes’un kültür öncesi doğal insanının Arnold’da kültürel insana dönüşmesi değildir. Kültür öncesi bir doğal hal döneminde yaşayan insanların birbirleriyle savaşına karşı getirilmiş otorite ilkesi olarak Leviathan da yetersizdir. Leviathan’ın ‘herkesin herkese karşı savaşı’na son vererek güvenliği sağlaması, Arnoldcı anarşinin sonlandırılması için zayıf bir çözümdür.
Hobbes’a göre, doğal yaşam halinin iç savaşı tek tek bireyleri bir toplum sözleşmesine ve devletin kuruluşuna götürürken, Arnold için “kültür bize Devlet fikrini telkin eder. Sıradan benliklerimizde sıkı bir devlet iktidarı için hiçbir temel bulamayız, ancak kültür bize, en iyi benliğimizde böyle bir temel olduğunu telkin eder.” Burada ‘sıradan benliklerimiz’, toplum sözleşmesini onaylayan atomik bireylerin yetilerinin kaynağıdır. Fakat toplumun temeli mekanik bir kuruluşta sabitlenmiş sıradan benliklerimiz olamaz. Arnold’ın anarşiye karşı kültür yaklaşımı, Hobbes’un mekanik devletinin anarşiye çözüm olmadığını, anarşiye karşı çözümün kültürdeki hakiki kaynağını gözden kaçırdığını ima eder. Buradaki yeni çözüm, Kültürün otorite ilkesi ve anarşiye karşı durma prensibi olarak anlaşıldığı Kültürel Leviathan’dır.
Sonuç: Ölümlü Tanrı?
Arnold, kitabın sonlarına doğru, anarşiye karşı çıkardığı ilkenin ismi konusunda ısrarcı olmadığını, kültür adından kolaylıkla vazgeçebileceğini söyler. Bu ifade, ‘kültür’ün kitabın yazıldığı dönemde günümüzdeki hâkimiyetine ulaşmadığını da ifade ediyor. Kültür bir dizi kültürelci müdahaleden geçerek her şeyi belirleyen veya her şeyin teorisi anlamına ulaşmamıştır henüz. Yine de anarşiye karşı kültür, çağdaş sağ kültürelciliğin toplum haritasını açıklayan kaynaklardan biri olmaya devam etmektedir.
Kültür ve Anarşi, çağın hastalıklı ruhunun tezahürlerinden biri olarak gördüğü dış mekanizmalara imana karşı içsel kültürün değerini ileri sürüyordu. Peki ya Kültür bir tür iman konusu haline gelirse? Mesela, daha tanıdık bir tarihsel kişilik, Ziya Gökalp, Matthew Arnold’dan yaklaşık yarım yüzyıl sonra kültür (“milli hars”) hakkında şöyle yazacaktı: “(İ)lahi bir muvaffakiyetle daima doğru yürür, asla hataya düşmez.”
Arnold, İngiliz liberalizminden bütünüyle taviz veriyor görünmek istemez ama sonuç bölümünde kültürle özdeşleşen (büyük harfli yazdığı) Devletin çerçevesi ve dış düzeninin kutsal olduğunu söylemekten de kaçınmaz. Bu kutsal devletin ‘makbul vatandaşları’ olarak düşünülen ‘kültür sevdalıları’, ‘anarşiye ölümüne düşmandır ve anarşi karşısında dimdik durur, asla eğilmezler.’ Anlaşılan o ki, ılımlılığın ideal tipi olarak düşünülen Kültür insanı, modern kapitalist toplumun çelişkileri içinde siyaseten gitgide katılaşmak, bazen centilmenliği bir kenara bırakmak zorunda kalacaktır.
Sağ kültürelcilik, günümüzde Arnold’ın anarşi düşmanlığına devam ediyor. Hatta ondan çok daha kararlı ve egemen bir tutumla, düzenin sorgulanmasına yönelik bütün meşru talepleri -diğer aygıtların yardımı bir yana- ölümlü tanrı (Leviathan) telakki edilen Kültürde eritiyor. Her şeyin belirleyicisi Kültür konusundaki ikna çabasıyla, geç kapitalizmin yarattığı sorunların ‘ayık kafayla’ ele alınmasına engel olan hegemonyacı bir işlev de kazandı.
[1] Sağ kültürelciliği kültürelciliğin başka bir kullanımından ayırt etmek gerek. Bu kullanım, yapısalcılığa karşı bir akım olarak ‘kültürelcilik’te anlamını bulur. Yapısalcılık-kültürelcilik ayrımı olarak bilinen ikilikte, yapısalcılık, kültürel anlamı üreten biçim ve yapılara odaklanırken, kültürelcilik, yapısalcılığı belirlenimci bularak insan etkinliğini öne çıkarır. Dolayısıyla, bu tartışmada yapısalcılık anti-hümanizmle, kültürelcilik hümanizmle örtüşür. Yapısalcılık Louis Althusser’le, bu anlamıyla kültürelcilik ise Raymond Williams ve E. P. Thompson’la özdeşleşmiştir. Bu konuda daha fazla bilgi için Graeme Turner’ın kitabına bakılabilir.
[2] Arnold “Günümüzde Eleştirinin İşlevi” çalışmasında Burke’ün ‘büyüklüğü’nün nedenlerinden daha ayrıntılı bir biçimde söz eder.
[3] Bu dönemin, sınıf ırkçılığıyla göbek bağı olan ‘tehlikeli sınıflar’ söyleminin kamusal dolaşıma girdiği Benjamin Disraeli dönemi olduğunu da not edelim.
Kaynaklar
Edward W. Said, Kültür ve Emperyalizm, çev. Necmiye Alpay, Hil.
Füsun Üstel, ‘Makbul Vatandaş’ın Peşinde: II. Meşrutiyet’ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İletişim.
Étienne Balibar, “Sınıf Irkçılığı”, Étienne Balibar-Immanuel Wallerstein, Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler, çev. Nazlı Ökten, Metis.
Graeme Turner, İngiliz Kültürel Çalışmaları, çev. Deniz Özçetin-Burak Özçetin, Heretik.
Matthew Arnold, Kültür ve Anarşi: Siyasal ve Toplumsal Eleştiri Alanında Bir Deneme, çev. Ferit Burak Aydar, Vakıfbank.
———————-, “Günümüzde Eleştirinin İşlevi”, Eleştiri: Anlamı ve İşlevi, der. Ahmet Aydoğan, çev. Ahmet Aydoğan-Bülent Özsoy, İz.
Raymond Williams, Kültür ve Toplum: 1780-1950, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İletişim.
Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür, çev. Selin Dingiloğlu, Yordam.
Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi.
Ziya Gökalp, “İnkılapçılık ve Muhafazakârlık”, Makaleler, Kültür Bakanlığı.