Uzun süren bir çağın sonuna ve “trans-modernite” olarak adlandırdığımız yeni bir çağın başlangıcına işaret eden, taşıdığı muazzam anlamı henüz layığıyla tartamadığımız, dünya-tarihsel öneme sahip bir olay yaşıyoruz. Binlerce yıllık gelişiminde ilk defa günümüzde insanlığa saldıran bir virüs, yeni elektronik medya araçlarınca doğrulandığı üzere (gerçek zamanda) bütün dünyada eş zamanlı olarak yayıldığını farkettiğimiz bir anda, sessiz sedasız, tecrit altında tek tek bütün insanları düşünmeye zorluyor. Gün be gün yıkılmaz bir bina gibi sağlam sandığımız ama aslında iskambil kartlarından yapılma kalenin kırılganlığını gösteren bir tehlike karşısında işte bu durumdayız. Bu öyle dikkat çekici bir olgu ki filozof ve bilim insanı meslektaşlarımız bu konu üzerine pek çok makale yazdı. Bu muazzam gelişme karşısında ben de düşünce üretimine katkıda bulunmak istiyorum.
İnsanlık, en azından homo sapiens, neredeyse 300 bin yıldır hayatta kalabilmek için sayısız engeli yenerek tarihsel olarak gelişmeyi başardı. Kökene kadar geri gidecek olursak, Büyük Patlama olarak adlandırılan olayla başlayan süreçte -14 milyar yıl önce gerçekleşen bu olaydan 4.5 milyar yıl önce yeryüzünün katılaşmasına kadar- Gaia 4 milyardan fazla yıl önce dönüşüm geçirmeye başladı ve yaşam ortaya çıktı. Yani, yeryüzünün kabuğunda yaşamı değiştirerek, atmosfer yaratarak ve ultraviyole ışınlar onu tahrip etmesin diye biyosferi koruyarak geçti bu süre. Yaklaşık 55 milyon yıl önce primatlar ve nihayet homo sapiens’in ta kendisi (T. De Chardin’in noosferi veya günümüzde antroposen veya yeryüzünde insanın çağı denilen dönem) ortaya çıktı.
Neolitik çağla beraber (yaklaşık 15 bin yıl önce) insanlık göçmenlikten yerleşik yaşama geçti, çift parazitleşme olarak adlandırdığım bir örgütlenme sayesinde ilk köyleri ve şehirleri yarattı: bitkisel parazitleşme (tarımla beraber) ve hayvansal parazitleşme (hayvancılıkla). Canlı olarak insanların hayvanlarla beslenmesi gerekti, protein ve sadece onlardan elde edilebilecek diğer besinler için bu gerekliydi. Bu şekilde kaçınılmaz bir entropi başladı (bir kullanım aracının mümkün başka kullanımları olmadığında faydasız bir şeye dönüşmesi), bu da oksijen üreten ormanların tarımsal üretim alanlarına dönüştürülmek üzere yok edilmesi anlamına geliyordu. Etçil canlılar olan insanlar insan olmayan hayvanları öldürür, onlarla besleniriz (antropofaji karşıtlığı ilksel tabu olmuştur). İşte bu şekilde Avrasya’da, Afrika’da ve Amerika’da ilk büyük medeniyetler doğdu ve gelişti.
Latin-German Avrupa’nın bir üyesi olan Christophe Colombo, 1492 yılında Atlantik’i keşfetti, yerlilerin Amerika’sını işgal etti, bu şekilde Antroposen’in son çağı başladı: modernite. Üstüne bir de ‘geri kalmış,’ ‘az gelişmiş’ ‘zanaatkar’ olarak sınıflandırılan geçmiş medeniyetlerin hepsini geride bırakan bilimsel ve teknolojik bir devrim yaşandı. Buna küresel güney diyoruz, bu daha beş yüz yıl önce oldu.
Baş gösteren bu ihtişamlı Dünya Çağı, yöntemsel olarak Francis Bacon’ın (1562-1626) Novum Organum (1620) isimli eseri ve Rene Descartes’ın (1596-1650) Yöntem Üzerine Konuşma’daki (1537) felsefi manifestosu sayesinde Doğa ile ilişkilendirilir. Söz konusu Doğa böylece gözlemlenebilen ve sömürülebilen, neredeyse sonsuz kaynaklara sahip, ona dair bilgisi ve manipülasyonu sınır tanımayan bir özne olarak demiurgos insan tarafından idare edilebilen bir nesne olarak inşa edildi. Descartes’a göre, insan varlığı “beden sahibi olma olgusuna kayıtsız bir ruh” idi, böylece radikal bir düalizm öne sürüyordu. Doğa olarak beden “uzamlı şey”dir (res extensa); yani, nicel bir gerçekliktir, niteliği veya yaşamı mühim değildir. Bilhassa matematik üzerinden bilinen bir makine aygıtı olarak yorumlanır. Bu doğa, bu haliyle bilinebilen, idare edilebilen, sömürülebilir bir nesnedir. Fizik temel bilim haline gelir. İnsan varlığının ayrıcalığı “düşünüyorum” önermesinde yer alır, tamamen bizlerin kullanımına sunulmuş olan sayılabilir doğal nesneler karşısında kuramsal olarak kendini konumlandırır ve bilir.
Bir sonraki yüzyıllar bu varsayımlarla geçer. “Avrupalı Ben” 17. yüzyılda bilimsel bir devrim gerçekleştirir, 16. yüzyıl itibariyle (nihai mantığı, işçi sayesinde artı değer elde etmek suretiyle piyasada kendini gerçekleştiren her türlü yatırımla kar oranının nicel olarak artışı olan) kapitalist bir sisteme geçerek 18. yüzyılda teknolojik bir devrim yapar, buna modern Avrupa-merkezci (kültüre, estetik, ahlaki, siyasi vs. üstünlük olarak), sömürgeci (çünkü bu Avrupa, diğer halklar üzerinde tahakküm hakkını meşrulaştıran ordularının şiddetli fetihleri sayesinde dünya sisteminin merkeziydi), ataerkil (çünkü beyaz erkek Avrupa’daki ve Meksika’da sömürülen beyaz olmayan kadınlar üzerinde tahakküm kuruyordu) bir ideoloji eşlik eder; bunların sonucunda, Avrupa Doğa’yı sınırsızca sömürecek konuma ulaşır.
Aslında, söz konusu modernitenin kimsenin inkar edemeyeceği, eşsiz olumlu değerleri, keşiflerinin ve Doğa’ya dur durak bilmeyen müdahalelerinin olumsuz etkilerinin oluşturduğu kör bir sistemce yozlaştırılır ve inkar edilir. Bu kısmen Doğa’nın nitel değerinin kıymet görmemesinden kaynaklanıyordu, bilhassa da en üst düzey kurucu ilkesi gereği: salt mekanik olmayan, organik, “yaşayan bir şey” olması; sadece sayılabilir, “uzamlı bir şey” olmaması. Şu anda artık fizik referans aldığımız bilim değil, fizik yerini biyolojiye, akabinde kozmik asli an olarak nöro-biyolojiye bıraktı: insan beyni. İnsan beyni, bilinen evrenin en karmaşık yaşayan organizması. Bununla birlikte, Doğa salt bir bilgi nesnesi değil, insan olarak içinde var olduğumuz Bütün (Bütünlük): kökenimiz olan ve ihtişamıyla bizleri taşıyan, içsel bir etki olarak (“kızlarının ve erkeklerinin”) varoluş imkanımızı ortaya koyan Doğada yaşamın evriminin meyveleriyiz. Bu yüzden etik, metafor olarak değil gerçek anlamıyla, ilk mutlak ve evrensel ilkeye dayanır: genel anlamda yaşamı ve onun ihtişamı olarak insan yaşamını olumlamak! Öyle ya geri kalan her şeyin, medeniyetin, gündelik varoluşun, mutluluğun, bilimin, teknolojinin, hatta dinin mutlak ve evrensel imkanının koşuludur bu. İnsanlık ölmüş olsaydı, herhangi bir edimin veya kurumun işlemesi zor olurdu.
Demeye çalıştığım, daha öne hiç şimdiki kadar küresel ölçekte yaşanmamış olan bu olgu, (G. Agamben’in önerdiği gibi) istisna haline dayalı siyasi genellemeden, (Zizek’in önerdiği gibi) kapitalizmin zorunlu olarak aşılmasından, neoliberalizmin çatırdadığını gösterme zorunluluğundan (kamu sağlığını piyasanın ve özel sermayenin eline terk eden “asgari devlet”) veya oldukça ilginç daha pek çok öneriden daha büyük bir şey.
Bugün, doğa Anne (şimdi münasip ve kesin bir metafor olarak kullanıyoruz bu ifadeyi) isyan ediyor; Doğa’nın anlamsız bir bileşeni vasıtasıyla (İnsanın dahil olduğu ve virüsle aynı gerçeği paylaştığı Doğa) kızını, yani İnsanlığı mat ediyor (satrançta “şah mat” yapmak gibi). Moderniteyi sorguluyor, bunu da bir bakteri veya bir hücreden çok daha ufak olan ve karmakarışık ve -sayısı milyonları bulan- bambaşka işlevlere sahip milyarlarca hücreden oluşan insandan sonsuzca basit bir organizma (virüs) vasıtasıyla yapıyor. Bugün bizi çağıran Doğa’dır: Ya bana saygı duyarsın ya seni yok ederim! Modernitenin sonunun göstergesiymişçesine, intihar eden bu kibirli, modern medeniyetin akabinde Dünyanın Yeni bir Çağı’nın ilanı gibi tezahür ediyor. Walter Benjamin’in dediği gibi, cehenneme doğru giderken ölü sevici vitesi değil freni çekmek gerekiyordu.
O halde mevcut salgını, modernitenin doğaya karşı saldığı (öyle ya aynı tıp biliminin ve farmakolojik endüstrinin yarattığı patojen ajanların kasıtlı olmayan mutasyonlarının etkisi), laboratuvarların veya terapötik teknolojinin virüsü biçiminde ona geri dönen bir bumerang gibi yorumlamak gerekir. Demeye çalıştığım, daha öne hiç şimdiki kadar küresel ölçekte yaşanmamış olan bu olgu, (G. Agamben’in önerdiği gibi) istisna haline dayalı siyasi genellemeden, (Zizek’in önerdiği gibi) kapitalizmin zorunlu olarak aşılmasından, neoliberalizmin çatırdadığını gösterme zorunluluğundan (kamu sağlığını piyasanın ve özel sermayenin eline terk eden “asgari devlet”) veya oldukça ilginç daha pek çok öneriden daha büyük bir şey. Bana kalırsa, kozmozun, İnsanlığın tarihinde ilk defa, antroposenin nihai aşaması olarak modernitenin sona erme emarelerini görüyoruz. Bu ise Dünyanın yeni bir Çağı’nın, trans-modernitenin görünmesine izin veriyor (diğer makalelerimde ve kitaplarımda bunun bazı vasıflarından bahsetmiştim). Bu haliyle, modernitenin hataları sayesinde insanlığın, son beş yüzyılın nekro-kültür deneyiminden yola çıkarak her şeyden önce sermaye, sömürgecilik, ataerki ve yeryüzünde yaşamın yeniden üretiminin evrensel koşullarını yok eden diğer pek çok kısıtlama karşısında Yaşamı onamamız gereken Yeni bir Çağa girmesi gerekiyor. Daha henüz başladığımız 21. yüzyılda, uzun vadede, sabırla bunu gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bu apokaliptik çağın bize bulaşmaması için hükümetlerimizin zorunlu kıldığı ev hapsinin sessizliği içinde…
Gelecekte insanlığı bekleyen kaderi düşünmek için kullanalım bu zamanı.
Enrique Dussel’in bu yazısını Öznur Karakaş Türkçe’ye çevirdi.