1.Dünya Durumu Olarak Hiroşima[1]: 6 Ağustos 1945’te, Hiroşima Günü’nde, Yeni Bir Çağ başlamıştır: Artık herhangi bir anda, gezegenimizin herhangi bir noktasını — hatta bütün gezegeni — bir Hiroşima’ya dönüştürebilecek güç elimizdedir. O gün, en azından “negatif anlamda” her şeye kadir hâle geldik; ancak, aynı zamanda, her an yok edilebilme ihtimaliyle de karşı karşıya olduğumuzdan, bütünüyle güçsüz hâle de geldik. Bu çağ ne kadar sürerse sürsün, isterse sonsuza dek devam etsin, “Son Çağ” niteliğini koruyacaktır; çünkü onun ayırt edici özelliği olan kendi kendimizi yok etme imkânı, yalnızca bizzat sonun gerçekleşmesiyle ortadan kalkabilir.
2.Ahir Zamanlar ile Zamanın Sonu Arasındaki Fark: Bu çağ, doğası gereği bir “mola” dönemidir ve bu çağdaki “varoluş tarzımız”, “henüz yok olmamış olmak” veya “henüz tam anlamıyla yok olmamak” olarak tanımlanmalıdır. Bu nedenle, geçmiş zamanların temel ahlaki sorusu radikal bir biçimde yeniden formüle edilmelidir: “Nasıl yaşamalıyız?” sorusu yerine, artık “Yaşayacak mıyız?” sorusunu sormalıyız. Bizler, bu “Mola Çağı”nda “henüz yok olmamış olanlar” olarak, tek bir yanıt verebiliriz: Her ne kadar Ahir Zamanlar, her an Zamanın Sonu’na dönüşebilecek olsa da bu Ahir Zamanı sonsuz kılmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Zamanın Sonu’nun olasılığına inandığımız için “Kıyametçi”yiz; ancak bu insan eliyle yaratılmış kıyamete karşı mücadele ettiğimiz için, tarihte ilk kez, “Anti-Kıyametçi”yiz.
3.Atom Silahlarının Siyasi Durumdaki Varlığı Değil, Siyasi Eylemlerin Atomik Durum İçindeki Gerçekleşmesi: Her ne kadar kulağa akla yatkın gelse de atom silahlarının mevcut siyasi durumun bir parçası olduğunu söylemek yanıltıcıdır. Gerçeğe ulaşmak için bu ifadeyi tersine çevirmek gerekir: Günümüzdeki durum, tamamen “atom silahlarının” varlığı tarafından belirlenmekte ve tanımlanmaktadır. Bu nedenle, siyasi eylemlerin ve gelişmelerin atomik durumun içinde gerçekleştiğini söylemek zorundayız.
4.Silah Değil, Düşman: Savaşmakta olduğumuz şey, belirli bir düşman değildir; dolayısıyla, atomik araçlarla saldırıya uğrayabilecek veya tasfiye edilebilecek bir hedef söz konusu değildir. Asıl mücadele edilen, atomik durumun kendisidir. Bu düşman tüm insanlığın düşmanı olduğundan, şimdiye dek birbirini düşman olarak görenler dahi, bu ortak tehdide karşı müttefik olmak zorundadır. Barışı amaçlayan eylemlerden, birlikte yaşamak istediğimiz kişileri hariç tutmak, ancak ikiyüzlülük, kendini beğenmişlik ve zaman kaybı anlamına gelir.
5.Atom Silahlarıyla Tehdit Etmek Totaliterdir: Hem incelikli filozofların hem de gaddar siyasetçilerin — Jaspers ile Strauss’un — benimsediği yaygın bir teori vardır: “Eğer total yok oluşla tehdit etme kapasitemiz olmasaydı, totaliter tehditleri denetim altında tutamazdık.” Bu argüman, şu sebeplerle sahte ve aldatıcıdır: 1) Atom bombası, kullanıcıları totaliter bir gücün tehdidi altında olmaksızın kullanılmıştır. 2) Bu argüman, atomik tekelin “eski” günlerine aittir ve günümüzde intihara eşdeğer hâle gelmiştir. 3) “Totaliterlik” kavramı, politik durumların değişmeye açık olduğu bir bağlamdan alınmıştır; oysa atom savaşı böyle bir değişimi tamamen imkânsız kılar. 4) Atom savaşı tehdidi — yani yok etme tehdidi — bizzat totaliter bir eylemdir; çünkü bu tehdit gezegenimizi devasa bir toplama kampına dönüştürür ve hiçbir kaçış yolu bırakmaz. Dolayısıyla, özgürlük adına bu aşırı özgürlük yitimini meşrulaştırmaya çalışanlar, yalnızca ikiyüzlülük yapmaktadırlar.
6.Ufkumuzun Genişlemesi: Radyoaktif bulutlar, kilometre taşlarını, ulusal sınırları ya da perdeleri umursamadığından, mesafeler artık anlamını yitirmiştir. Dolayısıyla, bu Ahir Zamanlar çağında herkes herkesin ölümcül menzili içerisindedir. Ürettiklerimizin etkilerinin gerisinde kalmak istemiyorsak — ki bu sadece ölümcül bir utanç değil, aynı zamanda utanç verici bir ölüm olurdu — sorumluluk ufkumuzu, yok edebildiğimiz ve yok edilebildiğimiz mesafeye, kısacası küresel ölçekte bir ufka kadar genişletmek zorundayız. Artık yakın ile uzak, komşu ile yabancı arasındaki her türlü ayrım geçersiz hale gelmiştir; bugün hepimiz “yakınlarız” (proximi).
7.”Birleşmiş Nesiller”: Sadece mekânsal ufkumuzu değil, aynı zamanda zamansal ufkumuzu da genişletmeliyiz. Bugün gerçekleştirilen eylemler (örneğin nükleer deneme patlamaları), gelecekteki nesilleri de en az bizim kadar zarara uğrattığından, gelecek artık bugünün kapsamı içerisine dahil olmuştur. “Artık gelecek başlamıştır”[2]; çünkü yarının gürültüsü, bugünün yıldırımıyla ortaya çıkmaktadır. Bugünün ve yarının nesilleri arasındaki ayrım geçersizleşmiştir; torunlarımızla birlikte, biz de “Nesiller Birliği”nin birer doğal üyesiyiz. Onlar bizim zaman komşularımızdır. Evimizi ateşe verdiğimizde, sadece kendi evimizi değil, geleceğin henüz inşa edilmemiş şehirlerini ve doğmamış nesillerin evlerini de kül etmiş oluruz. Öyle ki, atalarımız dahi bu Birliğin tam teşekküllü üyeleri sayılabilir; zira eğer biz yok olursak, onları da — adeta ikinci bir ölümle — yok etmiş oluruz. Bu ikinci ölümden sonra, onlar hiç yaşamamış gibi olacaktır.
8.Hiçlik — Hayal Edilmeyen Hiçliğin Etkisi: Kıyamet tehlikesi, özellikle bu felaketin büyüklüğünü zihinsel olarak tahayyül edemememiz nedeniyle daha da tehditkârdır. Sevilen birinin yok oluşunu, onun ölümünü zihinde canlandırmak bile oldukça güçken, bugünkü hayal gücü görevimiz bunun çok ötesindedir. Artık tahayyül etmemiz gereken şey, belirli bir varlığın yokluğu değil, varlığın çerçevesinin, bir bütün olarak dünyanın — en azından insanlık dünyasının — yok oluşudur. Böylesi bir “total soyutlama” (ki bu zihinsel işlem, gerçekleştirdiğimiz total yıkım eylemine tekabül eder) doğal hayal gücümüzün kapasitesini aşmaktadır: bu, “Negatifin Aşımı”dır. Ancak bizler, homines fabri olarak, gerçek anlamda hiçlik üretebildiğimiz için, sınırlı hayal gücümüze boyun eğmemeliyiz; en azından bu yokluğu zihinsel olarak tasavvur etmeye çalışmak zorundayız.
9.”Tersine Ütopyacılarız”: Çağımızın temel açmazı şudur: “Biz, kendimizden küçüğüz”; yani, kendi ürettiğimiz gerçeklikleri zihinsel olarak kavrayamıyoruz. Bu nedenle kendimizi “tersine ütopyacılar” olarak adlandırabiliriz: Geleneksel ütopyacılar tahayyül edebildikleri şeyleri gerçekleştiremezken, bizler gerçekleştirdiğimiz şeyleri tahayyül edemiyoruz.
10.”Prometheusçu Utanç”[3]: Bu tersine ütopyacılık, diğer birçok olgunun arasında sadece bir başka olgu değildir; günümüz insanının ahlaki durumunu tanımlayan temel meseledir. İçinde bulunduğumuz ikilem artık ruh ile beden, ya da görev ile eğilim arasındaki çatışma değildir; ne Hristiyan ne de Kantçı bir ikilemdir. Bugün yaşadığımız ikilem, üretme kapasitemiz ile hayal etme gücümüz arasındaki uçurumdur.
11.Üst-Eşik: Sadece hayal gücümüz üretim düzeyine erişmekten geri kalmamıştır; aynı şekilde duygulanım da sorumluluk düzeyine ulaşamamıştır. Bir insanın öldürülmesini tahayyül etmek ya da bunun için pişmanlık duymak, hatta sorumluluk almak bile hâlâ mümkün olabilir; ancak yüz bin kişinin yok edilmesini gözümüzde canlandırmak açıkça hayal gücümüzün sınırlarını aşmaktadır. Eylemlerimizin muhtemel etkisi ne kadar büyükse, onu tahayyül etmek, pişmanlık duymak ya da sorumluluk hissetmek o kadar zorlaşmaktadır; bu uçurum ne kadar genişse, fren mekanizması da o kadar zayıflamaktadır. Bir kişiyi öldürmek, yüz bin kişiyi bir düğmeye basarak yok etmekten kat kat daha zordur. Psikolojide “subliminal” — yani herhangi bir tepkime üretmeyecek kadar küçük uyarıcı — kavramı tanımlanmıştır; ancak bundan çok daha önemli ve henüz tam olarak görülmemiş ya da analiz edilmemiş olan şey “üst-eşik”tir: yani herhangi bir tepkime üretmeyecek ya da fren mekanizmasını harekete geçirmeyecek kadar büyük uyarıcı.
12.Duyular Anlamı Bozar, Hayal Gücü Gerçektir: Pragmatik yaşam ufkumuz (bkz. madde 6) — yani bizim ulaşabildiğimiz ve bize ulaşılabilen sınır — sınırsız hâle geldiğinden, bu sınırsızlığı tahayyül etmeye çalışmalıyız. Bu çaba, açıkça hayal gücümüzün “doğal darlığını” ihlal edecek olsa da hakikatin aracı olarak hayal gücünden başka elimizde bir şey yoktur. Doğası gereği yetersiz olsa da hayal gücünden başka hiçbir şey bir “hakikatın aracı” (organon) olarak kabul edilemez. Algı kesinlikle bu işleve sahip değildir. Algı, antik Yunan felsefesinin bile uyardığı anlamdan çok daha köklü bir biçimde “yalancı tanıktır”; çünkü duyularımız miyoptur, onların ufku “anlamsız” derecede dardır. Günümüz kaçışçılarının saklandığı yer, geniş hayal gücü coğrafyası değil, algının fildişi kulesidir[4].
13.Korkma Cesareti: “Hiçliği tahayyül etmek”ten söz ettiğimizde, kastettiğimiz eylem psikolojinin “hayal etme” olarak tanımladığı şeyle özdeş değildir; burada söz konusu olan “korkudur” — yani yokluğun somut olarak tahayyül edilmesidir. Bu nedenle önceki paragraflardaki ifadeleri şu şekilde düzeltebiliriz: Sorunumuz, hayal etme kapasitemizin küçüklüğü değil; korkma kapasitemizin yetersizliğidir. Bugünün tehlikesiyle orantılı bir korkuyu üretemiyoruz. Nitekim, “Zaten kaygı çağında yaşıyoruz” demek son derece yanıltıcıdır. Bu slogan bir saptamadan çok, bizim sahiden korkmamızı engellemek isteyenlerin, gerçek tehlikenin büyüklüğüyle orantılı bir korkunun oluşmasından korkanların kullandığı bir araçtır. Gerçekte ise, biz “korku üretme yetersizliği çağında” yaşıyoruz. Bu nedenle, “Hayal gücünü genişlet” buyruğu, somut anlamda: “Korkma kapasiteni artır” anlamına gelir. Dolayısıyla: korkudan korkma; korkmaya[5] ve başkalarını korkutmaya cüret et. Komşunu da kendin gibi korkut. Elbette bu korku özel nitelikte bir korku olmalıdır: 1) Korkusuz bir korku — çünkü bu, bizi korkaklıkla suçlayanlardan korkmayı dışarıda bırakır, 2) Harekete geçirici bir korku — çünkü bizi gizlenmeye değil, sokağa çıkmaya teşvik etmelidir, 3) Sevgi dolu bir korku — çünkü bu korku, yaklaşan tehlikeden değil, gelecek nesiller için duyulan bir korku olmalıdır.
14.Üretken Hayal Kırıklığı: “Korkma kapasiteni genişlet ve faaliyetlerinin etkilerinin büyüklüğüyle orantılı hale getir” buyruklarına uymaya yönelik çabalarımız defalarca başarısızlığa uğrayacaktır. Hatta bu çabaların hiçbir ilerleme kaydetmemesi dahi mümkündür. Ancak bu başarısızlık bizi yıldırmamalıdır; tekrar eden hayal kırıklıkları, tekrar eden çabanın gerekliliğini geçersiz kılmaz. Aksine, her yeni başarısızlık meyvelerini verir, çünkü bu sayede korku kapasitemizi aşan yeni eylemler üretmeye başlama eğilimimize karşı daha dikkatli ve uyanık hâle geliriz.
15.”Yerinden Edilmiş Mesafe”: Mesafelerin ortadan kalkışına (bkz. md. 6) dair ifademizi “Prometheusçu utanç”la (bkz. md. 10) birleştirirsek—ve yalnızca bu kombinasyon durumumuzun resmini tamamlar—şu sonuca ulaşırız: zaman ve mekân mesafelerinin “ortadan kalkması” mesafenin tümden ortadan kalkması anlamına gelmez, zira bugün üretimle hayal gücü arasındaki mesafe her geçen gün artmaktadır.
16.Karşılaştırmalı Olanın Sonu: Ürünlerimiz ve onların etkileri yalnızca hayal edebilme ya da hissedebilme kapasitemizi değil, aynı zamanda kullanabilme kapasitemizi de aşmaktadır. Üretim ve arzın, talebi çoğu zaman aştığı ve yeni ihtiyaçlar ile yeni taleplerin üretimini gerekli kıldığı artık genel kabul görmüş bir bilgidir. Fakat mesele sadece bu da değildir: Bugün, ihtiyaç kavramına tamamen ters düşen, yani “ihtiyaç duyulamaz” olan, mutlak anlamda fazla büyük ürünlerin üretildiği bir noktaya ulaştık. Bu aşamada kendi ürünlerimiz doğanın güçleriymişçesine evcilleştirilmeye çalışılmaktadır. Bugün sözümona “temiz silahlar” üretme çabaları da bu doğrultudadır: zira insanın şu anki gayesi, ürünlerinin kalitesini onların etkilerini azaltarak artırmaktır.
Eğer mevcut silah stoklarının sayısı ve potansiyel performansı, insanlığın yok edilmesi gibi absürt bir hedefe ulaşmak için yeterliyse, o hâlde bu üretimin hâlâ artıyor olması daha da absürttür ve üreticilerin ne yaptıklarını hiç anlamadıklarını kanıtlar. Karşılaştırma, ilerleme ve rekabet ilkesi, anlamını yitirmiştir. Ölüm, karşılaştırmanın sınır çizgisidir: kimse ölüden daha ölü olamaz, ya da birini daha da ölü hâle getiremezsiniz.
17.Yetkinliğe Başvurmak Ahlaki Yetersizliği Kanıtlar: Güç sahibi olanların, tehlikenin büyüklüğünü biz sıradan “ölümlüler”den daha iyi hayal edebildiklerini ya da atom çağının ahlaki zorunluluklarını daha iyi kavradıklarını varsaymamız için hiçbir gerekçemiz yoktur (örneğin Jaspers bu varsayımı yapar). Bu tür bir varsayım bizzat sorumsuzcadır. Hatta onların, söz konusu olan şeyin ne olduğuna dair en ufak bir fikirlerinin dahi olmadığından şüphe etmek çok daha mantıklıdır. Bugünün en büyük fizikçilerinden on sekizini, atom silahları ve nükleer silahlanma meselelerinde “yetkin olmadıkları” gerekçesiyle azarlamaya kalkışan Adenauer’ı anımsamak yeterlidir; onlara, bu meseleleri kurcalamaktansa kendi uzmanlık alanlarında kalmaları gerektiğini söylemiştir. Tam da bu ifadeleri kullanarak, o ve onun gibiler bu fizikçilerin ahlaki yetersizliklerini gözler önüne sermiştir. Çünkü kıyametle bir “uzmanlık alanıymış” gibi ilgilenmek ve insanlığın “olmak ya da olmaması” üzerine karar verme tekelinin makamla birlikte geldiğine inanmak kadar kesin ve ölümcül bir ahlaki körlük kanıtı olamaz. Yetkinliği vurgulayan bazı kişiler bunu yalnızca tekelci ve anti-demokratik eğilimlerini gizlemek için yapmaktadırlar. Bu kamuflaja asla aldanmamalıyız. Sonuçta sözde demokratik devletlerde yaşıyoruz. Eğer “Demokrasi” sözcüğünün bir anlamı olacaksa, bu, tam da mesleki yetkinliğimizin dışında kalan alanların bizi ilgilendirmesi gerektiği anlamına gelir; yani sadece uzmanlar olarak değil, yurttaşlar ve insanlar olarak da kamusal (res publica) meselelere katılmakla yalnızca hak sahibi değil, aynı zamanda yükümlüyüz. Sonuçta kamu (res publica) biz olduğumuz için, bize ‘meselelere karışmakla’ yöneltilen suçlama, aslında kendi işimize müdahale etmekle suçlanmak kadar saçmadır. Tarihte hiçbir mesele, bugün içinde bulunduğumuz hayatta kalma kararından daha “kamusal” olmamıştır ve olmayacaktır. Bu meseleye “karışmayı” reddederek yalnızca demokratik görevimizi yerine getirmemiş olmakla kalmayız, aynı zamanda kolektif intiharımızı da göze almış oluruz.
18.“Eylem”in İlga Edilişi: İnsanlığın olası yok oluşu bir “eylem” gibi görünür. Dolayısıyla, bu yok oluşa katkıda bulunanlar da “eylemde bulunuyormuş” gibi görünür. Ama değillerdir. Neden? Çünkü davranışçı bir perspektiften bakıldığında “eylem” olarak sınıflandırılabilecek neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Zira eskiden “eylem” olarak gerçekleşen ve eylemi yapan kişi tarafından da bu şekilde kavranan faaliyetlerin yerini, bugün başka tür faaliyetler almıştır: Çalışmak (working) ve Ateşlemek (triggering).
1) İş – eylemin yerine geçen şey:
Hitler’in ölüm fabrikalarında çalışanlar, deyim yerindeyse “hiçbir şey yapmadılar”, hiçbir şey yapmadıklarını düşündüler; çünkü yaptıkları şey, sadece “çalışmak”tı. “Sadece çalışmak” derken, kastettiğim şey şudur: Operatörün, ürettiği nihai ürünün anlamı ya da amacı hakkında ne bilgi sahibi olduğu ne de bu anlamın onun için bir önem taşıdığı bir iş yapma tarzı. Hatta, bu anlamın onun için önemli olması beklenmez, daha da ileri giderek, bu anlamın onun için önemli olması yasaktır. Bugünün çalışması, tipik olarak ahlaki açıdan tarafsız görünür; kir tutmaz (non olet). Ne kadar kötü olursa olsun hiçbir işin amacı, işçiyi kirletemez. Günümüzde insanlara verilen işlerin neredeyse tamamı bu tek-tip ve evrensel şekilde benimsenmiş operasyon biçimine aittir. İş, yani eylemin kamufle edilmiş biçimi. Bu kamuflaj, toplu bir katili bile suçluluğundan muaf kılar. Çünkü bugünün normlarına göre, işçi yalnızca yaptığı işten sorumlu tutulmaktan “kurtulmaz”, aynı zamanda yaptığı işle suçlu da sayılamaz.
Sonuç olarak, eğer bugünün ölümcül denkleminin şöyle işlediğini fark edersek: “Bütün eylem iştir”, o zaman bu denklemi tersine çevirmeye cesaret etmeliyiz: “Bütün iş bir eylemdir.”
2) “Ateşleme” – çalışmanın yerine geçen şey: Çalışma hakkında söylediklerimiz, ateşleme için çok daha fazlasıyla geçerlidir. Çünkü ateşlemede çalışmaya özgü olan çaba ve çabanın bilinci neredeyse yok denecek kadar azalır. Ateşleme, yani çalışmanın kamufle edilmiş hali. Bugün neredeyse hiçbir şey, ateşleme yoluyla gerçekleştirilemeyecek gibi değildir. Öyle ki, bir tuşa yapılan ilk basış, bir dizi ikincil tetiklemeyi zincirleme harekete geçirebilir—ta ki, bu ilk tuşa basanın ne niyet ettiği ne de hayal edebildiği nihai sonuç, milyonlarca ceset olana dek. Davranışçı bir bakış açısından böyle bir manipülasyon ne iş ne de eylem sayılırdı. Görünüşe göre hiç kimse hiçbir şey yapmamış olsa da bu “hiçbir şey yapmama,” aslında yok oluş ve hiçlik üretmiş olurdu. Tuşa basan kişi (eğer hâlâ böyle bir minimum operatör gerekiyorsa) kendisinin bir “eylemde” bulunduğunu hissetmez. Çünkü eylemin gerçekleştiği sahne ile acının yaşandığı sahne artık örtüşmez; neden ve sonuç birbirinden kopmuştur. Bu yüzden kimse ne yaptığını fark edemez: “Şizotopya” – şizofreniye benzer bir mekânsal kopukluk hali.
Bir kez daha açıkça görülür ki (önceki bölümlere bakınız): Yalnızca etkilerinin sahnesi zamanda ve mekânda ne kadar uzak olursa olsun, sürekli olarak bu etkileri zihninde canlandırmaya çalışan kişi, hakikate yaklaşabilir. Algı ise buna yetmez.
Bu tür bir kamuflaj benzersizdir. Eskiden kamuflajın amacı ya kurbanı tehlikeden habersiz bırakmak ya da failin düşmandan korunmasıydı. Bugün ise, kamuflajın amacı, failin bizzat kendi yaptığı şeyi fark etmesini engellemektir. Bu yüzden bugünün faili aynı zamanda bir kurbandır. Eatherly,[6] kendi yok ettiklerinden biridir.
19.Bugünün Yalanının Aldatıcı Biçimi: Kamuflaj örnekleri, günümüzün yalan biçimi hakkında bize önemli şeyler öğretir. Bugün yalan, artık bir iddia kisvesine bürünmek zorunda değildir; artık ideolojilere ihtiyaç duymaz. Bugün galip gelen yalan türü, yalan olduğundan dahi şüphe etmemizi engelleyen yalandır – ve bu galibiyet, yalanın artık bir iddia gibi görünmek zorunda olmamasından kaynaklanmaktadır. Çünkü daha önce yalan, “dürüst bir ikiyüzlülük” içinde, kendini bir doğruymuş gibi sunardı. Oysa artık bambaşka bir kostümle karşımızdadır.
1) İddia biçiminde görünmek yerine, yalın kelimeler biçiminde görünür. Bu kelimeler görünüşte hiçbir şey söylemiyor gibidir ama içlerinde gizlice aldatıcı bir yüklem barındırırlar. Örnek: “Atom silahı” terimi, onun bir silah olarak sınıflandırılabileceği inancını doğurur. Bu, başlı başına bir iddiadır ve dolayısıyla bir yalandır.[7]
2) Sahte iddialar biçiminde değil, çarpıtılmış gerçeklik biçiminde ortaya çıkar. Örnek: Bir eylem “iş” kılığına büründüğünde, onun eylem niteliği görünmez hâle gelir—öyle ki, eylemi gerçekleştiren kişi bile artık ne yaptığını fark etmez. Ve böylece çalışan kişi, görevini titizlikle yerine getirse bile, vicdanını yitirme hakkına temiz bir vicdanla sahip olur.
3) Sahte iddialar biçiminde değil, nesnelerin kendisi biçiminde ortaya çıkar. Önceki örnekte hâlâ eyleyen bir insan vardır; sadece yaptığı şeyi yanlış yorumlamaktadır. Ama artık bu asgari düzey bile ortadan kalkabilir—ve bu, yalanın en büyük zaferidir ve zaten çoktan başlamıştır. Çünkü son on yılda, eylem (elbette insan eylemiyle) insanın alanından çıkmış, makinelerin ve araçların alanına geçmiştir. Bu nesneler, adeta birer “bedenleşmiş” ya da “nesneleşmiş eylem” hâline gelmiştir. Örnek: Atom bombası, sadece varlığıyla bile kesintisiz bir şantajdır—ve bu şantajın bir eylem olarak sınıflandırılması gerektiği tartışmasızdır. Faaliyetlerimizi ve sorumluluklarımızı ürettiklerimizin sistemine devrettiğimiz için, ellerimizin temiz kaldığına, “namuslu insanlar” olduğumuza inanıyoruz. Ama elbette bu sorumluluktan feragat etmek, aslında sorumsuzluğun zirvesidir.
İşte durumumuzun saçmalığı burada yatar: En canavarca eyleme, yani dünyayı yok etme kapasitesine ulaşmış olduğumuz anda, “eylemler” ortadan kalkmış görünür. Çünkü ürünlerimizin yalnızca varlığı bile bir eylemse, ürünlerin nasıl kullanılacağına ilişkin o sıradan soru (örneğin, caydırıcılık amacıyla mı kullanılmalı?) neredeyse düzenbazlıktır. Çünkü bu tür sorular, bu ürünlerin zaten varlıklarıyla eylemde bulundukları gerçeğini örtbas eder.
20.Şeyleşme Değil, Sözde-Şahsiyetleşme: Bu olguyu Marxçı “reifikasyon” (şeyleşme) kavramıyla açıklamak yeterli değildir. Çünkü şeyleşme, sadece insanın bir nesne işlevine indirgenmesini tanımlar. Oysa burada vurguladığımız şey şudur: İnsanın şeyleşmesi yoluyla elinden alınan nitelikler ve işlevler, artık ürünlerin kendisine geçmektedir—ve bu ürünler sözde-kişilikler hâline gelmektedir. Çünkü yalnızca varlıklarıyla bile eylemde bulunmaktadırlar. Bu ikinci olgu, felsefe tarafından göz ardı edilmiştir. Ama bu sürecin her iki yüzünü görmeden, içinde bulunduğumuz durumu anlamak imkânsızdır.
21.Sözde-Kişilerin Düsturları: Bu sözde-kişilerin kendi katı ilkeleri vardır. Örneğin “atom silahlarının” ilkesi saf nihilizmdir, çünkü konuşabilselerdi şöyle derlerdi: “Neyi yok edersek edelim, bizim için hepsi aynıdır.” Onlarda nihilizm zirveye ulaşmış, çıplak bir “imhacılığa” dönüşmüştür[8].
Eylem insanın elinden işe ve ürüne kaydığına göre, bugün vicdan muhasebesi yalnızca kalbimizin sesini dinlemekle yetinemez. Vicdanımızı yoklamak istiyorsak, ürünlerimizin sessiz sesini dinlemek çok daha önemlidir—yani bu “kaydırma” tersine çevrilmeli ve iptal edilmelidir. Bu yüzden, günümüzün buyruğu şudur: Yalnızca, içsel düsturları kendi düsturun haline getirebileceğin ve bu yolla genel bir yasa hâline getirebileceğin şeylere sahip ol ve onları kullan.
22.Nefretin Dehşet Verici Bir Şekilde Ortadan Kaldırılması: Eğer (bkz. madde 18) eylem sahnesi ile acı çekme sahnesi birbirinden kopmuşsa—eğer acı, eylemin gerçekleştiği yerde yaşanmıyorsa, eylem görünür bir etkiden yoksunsa, acı ise tanımlanabilir bir nedenden yoksunsa—nefret ortadan kalkar, ama son derece yanıltıcı bir biçimde.
Atom savaşı, şimdiye dek gerçekleşmiş herhangi bir savaştan daha az nefretle yürütülecektir: saldırganlar ve kurbanlar birbirlerini görmeyeceklerinden birbirlerinden nefret etmeyeceklerdir. Bu nefretin kayboluşu kadar dehşet verici başka bir şey olamaz; ki bunun barış ya da sevgiyle hiçbir ilgisi yoktur. Dikkat çekicidir ki, Hiroşima kurbanları, acılarının failini nadiren ve az nefretle anmaktadır. Ama bu durum, bir sonraki savaşta nefretin rol oynamayacağı anlamına gelmez: psikolojik savaş için gerekli görüldüğünden, nefret üretimi kuşkusuz örgütlenecektir. Bu yoz çağın “Moral” diye adlandırılan ihtiyacını karşılamak için, tanımlanabilir ve görünür nefret nesneleri sahnelenecek, gerekirse uydurulacaktır, yani her türden “Yahudiler.” Nefret ancak nefret edilen kişi görünürse ve nefreti besleyen kişi onu eline geçirebilirse yeşerdiğinden, günah keçileri de yerel sahneden seçilecektir. Bu üretilmiş nefretin hedefleri ile askeri saldırıların hedefleri tamamen farklı olacağından, bu savaş zihniyeti gerçekten şizofrenik bir hâl alacaktır.
BU SÖZLERİ, gerçekleşmesinler diye yayımlıyorum. Eğer felaketin güçlü olasılığını inatla aklımızda tutmaz ve buna göre hareket etmezsek, bir çıkış yolu bulamayız. Haklı çıkmaktan daha korkunç bir şey yoktur. Ve eğer bazıları, bu kasvetli olasılık karşısında felç olmuş ve cesaretlerini yitirmişse, yine de insan sevgilerini şu alaycı düstura kulak vererek kanıtlayabilirler: “Umut etme hakkımız varmış gibi çalışmaya devam edelim. Umutsuzluğumuz umurumuzda değil.”
Burak Yılmaz çevirdi Koray Kırmızısakal son okumasını yaptı.
[1] 1959 Şubat ayında Berlin Özgür Üniversitesi’nde Günther Anders “Atom Çağının Ahlaki Sonuçları” üzerine iki günlük bir seminer düzenledi. Seminerin sonunda öğrenciler, tartışmalarını sürdürmek için temel alabilecekleri kısa bir metin talep ettiler. Anders bu “tezleri” dikte etti; bu metin daha sonra Berliner Hefte (1960), 16-22 sayfalarında “Atom Çağına Dair Tezler” başlığıyla yayımlandı.
[2] Bu ifade, Robert Jungk’un Die Zukunft hat schon begonnen (Gelecek Zaten Başladı) adlı kitabının başlığından alınmıştır.
[3] Bu kategorinin ayrıntılı açıklaması, yazarın Die Antiquiertheit des Menschen adlı eserinin 3. baskısında (Münih: C. H. Beck, 1961), 21-95. sayfalar arasında verilmiştir.
[4] Alışılagelmiş perspektif kurallarına göre çizilmiş normal resimler karşısında kendimizi huzursuz hissetmemize şaşmamalı. Kelimenin sıradan anlamıyla gerçekçi olsalar da günümüz dünyasının sınırsız ufkunu görmezden geldikleri için aslında tamamen gerçek dışıdırlar.
[5] Uğruna çabalamamız gereken şey Roosevelt’in “Korkudan Özgürleşme”si değil, “Korkabilme Özgürlüğü”dür.
[6] Bkz. Burning Conscience: The Case of the Hiroshima Pilot, Claude Eatherly, Told in His Letters to Günther Anders (New York: Monthly Review, 1962).
[7] Atom bombasının neden bir silah olarak sınıflandırılamayacağına dair bir tartışma için bkz. yazarın Die Antiquiertheit des Menschen, s. 247 vd.; Der Mann auf der Brücke (Münih: C. H. Beck, 1959), s. 95 vd.; ve Off limits für das Gewissen (Rowohlt, 1961), s. 30 (İngilizce baskı: Londra: Weidenfeld and Nicolson, 1962, s. 15). Ana argüman şudur: Bir silah bir araçtır. Araçlar, amaçları içinde eriyerek tanımlanır; amaçlar ise araçları aşarak hayatta kalmalarıyla tanımlanır. Bu, atom silahlarına uygulanamaz; çünkü bu silahların kullanımından sağ çıkabilecek bir amaç yoktur ve böylesine saçma bir aracı meşrulaştırabilecek hiçbir amaç tasavvur edilemez.
[8] Bu nihilizmin zirvesi bile aşılmıştır; zira nötron bombasının mantığı şöyle işler: “Kimi yok edersek edelim, bizim için fark etmez. Ancak nesnelerin dünyası kutsaldır ve öyle kalmalıdır. Ürünler başka ürünleri öldürmemelidir.” Gerçekte bu, şimdiye dek var olmuş en radikal ahlaki ilke yozlaşmasıdır.