Kabul etmeliyiz ki “yalnızlık” hakkında fikir yürütmek pek de “seksi” bir şey değil.
İyi bir yaşam sürmenin ya da “mutlu olmanın” kişisel yükümlülük gibi hissedildiği günümüzde bu özellikle doğrudur. İki kişilik yaşam formlarından gülücüklü fotoğraflar paylaşmanın günlük ayine dönüştüğü bu tuhaf kültürel iklimde “yalnızlık”, kimsenin konuşmaya pek de hevesli olmadığı bir konudur. [1]
Hatta edebiyatın kimi örneklerinde konu bir de “sıradan insanlara”, yoksullara, ezilmişlere geldiğinde yalnızlıklardan, duygulardan, incelmiş duyarlılıklardan hiç bahsedilmez, “dürtülerini doyurmaya çalışan” yığınlar vardır burada.[2] Yoksullar, yalnızca açlığını gidermeye çalışan insanlardır. Yoksullar “bir başına” kalır, “yalnızlık” varsıllara, aydınlara, burjuvalara aittir. Ondan seçkinci bir erdem çıkarmak da yalnızlığı türlü tılsımlarla kaplayıp teselli bulmaya çalışmak da yoksulların işi değildir.
Özne tahayyülündeki bu eksikliğin, sakatlanmışlığın bizi hakikatten uzak tuttuğunu düşünüyorum. Bu nedenle bu yazıda Seray Şahiner’in yoksul, emekçi, yalnızlık çeken, içi duygu ile doldurulup “insan kılınmış” kadınlarından bahsetmek istiyorum.
Elbette Şahiner’in eserlerine dönük pek çok okuma yapılabilir. Ancak özellikle “yalnızlık” temasının izlerini bir dip akıntı gibi öykü ve romanlarda izlemek mümkündür. Burada “yalnızlığı”, soyut bir bireyin varoluşsal sancısı gibi duyumsamayız. Yalnızlığın sadece yalnızlık olmadığını, kadınlar tarafından türlü anlam katmanlarıyla yaşandığını görürüz.
Şahiner’in Kul adlı romanında, kocası tarafından terkedilmiş temizlik işçisi Mercan’ı yalnızlığı ile tanırız. Mercan, ot içen, işsiz ve tüm gününü evde pinekleyerek geçiren kocasının gidişiyle yaşamında oluşan boşluğu bir türlü dolduramaz. Her gün üç apartman silip, merdiven ovalasa da ona acı veren şey, sevmediği kocasının yokluğudur. Yukarı katlardan “Mercan hanım” diye bağıranların bitmeyen istekleri değildir canını sıkan, evdeki sessizliktir.
Mercan’a göre “her eve bir nefes lazımdır”, o “nefes” ot içip içip karısına “tatlı yap” diye buyruklar veren bir nefes de olsa öyledir. Kadınların yalnızca bakım vererek, dişi kuş olarak, yuva kurarak anlam ve saygınlık kazandığı bir dünyada yalnızlık aslında kocasızlıktan başka bir şey değildir.
“Sinek kadar kocam olsun başımda bulunsun” düzenidir bu, “maşa kadar kocası olanın paşa kadar hükmü olur” düzeni.
Kadınlar için “yalnızlığın”, çeşitli damgalamalarla “acı verici bir deneyime” dönüşmesi kaçınılmazdır. Erkek egemen bir dünyada, kadının kocasız, erkeksiz, partnersiz, sevgilisiz olması; erkeğin onayından, takdirinden, beğenisinden, himayesinden, sahiplenmesinden(!) yoksun oluşu kusurdan başka bir şey değildir.
Bu öyle bir kusurdur ki kadının “başına vurur”; kadını gülünç ve utanmaz, sinirli ve huysuz yapar. Nihayet “erkeksizliğin” kusur olduğu yerde “sinek kadar kocaların” başta tutulması da berbat sevgililerin günaşırı Instagram’da sunulması da ataerkinin olağan işleyişine dahil olur.
“Kocası gittikten sonra, oh azıcık aşım kaygısız başım diyemezdi Mercan. Zira Mercan’a göre dünyada başı kaygıdan kurtarmayan iki şey varsa; biri aşın azıcık olması, diğeri başın bir başına olmasıydı” [3]
Hanımların Dikkatine (2011) isimli öykü kitabında “daha modern” ilişkilerdeki çeşitli yalnızlıkları görürüz. Örneğin Mehmet’in iki sevgilisinden biri olan Sibel, mevcut yarım-başarısını, “ikinci kadın” oluşunu sorgulamaya çalışır.
“Artık normal olacağım! Hayat da her istediğimi verecek. Vakur davranmayı, bir anda parlamamayı öğreneceğim. Erkeklerin yanında huzur bulduğu ama bir o kadar da enteresan yanları olan, esprili bir kadın.”[4]
Ayşe ve Sibel, Mehmet’in iki sevgilisi de yeterince iyi, güzel, fedakar, sakin, huzurlu ama heyecan da veren olmadıkları için aldatıldığını düşünür. “Sevilmeyen o kadının” sanıldığı kadar yalnız olmadığını gülümseyerek hissederiz.
Şahiner’in öykülerindeki “yalnızlıkta” daha ince bir dokunuş da vardır; “azıcık olan aş” ile “bir başına kalan baş” iç içe geçer, kadının yalnızlığı sınıf kompleksine bulanır, yoksulluk bir yalnızlık biçimi gibi hissedilir. Bu nedenle Sibel, yalnızca “itaatkar bir kadın” olmaya çalışmaz, Mehmet gelecek diye evi toparlarken, banyodaki İpek marka şampuanı dolabın arkasına saklar, camsilden üç kat ucuz Pırıltemi başka bir yerlere tıkıştırır…
Ezileni zayıf düşürmek, onun moralini bozmak, kavga edecek şevkini baştan kırmak isteyen bir yalnızlaşma bu; “sinek kadar kocaları”, işe yaramaz sevgilileri baş tacı eden bir yalnızlaşma…
Şahiner’in öyküleri türlü kılıklara girip tanınmaz hale gelmiş tüm bu “yalnızlıklara” derin bir bakış vaat ediyor.
Bu yazı 19 Temmuz 2022 tarihinde İleri Haber sitesinde yayınlanmıştır.
[1] Elbette yalnızlığı, atıldığı kör kuyulardan çıkarmak isteyenler de olmuştur. Onun bu kez bir anti-kahraman gibi yüceltilmesidir gündemdeki; bireyci, varoluşçu, bunalımcı, akıldışıyı estetize eden bir yüceltme. Sadece bu değil kuşkusuz. Nitekim bir uçta varoluşçuluk varsa, diğer uçta Hegel mirasıyla Marx ve yabacılaşma teorisi vardır. Niyetim buralara girmek değil.
[2] Bir yoruma göre, “Ağaoğlu öykü serüveninin ilk dönemlerinde, öykülerini sosyalist dünya görüşünün temel argümanlarına yaslarken, seksenlerde/doksanlarda bu akımın gözden düşüşüyle birlikte, bireyin, kadınsallığın yüceltildiği bir temayı öyküsüne taşımıştır. Bu yüzden dönemin kadın yazarlarında görülen o temel çelişki (devrimci tutum ve burjuva duyarlığı arasında yaşanan çelişkiler) onun öykülerinde de gözlenir. Çünkü onun incelmiş duyarlıkları yoksullarda, işçilerde yoktur. O inandığı dava adına yoksulların yanında yer almak istese de bireysel seçim olarak burjuva duyarlığını benimsemiştir.”
https://edebiyatburada.com/gamze-guller-yazdi-kadin-eli-degmis-gibi/
[3] Kul, Seray Şahiner (2017), Can Yayınları, s.14,
[4] Hanımların Dikkatine, Seray Şahiner (2019), Everest Yayınları, s.48