Germaine Dulac, insan zihninin ve ruhunun iç işleyişini ifade edecek “saf” bir sinema yaratmak için olağanüstü bir enerji ve tutkuyla çalıştı. 1882’de Fransa’da doğdu, sinemaya olan sevgisi, sanatın kendisi henüz emekleme aşamasındayken gelişti ve sinemanın olgunlaştıkça alacağı yön konusunda ateşli umutları vardı. Edebiyat ya da tiyatrodan ayrı bir sinemaya inanıyordu; harekete ve montaja odaklanarak potansiyel gücünün tamamına ulaşacak ve anlatının kısıtlamalarıyla sınırlanmayacak bir sinemaya.
Film çekmeye 1915’te başladı ve yaklaşık yirmi yıl boyunca çalışmaya devam ederek sinemanın evrimini şekillendirdi. İlk filmleri ticari ve anlatısaldı, kendisinin ya da başkalarının yazdığı romanlara ya da senaryolara dayanan seri öykülerdi, ancak ilk filmlerinden itibaren dramatik aksiyon ya da öyküden çok filmlerin müzikalitesiyle, izleyicinin duygularıyla oynayan ritim ve atmosfer yaratma kabiliyetine odaklandı. Kariyeri ilerledikçe filmleri giderek daha soyut ve rüya benzeri bir hal aldı. Bir anlamda alternatif “aksiyon filmi” tanımı geliştirdi.
Film teknolojisini, “görüntüler aracılığıyla algılanabilir hale getirilen ve hareketle birleştirilen bir iç yaşam” yaratmak için kullandı. “İşte sinemanın tüm sanatı budur. Hareket, iç yaşam, bu terimler birbiriyle uyumsuz değildir. Tepkileriyle, çoklu izlenimleriyle, yükselmeleriyle, rüyalarıyla, anılarıyla ruhun yaşamından daha aktif olan nedir?” Ayrıca “… görüntülerin ritmi, süreleri, dramatik ya da duygusal yoğunlukları ile uyumlu, karakterlerimin ruhlarından çıkan tatlılığı ya da şiddeti takip eden” bir ruhani yaşamı ifade etmeye çalıştı.
Dulac, 1922 tarihli filmi The Smiling Madame Beudet‘de sevgisiz bir evliliğe hapsolmuş bir ev kadınının hikâyesini anlatır; mutsuz gerçekliğinden, zengin ve canlı bir fantezi hayatıyla kaçan bir kadındır. Onun düşsel dünyasını güzel sekanslarda gösterir Dulac; hepimizin içinde var olan ve dış koşullarımız ne olursa olsun her an başvurabileceğimiz zengin yaratıcı dünyayı gözler önüne serer. İnsanların hem imgelerin dilini hem de imgeler için bir dil geliştirmeye çalıştıkları dönemde, film ve fotoğrafçılığın ilk günlerinde yer alan pek çok kadının gerçeküstücülüğe ilgi duyması benim açımdan büyüleyici. Belki de bu, “gerçek” dünyanın erkekler tarafından tasarlandığı ve kontrol edildiği olgusuna bir yanıttı. Kendi özel vizyonlarını kullanarak dünyalar yaratmanın ya da şekillendirmenin bir yoluydu.
Bu dönem filmlerini çok seviyorum; çok yeni, bilinmeyen ve umut dolu zamanlardı. İnsanların filmler hakkında yazmalarını, filmler hakkında düşünmelerini ve filmler hakkında böylesi bir tutku ve aciliyetle konuşmalarını seviyorum. Onlar için yeni mecralarının büyülü olanaklarını heba etmemek, bayatlamasına ya da sıkıcılaşmasına neden olacak yanlış bir yöne sapmasına izin vermemek çok önemliydi. Acaba bugün Hollywood ve Oscar ödülleriyle sembolleşen çok sinik, şişirilmiş ve para odaklı görünen sinema endüstrisine dair ne hissederlerdi?
Dulac, kariyerinin ilerleyen dönemlerinde Fransız filmlerini Hollywood’la ilişkilendirerek ele alan bir makale yazacaktı ama bence bu, sistemin dışında yapılan her filme kolayca uygulanabilir; bağımsız filmlere, amatör filmlere, hatta -ve aslında filmin ötesinde sanatta ya da hayatımızda kendimizi yaratıcı bir şekilde ifade etmeye yönelik her türlü çabaya uygulanabilir.
“Kendimize inancımız olmayabilir, sorunumuzun nedeni tam da budur. Şu sözde bayağı duygumuz… bizi iyi niteliklerimizi geliştirmek yerine hatalarımızı düzelterek mükemmelliği aramaya yöneltiyor… Kendi içimizde aramak yerine, güvenimizi kaybettiğimiz için, başkalarının başarılarına bakıyoruz… İnanıyorum ki, kendi şarkımızı sessizce dinlemenin, kendi kişisel vizyonumuzu ifade etmeye çalışmanın, kendi duyarlılığımızı tanımlamanın, kendi yolumuzu çizmenin zamanının geldi. Bakmayı öğrenelim, görmeyi öğrenelim, hissetmeyi öğrenelim.”
Magpiesmagazine‘den Nalan Kurunç çevirdi. Koray Kırmızısakal redakte etti.