Etrafımızı sarmış gibi görünen gündelik vahşet nasıl anlamlandırılabilir? Balibar’ın Violence and Civility [Şiddet ve Medenilik] metni bu soruna getirilen bir tür çözüm önerisi olarak görülebilir. Balibar’ın çözümü üç hamle ile çerçevelenmiştir. İlk olarak, dönüştürülemez şiddeti zulüm olarak adlandırır, bu isim bir aşırılığa ya da Balibar’ın deyimiyle dönüştürülemez şiddet biçimine işaret eder; bu, herhangi bir ilerleme eğrisine, hatta aklın kurnazlığına dahi yerleştirilemeyen şiddettir. İkinci olarak zulüm; doğal afetlere, savaşlara veya piyasanın etkilerine maruz bırakılan kitlelerin yaşadığı şiddetten, ultra-nesnel şiddetten ayrı bir yere koyulur. Bu, yüzü ya da adı olmayan bir şiddettir. Ultra-nesnel şiddet, ultra-öznel şiddetin acımasızlığıyla karşıtlık içindedir; bu şiddet bir yüz ve isme sahip olmakla kalmaz, çoğu zaman belirli bir grubu hedef alır. Üçüncü ve en önemli nokta ise benzer isimler altında tek biçimli kılınan ancak farklılaşan bu iki şiddet biçimi arasındaki ilişkidir. Balibar’ın deyişiyle:
“Zulüm kelimesini kullanmamızın temel nedenlerinden biri sadece aşırılığı çağrıştırması değil… Aynı zamanda iki biçim arasındaki ilişkinin müphemliğinin, üst üste binmenin ve ‘mantıksal’ heterojenliğin kendini derhal belirgin kılan bir terime bizi muhtaç kıldığı gerçeğidir. Zulüm ‘fazlasıyla insani’ mi yoksa ‘insanlık dışı’ mı, şahsi mi yoksa gayri şahsi mi, bir ‘yüz’e sahip mi değil mi sorularını asla cevaplandıramayacağımız için bu müphemlik zulüm fikrine her daim musallat olur. Ultra-nesnel ve ultra-öznel şiddet biçimlerinin ne kavramsal ne de pratik olarak birleştirilebileceğini ve bu anlamda hiçbirinin diğerinin nedeni ya da nihai nedeni, ‘son kertede belirleyicisi’ olmadığını savunmak zorunda olduğumuza inansam da tarihsel deneyimimizdeki bir dizi olgunun, özellikle de ırkçılığın, dönüştürülemez bir şiddetin baş göstermesiyle çakıştığında, iki biçimi üst üste bindirdiğini ya da ikisi arasında dolaştığını kabul etmeliyiz.”
Başka bir yerde de belirttiğim gibi, Balibar’ın çağdaş Marksist (ve hatta diyalektik) düşünceye kendine özgü katkısı, Althusser’in “nihai durum”unun yerine “öteki sahne”yi koyması; ekonomik mücadelelerin yerine siyasi mücadeleleri, siyasi mücadelelerin yerine de ekonomik mücadeleleri yerleştirmesidir. Balibar’ın iki zulüm manzarasına ilişkin önerdiği şey de benzer ancak belirli yönlerden farklıdır. Balibar, Lacan’ın kullandığı Möbius şeridine başvurur; bu şeritte, biraz basitleştirmek gerekirse, arzu nesnesi gerçekliğin, gerçeklik de arzu nesnesinin üzerinden geçer. (Bu noktada Lacan’a başvurmaya pek de istekli olmadığımı belirtmeliyim. Bana öyle geliyor ki Ethics’in [Etik] İkinci Bölümünün ünlü Yedinci Önermesi de benzer bir fikirler ve şeyler yapısı sunuyor). Tekrardan Balibar’a dönelim:
“Daha önce ortaya atılan soruna dönecek olursak, Möbius şeridinin ‘ultra-öznel’ şiddetin (kimlik saplantısı tarafından yönetilen ya da bu saplantıyı ‘gerçeğin içine’ sokan) tezahürlerinin ya da fenomenlerinin her an ‘ultra-nesnel’ şiddetin (insanların işe yaramaz ve değersiz statüsüne indirgenmesinden kaynaklanan) tezahürlerine dönüşebileceği – elbette tam tersi bir dönüşüm de mümkündür – fikrini göstermenin bir yolunu sunduğunu öne sürmek istiyorum. Buna karşın ‘ultra-öznel’ ve ‘ultra-nesnel’ temelde heterojen iki ayrı şiddet biçimi olmaya devam eder. Her biri kendi adına egemenliğin ve metalaşmanın aşırılığını (ya da toplulukların oluşumunun tersine çevrilmesini ve ticaret ile meta mübadelesinin genelleştirilmesini) yansıttığı, belki de her biri diğerini sürekli olarak üst belirlediği için ‘dönüştürülemez’dir.”
Bu konferansların üzerinden yirmi yıl geçtiğini, Balibar’ın düşüncesinin nihai olmayan keşif olduğunu ve bu ilişkiye dair son sözün henüz söylenmediğini belirtmek gerekir. Tüm bunlara rağmen Möbiüs şeridi fikrinin eksik de olsa provokatif olduğunu düşünüyorum. Bu provokasyon üzerine düşünebilmek için iki örnek üzerinden bir çerçeve çizmek istiyorum. İlk örneğin, bu konuda üzgünüm ama, Donald Trump. Bugün Trump hakkında yazılanların çoğu, faşizmle ilgili etrafı velveleye veren uyarılar ile Trump’ın göçmenlik, savaş vb. konularda siyaset düzeyinde izlediği politikaların çoğunun aslında geçmiş politikaların devamı olduğunu hatırlatan ağırbaşlı hatırlatmalar arasında bölünmüş durumda. Aynı ultra-nesnel şiddet devam ediyor. Ya da daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak, Trump sık sık şiddetin nesnel tarafından öznel tarafına geçerek şeridin diğer tarafına geçiyor. Porto Riko ve FEMA’nın [Federal Acil Durum Yönetim Kurumu] maliyeti, borcu ve sınırlarıyla ilgili yaptığı bir dizi açıklama bunun bir örneği. Porto Riko’nun diğer başkanlar döneminde de yetersiz hizmet ve yardım almış olması oldukça olasıdır ve Trump’ın açıklamaları bir anlamda sadece lojistik ve bütçelerin nesnel koşullarını açıkça belirtmektedir. Ancak Trump’ın eklediği şey, bu nesnel koşullara “öznel bir yorum” getirerek onları ırkçı mantık ve fantezilere uydurmaktır.
Balibar’ın ortaya koyduğu şekliyle ırkçılık, her zaman her iki şiddet biçiminin ve bunlara karşılık gelen fantezilerin kesişme noktasıdır: Biri bireyleri sayılara, nüfusa ve şeylere indirger, diğeri ise bireyleri ve grupları öznelleştirir ve her eylemin altında bir niyet arar. Elbette ultra-nesnel şiddet, en azından yakın tarihte, bir dizi birleştirme ve çarpıtmaya maruz kalmıştır. Sömürü, tahakküm ve dışlamanın ultra-nesnel mantığı hala yürürlükte, buna karşın bir fantezi veya ideoloji takviyesi aldığı ölçüde nesnel koşulların ideolojisi haline geldi. Irkçılık, yoksulluk vb. dünyanın kuralı denilerek bilfiil doğallaştırıldı. Trump ya da onun seçilmesine yol açan güçler, bu nesnel koşulları kötü adamların, orospu çocuklarının ve her iki taraftaki kötü insanların doldurduğu öznel bir alana yerleştirerek şeridi tersine çevirdi.
Bu öznel aşırılıkların eleştirilmesi gerektiği kadar, bunların nesnel şiddetin daha görünmez biçimleriyle bağlantıları olduğunu da gözden kaçırmamak önemlidir. Balibar’ın yazdığı gibi “Şiddet karşıtlığını politik bir buluş olarak düşünmek son kertede ultra-öznelliğin ultra-nesnelliğe yaklaştığı bir noktada pozisyon almaktır.” Şiddet eleştirileri, gündelik hayattaki şiddeti algılayamadıkları ve açık hale getiremedikleri sürece mevcut toplumsal düzenin tepkisel ayinlerine dönüşme riskiyle karşı karşıyadır. Dolayısıyla Marx’ın böylesi bir girişim için önemi büyüktür. Balibar şiddet teorilerinde Marx’ın önemine ilişkin cesur bir iddiada bulunur: “Bununla birlikte, Marx’tan önce yapısal şiddet teorisi yoktu çünkü tahakkümü keyfi güçlerin ya da dışsal bir kötü niyetin eyleminin değil, kendi çelişkilerinin ya da ona içkin çatışmanın sonucunda ‘yeniden üretilebilen’ bir yapının unsuru olarak kabul eden bir teori yoktu.”
“Manşetlerden koparılmış” başka bir örnek vermek gerekirse, Harvey Weinstein haberleri, ne yazık ki daha olağan ve aşina olduğumuz bir olay olsa da başka bir ultra-öznel zulüm örneğine parmak basıyor. Bununla birlikte bu olaydaki şiddete ancak emek ilişkisinin barındırdığı genel şiddet ve daha özel olarak cinsiyetçiliğin yapısal şiddeti, özellikle de cinsiyetçiliğin Hollywood’un bir parçası olarak anlaşılırsa karşı çıkılabilir, ancak bu şekilde anlaşılır hale gelebilir.
Bu, menfur bireylerin eylemlerini ve sözlerini göz ardı etmek değildir; bu bireyler şiddetin sürdürülmesi ve tırmandırılmasına hizmet eden yoğun düğüm noktalarıdır ancak bu eylemlerin yapısal koşullarını görmek gerekir. Bireyler sadece ahlaki kınamaların nesnesi olabilir, yapısal koşullar ise siyasi dönüşümlerin nesnesi.
29/10/2017 Tarihinde Eklenen Son Not
Yazı yayınlandıktan sonra aklıma, üzerinde ultra-nesnel ve ultra-öznel şiddetin gezindiği Möbius şeridine temelde farklı bir açıdan, korku filmleri açısından da yaklaşılabileceği geldi. Bu aslında zombi filmleri ya da daha spesifik olarak 28 serisinin para-zombi filmleri hakkında daha önce yazdığım bir şey. Bu noktada, birçok korku filminin ultra-nesnel ve ultra-öznel şiddetin bir kombinasyonuna sahip olduğunu söylemek isterim. Birkaç örnek vermek gerekirse, Alien’da Nostromo’nun sömürgeciliğinin nesnel durumu, şirketin feda edebilecekleri, kötücül xenomorph [yaratık] ile kesişir; ya da Jaws örneğinde köpekbalığının saldırılarıyla küçük adanın ekonomik sebeplerle turizm sezonunu geçirme zorunluluğu daima karşı karşıya gelir. Ayrıca Alien filminde şiddetin Möbius şeridini aştığını, şirketin yaratıktan daha korkutucu hale geldiğini, zira niyetinin daha düşmanca olduğunu da eklemek isterim. Jaws’ın devam filmlerinin başarısız olmasının nedeni de budur; insanları suda tutmak için bir neden, bir gerekçe yoktur. Filmler, intikam için Bahamalar’a yüzen bir köpekbalığı da olmak üzere insanları köpekbalığıyla temas ettirmek için daha da saçma nedenler bulur (Jaws sonrası filmlerin gülünç boyutlara taşıdığı bir şey). Sonuç olarak, korku her ne kadar ultra-öznel şiddetle; canavarların, acımasız kimselerin, iblislerin acımasızlığıyla ilgili gibi görünse de en korkunç halini çağdaş yaşamın ultra-nesnel şiddetine dönüştüğünde alır.
Jason Read’in bu yazısını Yusuf Enes Karataş çevirdi.