En son yine burada paylaştığım yazıda, neoliberal çalışma kültürüne karşı çıkarak toplumsal ve maddi dünya ile insan psikolojisi arasında bir sınır olmadığını göstermeye çalışmıştım. Şimdiyse somut gerçekler üzerine inşa edilmesi beklenen Politikanın, öznel olması beklenen duygularımızla bağlantısının işlendiği güzel bir örnekten sohbet açmak istiyorum.
Yakınlarda Hannah Proctor’un, Sarah Jaffe[1] ile son çıkan kitabını (Burnout: The Emotional Experience of Political Defeat[2]) tartıştığı çevrimiçi bir oturuma katıldım. Proctor kitabında depresyon, yas, tükenmişlik gibi duygusal çöküntülerin izlerini muhtelif siyasi direnişlere katılmış olan kişilerin deneyimlerinden yola çıkarak ele almış ve Sol politikada eksikliğinden dem vurulan duyguların, hareketlerin ve politik failliğin aslında ne kadar büyük bir parçası olduğunu hatırlatmak istemiş. Tartışma götürmez olması gereken bir şey, Sol alan yazınında yine Sol pratiğe karşı bir eleştiri olarak dile getiriliyor. Maddi ve reel olay ve olgulara dayandırılan politik aksiyonun öznel olandan apayrıymışçasına ele alınmasına yönelik eleştiriler halen yaygın olacak ki, bu tarz kitaplar yazılmaya devam ediliyor.
Jacobin’de 2022 yılında yayınlanan bir yazıda Sol politikaya karşı buna benzer, örtük bir uyarıya rastlanıyor. Ruh sağlığını önemsemeyen ve hatta anti-psikiyatri hareketine haddinden fazla meyleden bir Sol politikanın Thatcher / Reagan neoliberalizmine yakınlaşacağı uyarısı, gören gözler için satır aralarında okunabiliyor. 1980’lerde ruh sağlığı kliniklerinin kapatılmaya başladığını hatırlayalım; böylece iyi halimiz için gereken bakım, çekirdek ailenin (kadın üyelerinin) omzuna yüklenip en sonunda da kendi sorumluluğumuz haline getirildi. Yani ruh halimiz, duygularımız, zorlanmalarımız öznel olduğu düşünüldüğü ölçüde hem kolektifin hem devletin politikasından dışlanma eğilimi gösteriyor.
-Yüksek lisans tezimde bir siyasi işgal eylemi üzerinden eylem çerçevelendirme ve grup içi kimlikleri çalışmıştım. Yörüngem hep sosyal etkileşim olsa da duyguların, hareketin parçası olma ve hareketten ilişiği kesme üzerinde ne kadar etkili olduğunu görmemem, duymamam mümkün değildi. Bu yüzden başta sosyolog James Jasper olmak üzere, kolektif eylemleri duygulanım çerçevesinde ele alan birçok kaynağa yönelmek durumunda kalmıştım. Aktivizmin duygusal bir emek olduğu çıktısı görmezden gelinemezdi. Ama bunu derken hiç de o kadar öznel bir şeyden bahsetmiyorum aslında. Yani duygular eğer bir motivasyon veya sebepse ya yaratıcı faktörlerden ya da hareketin içindeki etkileşimden bahsediyor oluyoruz.-
Oturumun sonunda Proctor ve Jaffe’nin yanıtladıkları sorulardan birisi de bana aitti: İkisine de araştırmaları sırasında herhangi bir örgütün veya hareketin herhangi bir oluşumunda sadece psikolojik destek ile ilgilenen bir grupla karşılaşıp karşılaşmadıklarını sordum. Proctor cevap olarak Doğu Londra’da 70’lerin ortasında oluşturulan Kızıl Terapi’nin [Red Therapy] iyi bir örnek olduğunu söyledi. Ben de biraz araştırdım. Bu yazıda hem bu oluşumu kısaca anlatmak hem onların yazılarından bir kısmını çevirmek hem de tartışmayı genişletmek istiyorum.
70’lerin başına, İngiltere’de Londra’nın doğusuna gidiyoruz. İşçi sınıfının ağırlıklı olduğu, liman ticaretinin başat noktalarından, Ford gibi sanayi devlerinin ve küçük fabrikaların merkezi ve sendikaların seslerinin güçlü çıktığı bir bölge ve zaman. Tam bu zamanda farklı yerlerden bir grup aktivist bu bölgeye gelip 1973 yılında “East London Big Flame” adında bir grup oluşturuyorlar. Kafalarında, Beyaz-erkek-orta sınıfın elit zümre zihniyetinin köhneleştirdiğini iddia ettikleri Sol politikanın bir alternatifini kurmak var. Gündelik hayatın politikasına (bunun içine artan ev kiralarından çocuk bakımına, cinsiyetçilikten sağlık politikalarına her şeyi dahil ediyorlar) değinmeden kapitalizme direnmenin boş laftan ibaret olduğunu savunan bu grup; Doğu Londra’nın gitgide sanayisizleşeceğini, sendikaların gücünü kaybedeceğini, otomasyonun hızla işçilerin yerini alacağını öngörüp gidişata ayak uydurmak için gündelik şeylerin aktivizmini yapmaya başlamak gerektiğini iddia ediyorlar ve yeni toplumsal hareketlerin örgütlenme biçimlerinden, Yeni Sol’un feminist teorilerinden beslenen bir yol çizmeye karar veriyorlar. Erkek fabrika işçisini merkezinde tutan geleneksel sendikal aktivitenin aksine az gelirli ya da hiç çalışmayan kadın, yaşlı ve çocukların, engellilerin, göçmenlerin sosyal hizmetlerden aldıkları paya da yoğunlaşan bir politika belirliyorlar çünkü en başta bu hizmetlerin dağılımının ve politikasının, işgücünü yaratan ve çekirdek aile imajını inşa edip toplumsal kesimlere biçilen görevleri belirleyen şey olduğunu savunuyorlar.
1975 yılına kadar East London Big Flame adıyla aktif olan grubun girişimlerinin başında; bir gıda dayanışması başlatmak, ev işgalleri, yerel okulların sürdürülme protestoları, Ford ve Lesneys fabrikalarındaki işçileri örgütleme girişimleri, liman ve maden işçileri grevleri, bekar annelerin barınma ihtiyaçlarının giderilmesi geliyor. 1975 yılından sonra Big Flame adıyla olmasa da aktif kalmaya devam ediyorlar; ta ki 80’lerin başına kadar.[3]
Grup o en yoğun politik dönemeçte “Kişisel olan politiktir” şiarıyla lidersiz bir terapi oluşumu da başlatıyor. 1975 yılında düzenli seanslar haline gelecek ve adını Kızıl Terapi koyacakları bu oluşumun ilk adımı 1974’te atılıyor. Bu fikrin arkasında, hemen hepsinin şartlanarak alışageldikleri rekabetçi, hiyerarşik, sahiplenici ilişkilenme tarzından rahatsız olmaları ve politik emellerine ve gelecek tasvirlerine daha yaraşan başa çıkma ve ilişkilenme biçimleri edinmek için kendilerini değiştirmeye duydukları ihtiyaç yatıyor. Eş-danışmanlık, Reich tipi regresyon, psikodrama, beden odaklı yaklaşım, Geştalt terapi, (Varoluşsal-Hümanist psikoterapi bağlamında) Karşılaşma gibi araçlardan yararlanarak yürütülen seanslar devam ederken başka noktalarda, ihtiyaca göre farklı terapi grupları da (kadınlar için kişisel gelişim terapi grubu gibi) doğmaya başlıyor. Kızıl Terapi sürecinin meyveleri uzun yıllar boyunca toplanıyor; bu oluşumun etkilerinden hareketle broşürler, kitaplar yayınlanıyor; başka politik örgütlenmelere tavsiye içerikli sunumlar düzenleniyor.[4]
Bu terapilerde “normal olmak” veya sisteme uyumlanmak gibi emeller güdülmüyor, tam tersine neoliberal (kapitalist) sistemin inşa ettiği olma hallerinden kendimi nasıl sıyırırım diye düşünen aktivistlerin bireysel çabalarının kolektif düzlemde tartışmaya açıldığı bir zemin yaratmak hedefleniyor. Grubun elinden çıkan, harika metinler ve çizimlerle dolu kitapçıkta grup terapilerinin nasıl sürdürüldüğünü ve tüm sürecin nasıl büyük bir özveri ve denetimle yürütüldüğünü görmek mümkün. Seansların gerçekleştiği odanın boyutundan, içerde bulundurulması gereken yastıkların sertliğine kadar her nokta düşünülmüş. Kitapçık kendi örgütlenmelerinde grup terapi yürüteceklere, deneyimden kazanılan tavsiyeler ve faydalı kaynaklar listesiyle bitirilmiş.
Kızıl Terapi grubundan Elaine M. Langdon adlı bir aktivistin öznel politika olarak adlandırdığı bu gündelik hayatın politikası meselesini savunduğu bir mektuptan[5] seçtiğim bazı parçaları alıntılamak isterim:
Sevgili Yoldaşlar,
Bu mektup öznel politika ile ilgili çünkü bizim tarzımız siz yoldaşlar tarafından genelde ya yanlış anlaşılıyor ya da hiç anlaşılmıyor ve ne zaman sizinle bu konuda tartışsak konu bireysel bir meseleye veya “kadınlarla paylaşılması gereken” bir şeye indirgeniyor veyahut bir sırıtışla grubunun eksantrik olayları olarak geçiştiriliyor ve ben politika tartışmalarının merkezine bu anlayışı kabul ettiremedik gibi hissediyorum. (…) ‘Öznel politika’nın ‘sınıf mücadelesi’nden daha önemli olduğunu falan düşünmüyoruz ama ‘öznel politika’ sınıf mücadelesinin önemli bir tarafı ve Sol bunu ıskalıyor genelde. (…)
‘Öznel politika’ derken ezilenlerin günlük deneyimlerinin politikasını kastediyoruz; baskılandığını hissettikleri şeyleri, mutsuzluklarının ve kaygılarının kaynaklarını…Geleneksel Sol grupların insanların duygularını tanımaktaki bu beceriksizlikleri, sosyal kriz anında neden faşistlerin pıtrak gibi çoğaldığının ve ayakta kaldığının sebeplerinin başında geliyor. İnsanlar; onları içten içe rahatsız eden şeylerin, kendi beceriksizliklerinden ya da insan doğasından değil de tam da bu sistemden kaynaklandığını fark etmeden kapitalizmin sebep olduğu çatışmayı sofistike bir biçimde onlara anlatmak; tek başına, onların sokaklara dökülmesini sağlamayacak. Cinselliği yaşayamamaları, beraber yaşadıkları insanlara tahammül edememeleri, sürekli yorgun hissetmeleri, hep ufak tefek hastalıklara yakalanmaları, birçok durumda kendilerine güven ve inanç hissedememeleri, arkadaşlarının olmaması, evliliklerinin bozulması, hayatlarının anlamını bulamamaları, işteyken de işsizken de sıkılmaları, çocuklarının sürekli tepelerinde olması ve çok çalışmalarının temelinde yatan bu sistemin ta kendisi. (…)
East London grubu olarak çok öfkeli, sıkışmış, gergin, depresif hissediyoruz ve devrime kadar bekleyecek halimiz kalmadı. O yüzden fırsat buldukça kendimizde bir şeyleri değiştirmek için çeşitli terapiler yapıyoruz ve bu bize genelde iyi hissettiriyor. Tabii ki, bunun kitlesel ölçekte yapılabilecek bir şey olduğunu düşünüyor değiliz ancak pes etmememize yardımcı oluyor ve bize (anne babalarımıza da) bunca zamandır bu kadar kötü hissettiren mekanizmalara dair bir içgörü kazanıyoruz. Terapide halihazırda hissettiğimiz duyguları keşfetmeyi, tanımlamayı ve salıvermeyi öğreniyoruz; böylece onları kendimize, birbirimize veya direnişimize yönlendirip zarar vermemiş oluyoruz. İçimizdeki ırkçıyla, otoriterle, cinsiyetçiyle ve ağlak bebekle yüzleşebildiğimizde başkalarının faşist tutumlarını anlamak ve onlarla baş etmek çok daha kolaylaşıyor. (…)
Faşistler korkularımıza ve bastırılmış duygularımıza oynamayı çok iyi biliyorlar; medya ve tüketim zincirleri de keza. Stratejilerimizi geliştirirken (kendimizinki de dahil olmak üzere) insanların irrasyonel dürtülerini göz ardı edemeyiz. Elbette bu onları faşistler gibi manipüle edeceğimiz anlamına gelmiyor, aksine bunları açığa çıkarmalıyız. Sınıf bilincini daha iyi anlamamız lazım; hem teorik çalışmalarımızla hem de direniş pratiklerimizde duyarlı olarak bunu gerçekleştirmeliyiz. (…) Savaş sonrası kapitalizmin ekonomik analizini tamamlayacak psikolojik ve sosyolojik bir analiz öneriyorum, bu düşünce benim için de yeni. (…) Mesele şu ki teoriye, müdahaleye ya da örgütlenmeye inanmadığımızı ve bu yüzden de “yumuşak” olduğumuzu ya da sürekli seksten bahsettiğimize göre sapık falan olduğumuzu düşünmenizi istemiyoruz. Bu mektubu yazdım çünkü sanırım bizimle aynı fikirde olmasanız bile bizim ve yaptığımız şeyin ciddiye alınmasını istiyorum. (…)
Yumuşaklığa çok benzer bir vurguyu oturumda Hannah Proctor da yapmıştı: Gerçeklikten bahsederken hep sertlik metaforu kullanılıyor[6], yumuşak da gerçek değil midir? cümlesinin devrim niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Gerçeklik tartışmalarında hep sert objeleri bir zemine vurarak ses çıkarma ritüeli var sahiden de. Buna alıştıktan sonra böylesi bir önermenin çığır açıcılığını yadsımak mümkün değil bana kalırsa.
Yine yakınlarda, Haymarket yayınevi tarafından düzenlenen Socialism 2024 kapsamında “Küllerinden[7]: Politik hareketlerde yas, bakım ve zaman” başlıklı oturumu izledim. Yazar, eğitmen ve hareket örgütleyici Kelly Hayes harika bir şey söylüyor (tamı tamına olmasa da şu şekilde aktarırsam): Yastan bahsettiğimizde aslında yaptığımız şey; hala bir şeyler hissedebilen yumuşak tarafımızı beslemek, gözetmek. Etrafımızda bizim hissettiklerimizi hissetmeyen, hiçbir şey olmuyormuş gibi yaşayan binlerce insan var ve bu berbat bir duygu. Eğer biz de dayanışmadan, birbirimizi gözetmekten, duyguların paylaşımından geri kalırsak bu unutma kültürüne saniyesinde çekilebiliriz.
6 Şubat depremlerinden sonra travma, yas ve öfke uzun süre dilimizden de bedenimizden de ayrılmadı, istisnasız duygularımızla hareket ettiğimiz bir dönemdi. Bazılarımız duygularıyla organize olabildi, bazılarımız aynı duygularla daha farklı tepki verip donakaldı ama yası ülkece hissettiğimiz aylar yaşadık. Yas ve “olumsuz” duyguların kabulü ve dışarıya gösterilmesi belki kültürümüze yabancı şeyler değiller, zira depremden sonra Cumhurbaşkanlığı genelgesiyle 7 günlük milli yas ilan edilen, anaakım medyanın bile isyan halindekilere mikrofon uzattığı bir süreci gördük, acıyı her yerde hissettik. 6 Şubat depremlerinin ertesinde depremden herhangi bir şekilde etkilenenler için ücretsiz psikolojik destek veren grup ve yerlerin listesini hazırlarken psikososyal desteğin özellikle vurgulandığına dikkat ettim. Böylesi bir travmanın ancak sosyal temas, anlaşıldığını hissetmek, dayanışma ve soruna yönelik sosyal politikaların eksiksiz bütünlüğüyle üstesinden gelinebileceğini söyleyen ruh sağlığı çalışanları o dönemde çokça karşımıza çıktı. Toplumsaldan ve politikalardan ayrıksı olmayan bir psikoloji yaklaşımıydı bu ve böylesi bir anlayış çok umut verici. Diğer taraftan, az önce bahsettiğim oturumda Amerikalı yazar Lydia Pelot-Hobbs Katrina kasırgası sonrasında devlet hastanelerine asılan “Daha az gözyaşı, daha çok hareket” posterlerinin arkasında Sol örgütlerin olduğunu söylediğinde bizim ülkede bunu demeye cüret edecek birileri olur mu diye düşünmeden edemedim.
Her halükârda, duyguların eylemlerin gerisine ötelendiği, ertelendiği ve özel alana itelendiği bir kültürün Batı dünyası için genel geçer olduğunu söyleyebiliriz. Biz kültür olarak belki duygularımızdan kopuk değil gibi görünüyoruz ancak iyi-hissetme-kültürünün global hegemonyasından asla azade değiliz. Kaldı ki, depresyon gibi biyo/psiko/sosyal bir hastalığın işçi sınıfına yaraşmadığını çünkü işçinin kötü hissetmeye bile vaktinin olmadığını düşünenlerimiz varsa, işçiyi emeğinden başka bir şeyi olmayan bir Süper-güçlü ilan ederek aslında onu insan-dışılaştıran bir kabul de var demektir. Geçenlerde bu konuda attığım tweeti buraya da yazayım: Hepimize yetecek kadar depresyon var. Ve depresyonun örtük ve açık hallerinin çeşitliliği o kabule sahip olanların boyunu aşıyor sanırım. İşçi sağlığı komisyonları, işçilerin çalışma acısından kaynaklı sorunlar yüzünden Psikiyatri birimlerine ne kadar sıklıkla başvurdukları hakkında on binlerce anekdot paylaşabilirler.
Tüm hayatlarımızı içine sığdırabileceğimiz bir hareket nasıl olurdu? Sarah Jaffe; aynı oturumda böyle bir soru yöneltiyor, cevap olarak Britanya’da bir maden bölgesindeki sendikal örgütlenmeyi örnek veriyor. Madencilerin yemek toplanmalarından, cenaze ve düğün törenlerine kadar her tür organizasyonu birlikte planlayıp birlikte zaman geçirdikleri bu toplanma alanı maden ocağı kapatılınca dağılıyor. Jaffe bunun yasını da tartışmak gerektiğini söylüyor, örgütlemek yalnız grev yapmak değil böylesi bir kolektifi örgütlemektir, diyor.
Neyse ki, uygulama örneği olarak Kızıl Terapi kadar eskiye gitmek zorunda da değiliz. Kelly Hayes, bahsettiğim oturumda, bir arkadaşıyla birlikte yönettikleri Understory adlı Zoom toplantılarından bahsediyor: Çeşitli davaların takipçisi olan birkaç kişi belli günlerde çevrimiçi olarak bir araya gelip birbirlerini dinliyorlar, nasıl hissettiklerini paylaşıyorlar, biraz nefes pratiği ve esneme hareketleri yaptıktan sonra birbirlerine yol gösterici kitap, şiir veya şarkılardan parçalar okuyorlar ve toplumsal çabalarının yanında kendi özel hayatlarında olup biten zorlukları paylaşıyorlar. Hayes; gelen dönütlerden anladığı kadarıyla, bu ortamı yaratmanın ve yas, tükenmişlik gibi konuşulması zor duyguların konuşulduğu böylesi bir alanın katılımcıları daha iyi birer örgütleyici, daha düşünceli birer ebeveyn, dayanışmaya daha açık insanlar yaptığını söylüyor. Hayes özellikle de aynı sistemik dertlerden mustarip kişilerin birbirleriyle bağ kurmalarının tek çare olduğunu politik/sosyal psikolojide çok meşhur olan bir teori üzerinden savunuyor:
Bu sistemin normları, kuralları veya kanunları için kendimizden verdiğimizden daha fazlasını birbirimize vermeden kazanamayız. John Jost adında bir adam, Sistem Meşrulaştırma Teorisi diye bir kitap yazdı ve bu kitapta, insanların kriz zamanlarında bağımlı oldukları sistemlere yatırım yapma ve bunları daha derinlemesine meşrulaştırma gibi varsayımsal bir eğilimleri olduğunu öne sürdü. Bunun üstesinden gelmenin tek yolu, grupla özdeşleşmeyi sistemi meşrulaştırmadan daha ağır basacak hale getirmekte yatıyor. Sistem yerine birbirimize yatırım yaptığımızda hayatımızın gerçeği olan şartları belirleyebilecek bir konumda olacağız.
Ana Görsel: https://iniva.org/programme/events/insurgent-rituals-spectral-talismans/
Metin içi görseller için https://www.eastlondonbigflame.org.uk/home sitesini ziyaret edebilirsiniz.
[1] Geçen yazımda sık sık referans verdiğim gazeteci/yazar Jaffe. Yine burada kendisinin bir çevirisini de yayınlamıştık: https://terrabayt.com/dusunce/hicbir-sey-ve-her-sey-ise-karsi-yas/
[2] Politik Yenilginin Duygusal Dışavurumu: Tükenmişlik
[3] Grubun tarihsel arka planı için, https://www.eastlondonbigflame.org.uk/about
https://www.eastlondonbigflame.org.uk/files/East%20London%20in%20the%20early%2070s.pdf
[4] Red Therapy tarihsel arka plan için, https://www.eastlondonbigflame.org.uk/red-therapy
[5] Grubun kendilerini tanıttıkları siteden erişilebilir: https://www.eastlondonbigflame.org.uk/
[6] Burada İngilizce’de “hard fact” olarak kullanılan somut gerçeklik ifadesine atıfta bulunuluyor. Burada “hard” sözcüğü sert anlamına da gelir (y.h.n.).
[7] Sarah Jaffe’nin Haymarket yayınevinden çıkan yeni kitabı “From the Ashes” devlet şiddeti, göç, sanayisizleştirme, Covid ve iklim krizinin yarattığı yas üzerinde duruyor ve okuyucuya yasın nasıl devrime eklemlenebileceğini ve örgütlenmedeki yerini düşündürüyor.