Komplo teorilerine kimlerin niçin inandığıyla ilgili psikoloji ve sosyoloji alanlarında birçok araştırma yapıldı. İnsan zihninin ve topluluklarının hangi özellikleri bu inançları mümkün kılıyor? Bu konuda yapılan çalışmalar, bu inanışların belirlenmesi ve ölçülmesinden siyasi ve psikolojik öngörülerine ve bizi bu komplo teorilerini benimsemeye yatkın kılan, aralarında bu teorilerin gerçek hayatta ya da internet ortamında yayılmasına sebep olan sosyal mekanizmaların da bulunduğu (nedensel ya da niyetsel yüklemelerle ilgili olarak) bilişsel önyargılara kadar geniş bir yelpazede yer alıyor.
Lakin komplo teorileri sıradan ama zor bir felsefi soruyla karşı karşıya bırakıyor bizi: niçin bu teorilere inanmayalım? Birisinin aya gidişin uydurma olduğunu ya da Prenses Diana’nın Mossad tarafından öldürüldüğünü söylediğini işittiğimizde bunların saçma fanteziler olduğunu biliriz. Ama bu teorilerin gerçekten de yanlış ya da akıldışı olduğunu ölçtüğümüz genel ilke nedir? Bu o kadar da sezgisel ve net değil ve böyle bir ilkeyi açığa çıkarmak aslında çok zor bir şey.
Psikologlar, komplo teorilerine inanan insan sınıfı hakkında çalışırken nesnelerini belirlemek için “komplocu idrak”ten (conspiracist ideation) ya da “komplo dünya görüşü”nden bahsediyorlardı. Bu kavramsallaştırmanın meşruluğu ise halihazırda belgelenmiş olan şu olguda yatıyor: Bir kimsenin bir komplo teorisine inanma ihtiamali o kimse eğer halihazırda başka komplo teorilerine inanıyorsa daha yüksek. Bu teoriler bir sistem oluşturuyor ve böyle bir sistemin –Goetzel’in de vurguladığı gibi kapalı bir sistem konuşulmak ve tartışılmaktan ziyade diğer aynı tür teorilerle beslenir- arkasında psikolojik dayanaklar olmalı.
Ben, komplo teorilerine inananlar tarafından benimsenen hususi bir epistemik tavır olduğunu düşünüyorum. Bunu belirtmeye ve bu tavırda içkin olarak yanlış olan bir şey olduğunu ortaya koymaya çalışacağım. Bunu “komplocu epistemoloji” olarak adlandırıp bazı özelliklerini inceleyeceğim.
Tabi ki bir kimsenin böyle bir tavrı edindikten sonra benzer birçok teoriye de inanması muhtemel; ki komplocu idrakin “dünya görüşü” niteliği de buradan kaynaklanıyor. Yakın bir zamanda Quassim Cassam, niçin bazı insanların İllüminati’ye ya da 11 Eylül komplolarına inandığını anlamak istiyorsak entelektüel kusurlar kavramına başvurmamız gerektiğini iddia etti. Entelektüel kusurlar ifadesi, bilgiye ve hakikate bir kısım rasyonel sorgulayıcılar ve bazı formal kurallara uygun sorgulamalar yoluyla nasıl ulaşıldığını anlamak için gerekli olan entelektüel erdemlerin negatif karşılığı oluyor.
Niçin komplo teorilerine inanmayalım?
Ama ben burada, komplo teorilerini bir tür bir ekonomik terminolojiyle, yani epistemik faydalar ve maliyetler yoluyla da ele alabileceğimizi söyleyecek, Cassam’ın etik yaklaşmına ekonomik bir yaklaşım ekleyeceğim.
Şunu belirtmek gerekiyor ki “komplo teorisi” Ay’a inişin yalan olduğu inancını, uçakların kimyasal püskürttüğünü ve gökyüzünde garip izler bıraktığı fikrini, korkunç saldırıların ve bombalamaların uydurma olduğunu vb. fikirleri tanımlamak için yeterli olmayabilir. Zira bu olayların bazısı gerçekten de komploydu -11 Eylül mesela İslamcı teröristlerin yönettiği bir komploydu- ve insanlık tarihinde, özellikle de yirminci yüzyıl Amerikan tarihinde birçok komplo gerçekleşti.
Gerçekleşen birçok olay, belli niyetleri ve büyük güçleri olan bir grup insan tarafından gizlice yapılan kolektif bir plan olarak ele alındığında komploculara cazip gelen teorilerce açıklanabilir.
Aaronovich, Voodoo Histories: The Role of the Conspiracy Theory in Shaping Modern History (Vintage, 2009) kitabında “komplo teorisi”ni şöyle tanımlıyor: “Komplo teorisi, diğer açıklamaların daha muhtemel olduğu yerde fuzuli olarak komplonun benimsenmesidir.” Bu durum sağduyulu görünüyor: mesela bizim HIV salgınını açıklamak için bir grup kötü beyaz insana ihtiyacımız yoktur, bundan dolayı da bu inanış bir komplo teorisidir.
Ne var ki sıkıntı bir komplo teorisine inanan birisinin, komplo kurucu kişiler varsayımının fuzuli olduğunu hiçbir zaman kabul etmeyecek olması. Mesele tatminkâr bir açıklamanın gerçekte ne olduğuyla ilgili: komplo teorilerini de içeren birbirine rakip hipotezleri değerlendirebilmek için rasyonel bir yol var mı?
Komplo Teorilerinin İkili Yüzü
Komplo teorilerinin çılgın ögelere dayanmadığını kabul edelim. Başlıca teorilerden biri olan -aşikârâne biçimde yanlış olan ve hatta diğer komplo teorisyenlerince bile dalga geçilen- “Dünyayı İlluminati yönetiyor” teorisi insan ilişkilerine dair sağduyulu genel görüşler içerir: bazı insanlar diğerlerinden daha fazla güce sahip; şöhrete, servete ve siyasi işlevlere büyük bir dünyadaki olayları etkileme gücü eşlik ediyor; insanlar daha etkili bir biçimde davranabilmek için genellikle birleşiyorlar ve planlarını açıklamak başarı şanslarını düşüreceği için de çoğunlukla gizli hareket ediyorlar.
Ne var ki insanlık tarihindeki belli başlı olayları genel bir komploya bağlamak makul değil, çünkü bu, planlanan operasyonların çoğu durumda istenmeyen sonuçlara yol açtığını unutuyor. Ayrıca zenginlerin ve ünlülerin menfaatleri çoğu zaman çakışmaktan ziyade çatışır.
Komplo teorileri doğruları yanlarına alır. Fuzuli olan şey çoğu zaman komplonun kendisine başvurulmasıdır.
Lakin bu özellik iki sebepten dolayı önemli: öncelikle geniş kapsamlı bir tanımı yapıldığında komplo teorileri sağlam temellenmiş görünebilir. Counterpoint’in yayımladığı bir anket, Fransızların yüzde 51’inin komplo teorilerine inandığını öne sürdü. Ne var ki ankette sorulan soru şuydu: “Sizce sahne arkasında işleri idare eden birisi var mı?” Bu çok genel bir soru ve yanlışlanması da bir o kadar zor.
Komplo teorileri güç ilişkileri hususunda da oldukça ferasetli olabiliyor.
Tabii ki de bazı insanlar işlerin akışını diğerlerinden daha fazla etkiliyor ve tabii ki bu kişiler genel olarak iyi bilinmiyor: siyasi ilişkilerde ya da çatışmalarda söz konusu olan ekonomik menfaatleri bir düşünün. Yöneten güçlerin gizli bir biçimde işlerini yürüttüğü hissi Don De Lillo’nun romanlarından Jason Bourne serisine kadar sevdiğimiz birçok filmde ya da kitapta yer alıyor.
İkinci olarak, Hofstadter’ın “Amerikan siyasetinde paranoyak tarz” (1964) üzerine yazdığı meşhur makaleden sonra birçok yazar, komplo teorilerinin yanlış ve çoğu zaman çılgın olsa da modern Batı toplumlarındaki güç, sınıf ve ırk ilişkileri hakkında kavrayışlı/ferasetli olabildiğini dikkate aldı. Mark Fenster, Conspiracy Theories: Secrecy and Power in American Culture kitabında şöyle yazıyor: “Benzer şekilde, kapsayıcı komplo teorileri yanlış ve fazla basitleştirici olabilirler ama bazen bir şeyleri yakalayabiliyorlar. Özellike de, ideolojik bir noktadan olsa da gerçek yapısal eşitsizliklere işaret edebiliyor, adaletsiz bir siyasi düzene, çorak ya da işlevsiz bir sivil topluma ve/veya sömürücü bir ekonomik sisteme karşı, basitleştirici ve şüphesiz pragmatik olmayan bir tarzda olsa da bir karşılık oluşturabiliyorlar.”
ABD’de siyahlar arasında yaygın olan (HIV’in siyahları zehirlemek için beyazlar tarafından yaratıldığı ve yayıldığı gib) birçok komplo teorisi, gerçekte mevcut olan bir baskının yanlış bir temsili sahiden de (siyahların son zamanlarda polis tarafından öldürülme rakamlarını ya da profesyonel hayattaki diğer tüm baskı biçimlerini düşünün). Komplo teorilerindeki bu “doğruluk çekirdeğine” yapılan vurgu, örneği olarak verildikleri ‘insan idrakinin yoldan çıkışı’ fikriyle taban tabana zıt ve komplo teorilerinin felsefi bir nesne olarak karmaşıklığı da bu iki kutbun arasında bir yerde yatıyor.
Peki o zaman komplocu bir epistemoloji tam olarak nelerden oluşur ve insan idraki bu epistemolojiyi kabul ettiğinde niçin yoldan çıkar?
Hiperbolik Şüphe
Komplo teorileştirmesinin açık bir alameti sıradan, delillere dayalı itibarın tersinlenmesidir. Detaylar önemli hâle gelirken delillerin asıl parçaları önemsizleştirilir, zira bu deliller şüpheli (“resmî versiyon”) olarak görülen uzmanlar ya da kurumlar tarafından sunulur. Bu metot genellikle, tüm yok etme sisteminin şüpheli olduğunu söylemek için, kurbanları toplama kampına taşıyan bir kamyon hakkındaki iki rapor arasındaki küçük bir çelişkiden yararlanan Yahudi soykırımı retçilerinin uyguladığı metoda paralel ilerliyor. Bu metot taraftarlarınca “şüphe” olarak adlandırılıyor ve komplo teorisyenleri de genellikle bilimsel metodun gerçek uzmanları olma iddiasındalar.
Fakat bu Descartes yorumcularının “mübalağalı şüphe” olarak adlandıracakları bir şey ve bilimde de hiçbir yeri yok. Bilimsel şüphe prensip olarak sınırlıdır. Mesela biyolojide hiç kimse canlı varlıkların olduğundan ya da laboratuvarın kendisinin gerçekliğinden şüphe etmez.
Komplocu epistemolojinin asıl unsurlarından olan böyle bir şüphenin, onu akıl dışı kılan iki özelliği bulunur:
– “Edinilmiş görüş”ün dayandığı deliller içinde takıntılı bir biçimde herhangi bir boşluk ya da uyuşmazlık arayışı.
– Herhangi bir resmî söylemin ve uzmanın (hükümet raporları, bilimsel kuruluşlar) sistematik biçimde reddi. Bu bilim karşıtlığının tüm formlarında ortaktır: iklim değişikliğinin reddi, yaratılışçılık ve aşı karşıtlığı.
Bunlardan ilki temeldeki bir hata: insan, bir olguya has tüm datanın birbiriyle uyumlu olması varsayımında bulunmamalı. Bilimde eğriye oturan her prosedür bazı datayı eğrinin dışında bırakır, yani bunlar veri olarak görmezden gelinirler. Her sinyal/anlam onu saran gürültüyle birlikte gelir. Bilim de her şeyi tutarlı bir tarzda bir araya getirmekle değil, tam da sinyalle gürültüyü doğru bir biçimde birbirinden ayırmakla ilgilidir.
Komplocu şüphe çoğunlukla, “bu şans eseri olmuş olamaz” cümlesiyle sunulur. Fakat bu şüphe burada da çoğunlukla şansın ve rastlantısallığın ne olduğuna dair bilim öncesi ve yanlış kavrayışlara dayanır. Chaitin ve Martin-Löf gibi matematikçilerin ve psikologların ortaya koyduğu gibi hakiki (matematiksel) rastlantısallık her zaman homojen modeller demek değildir ve eğer bir süreç gerçekten rastgeleyse beklenmesi gereken şey tam da birçok rastlantıdır. Burada (rastlantısallıkla ilgili beklentilerimizle ilgili) psikolojik bir önyargı komplocu bir görüş lehine seçilmiştir.
Uzmanların uyuşmasından ziyade uyuşmazlığıyla karşılaşmamız daha mümkündür.
İkinci özellik, komplonun tanımında mündemiç olan bir olgudan destek alır. Bu olgu komplocuların tam da kanıtlar doğrultusunda hareket etmeleri ama onları kasıtlı bir biçimde çarpıtmalarıdır. Bir kimsenin bir komployu kabul ettikten sonra, açık bir biçimde ikna edici kanıtlardan şüphe etmesi irrasyonel değildir. Fakat bu durumu bıraksak bile ortada, sınırlarına götürüldüğünde, her türlü rasyonel soruşturmayı imkânsız kılan performatif bir çelişki bulunur: bir kanıt ne kadar çok ikna edici görünürse o kadar şiddetle reddedilmelidir, zira o kanıt ikna edici olmak üzere tasarlanmıştır. Bu şüphe her türlü uzmanlığa karşı sorunlu bir şüphe yayar.
Kanıt denilen şey bazı durumlarda çarpıtılmış olsa bile, uzmanlar ilkesel olarak reddedilmemeliler. Herhangi bir kanıt parçası karşısında eleştirel olmak da bilim insanları olarak onların görevi. Onların güvenilirliği kısmen bilimsel bir kuruluşun herhangi kasıtlı bir güvensizliğe ödettiği bedele bağlıdır. Kandırmacalar, yalanlar ve diğer aldatıcı davranışların keşfedildiklerinde bedeli ağır olur ve bilimin rekabetçi doğasından dolayı da tüm bilim insanları, meslektaşlarının davranışlarını kontrol ve test etmek için (hakemlik süreci) ücret alır, ki bu da tüm sistemi gayet güvenilir kılar.
Uzmanları göz ardı etmek şu sebepten dolayı irrasyoneldir: belli inançları sürdürebilme imkânının tam da kendisi nihayetinde bazı uzmanlara riayet etmemize dayanır. Nihyetinde ben evrende sayılamayacak kadar çok galaksi, Güneş sistemimizde de 8 ya da 9 gezegen olduğunu fizikçilere inandığım için bilirim. Pratik hayatım da yalnızca, arabamı tasarlayan mühendislere ve Macbook bilgisayarımı tasarlayan bilgisayar mühendislerine güvenmem sayesinde mümkündür. Uzmanlar arasında (sıklıkla) anlaşmazlıklar olsa bile bunlar müşterek bir mutabakat arka planında gerçekleşir. Evrim teorisi içinde biyologlar farklı etkenlerin evrim üzerindeki etkileri hususunda birçok anlaşmazlık yaşar ama hepsi de evrimin yaşandığı ve doğal seçilimin de bunda önemli bir rol oynadığı noktasında uzlaşır.
Ne var ki, uzmanların uzmanlaşmasından çok uzlaşmamasını fark etmemiz daha muhtemeldir, zira bunlardan ilki bizim olağan bilgimizin temelini oluşturur.
Uzmanlığın iyi ifade edilen tanımı bir konuda uzman olan birisinin o konu haricindeki konularda uzman olmadığını da içerir. Bu husus ziyadesiyle önemlidir, zira yaratılışçılardan iklim reddiyecilerine uzanan yelpazede komplo teorisyenleri çoğunlukla, o hususta uzmanlığı bulunmayan karşı uzmanlarını sunarlar (yaratılışçılığı savunan biyokimyacılar, Dünya Ticaret Merkezi’nin çöküş modelini tartışan paleontologlar vs.) ve bu da komplocu epistemolojinin başka bir unsurunu oluşturur.
Epistemik Maliyetler ve Faydalar
Daha genel bir ifadeyle uzmanlıkla ilgili bu şüphenin irrasyonel olduğunu söyleyebiliriz, zira tam da bazı uzmanlardan öğrendiklerime güvendiğim için diğer bazı uzmanlardan şüphe ederim. Eğer uzmanlara karşı ilkesel olarak hakiki bir şüphe beslersem doktorların yazdığı reçetelerdeki ilaçları kullanamam ya da gazetelere güvenemem –maliyeti gerçekten de çok büyük olur bunun. Komplocu espistemolojideki bu çatlak bizi onun, epistemik maliyet ve faydalarıyla ilgili ana sorununa götürür.
Düz Dünyacılığı düşünün bir: Dünya’nın aslında düz olduğu teorisini kabul etmek demek astronomiyi, jeolojiyi ve coğrafyayı değiştirmek demek aslında. Peki bu bedeli kim ödeyecek? Ay’a inişin uydurmaca olduğuna inanır ama tutarlı da olmak istersek sadece Apollo projesinden değil aynı zamanda tüm NASA bulgularından, astronomiden ve hatta sosyoloji ve psikoloji çevresinde gelişen düşüncelerden (bu kadar çok insanı içeren bir sırrı bu kadar uzun süre sürdürmenin imkânsız olduğu düşüncesinden) de şüphe etmemiz gerekir.
Komplo teorilerinin epistemik bedeli çok fazladır, çünkü gündelik bilgilerimizin çok büyük bir kısmının değiştirilmesini gerektirirler –buna karşılık sundukları kazançsa çok azdır. (Kopernikus’tan Darwin’e kadar) büyük bilimsel devrimler bizi birçok bilimsel kavrayışı değiştirmeye zorlamışlardır –ama karşılığında devasa kazançlar sunmuşlardır: göksel hareketlerin temsili ve hesaplanışı ve evrim teorisi söz konusu olduğunda (taksonomi, biyocoğrafya ve morfoloji gibi) tüm biyoloji bilimlerinin eşsiz bir raddede birbiriyle ilişkilendirilmesi.
Quine’ın bilim anlayışı bu epistemik özelliği anlamamıza yardım eder. Quine’a göre her bilgi ilkesel olarak değiştirilebilirdir. Lakin bilimin yapısı bir soğana benzer: az çok iç katmanları, yani çeşitli disiplin ve teoriler, ve kendi varsayım ve aksiyomlarını meşru kılmak için iç katmanları kullanan daha dış katmanları bulunur. Yapılan her deney tüm teorinin kendisini test eder ve bundan dolayı da öngörülerimizin yanlışlandığı noktada hangi katmanın değiştirilmesi gerektiğini bize söylemez. Bir katmanı gözden geçirmek sadece kendisinin üstündeki katmanları etkiler, kendisinin yaslandığı alt katmanları değil. Volkanoloji biyokimyadan ya da kuantum fiziğinden daha dış kısımda bulunur mesela; bundan dolayı da volkanlarla ilgili mevcut teorilerimizle çelişen her yeni bulgu öncelikle volkanolojide değişiklikler yoluyla ele alınmalıdır ve ancak bunun mümkün olmadığı durumlarda daha alt katmanlara inilmelidir. Tersinden, mekanik gibi temel bir bilgi katmanındaki değişiklik diğer birçok katmanı da etkileyebilir –ki bu evrim teorisinde ya da görelilikte yaşandı.
“Bilim soğanı”nın merkezinde matematik ve mantık yatar. Bunlarda yapılacak her değişiklik diğer tüm üst katmanları (fizik, kimya vs.) etkiler; bu sebepten dolayı, kendileri a priori olarak değişikliklere bağışık olmasa da, matematik-mantıksal katmanlar yalnızca zor ve cimri bir biçimde değiştirilmelidir. Deneysel bulgularla uyuşması için talep edilen bilim sistemindeki her değişikliğin maliyeti de bundan dolayı sistemin diğer katmanlarında yapılması gerekecek değişiklikler göz önüne alınarak hesaplanır –bu da söz konusu bilginin yer aldığı katman ne kadar merkezî ise değişikliğin maliyetinin de o kadar yüksek olduğu anlamına gelir.
Bundan dolayı da, tüm epistemik faydaları ve maliyetleri tartarak epistemik sonucu maksimize etmek rasyoneldir. Bir sonucun bir tür maksimize edilmesinin, iktisatçıların rasyonaliteyi faydanın maksimizasyonu olarak düşünmesiyle uyumlu biçimde, rasyonalitenin bir gerekliliği olduğunu düşündüğümüzde durum böyledir. Örneğin, hayaletler hakkındaki her şahitliğin doğruluk ihtimali meşru bir biçimde çok çok düşük görülebilir, zira tüm fizik ve biyoloji yasalarını değiştirmektense (hayaletlerin aşikâr biçimde eşiği geçebilmesinin) bazı kısıtlı halüsinasyonlar olduğunu kabul etmenin maliyeti daha azdır.
Komplo teorilerinin epistemik maliyeti çok yüksektir.
Komplocu epistemoloji söz konusu olduğunda bunun çok büyük epistemik maliyetlerinin olduğu nettir: uzmanlığın göz ardı edilmesi ve resmî görüşün yerine bir senaryo sunmak üzere yerleştirilecek teorik kuruluşlar (CIA, gizli kuruluşlar ya da İllüminati gibi aşırı güçlü kuruluşlar mesela). Tüm bunlar bilgi sistemimizin birçok katmanında büyük değişiklikler anlamına gelir. Bundan dolayı genel olarak daha az sayıda temel değişiklik yapmaktan daha irrasyoneldirler (mesela olayların oluşunda bir raddeye kadar rastlantısallığı ya da bazı verilerin yanlış olduğunu ve göz ardı edilmelerini kabul etmek). Ama bu durum, bir dizi olaya dair komplocu bir görüşün günün birinde rasyonel hâle gelmesi ya da (resmî verilerin ve uzmanların prensip olarak kuşku uyandırdığı ve anlatılardaki tutarsızlıkların da çok ciddiye alınması gerektiği) epistemolojik bir komployu benimsemenin olgular tarafından destenebilmesi ihtimalini prensipte dışlamaz.
Bir kimsenin Kuzey Kore gibi bir yerde yaşadığını varsayalım –bu tür rejimler hakkında güvenilir olarak bilinen her şey buralarda vatandaşların sistematik bir biçimde aldatıldığı fikrini destekler. Bu bizim (sosyoloji ve siyaset bilimi içinde bir yerde) bilgi ağımızın bir parçasıdır. Bundan dolayı bu rejimlerdeki tüm resmî anlatılar bilgi ağımızın bazı kısımlarında büyük değişiklikleri zorla dayatır ve demokratik ülkelerde görülen uzmanlık, medya, çoğulcu basın ve kuruluşlardan oluşan sistemde yaşayan insanların ödemediği bir maliyetle gelir.
Epistemik maliyet de sadece bilgi ağında –dolayısıyla da belli teorilerde– yapılan hususi değişikliklere göre değerlendirilmemelidir. Ne var ki kanıtları değerlendirme yöntemlerinin kendileri, bilgi ağına uyguladıkları sistemik değişiklikler ya da değişiklik sapmalarıyla ilişkili olarak, az ya da çok maliyetli olarak değerlendirilebilirler. Bu durum, bizim komplo teorilerini ve komplocu bir epistemolojiyi, (anonim bir blog yazarına profesyonel bir bilim insanından daha fazla önem vermek gibi) tersine çevrilmiş kanıt değerlendirme süreçleriyle birlikte, olağan tavırlardan daha az rasyonel olarak değerlendirmemizdeki ana unsurlardan biridir.
Son olarak komplocu epistemolojiye has kanıt değerlendirme protokolünün bilimsel yöntemin önerdiği protokolden ayrıldığı temel bir nokta vardır ki o da başlangıç varsayımının doğasıdır. İlke olarak ve bir entrikayı gizlemek için gerçekleri değiştirebilecekleri sebebiyle uzmanlardan ve onların raporlarından şüphelenmek, kişinin zaten halihazırda bir komplonun döndüğünü varsayması demektir. Tarihî olayların faillerinin açık niyetleri, doğa yasaları ve bazı rastlantısal koşullarla makul bir biçimde açıklanabileceği hipoteziyle yola çıkmak ve belirli ampirik verilerin buna karşı çıktığı durumlarda bu izahtan şüphe duymakla işe komplocu faillerle başlayarak daha sonra da bu varsayımı kabul etmeyen tüm alternatif hipotezlerden şüphelenmek arasında hayati bir fark bulunur.
Bu ikinci yöntemsel seçenek komplocu epistemolojiye hastır. Kanıtlama yükünü, (belli bir komplo gibi) bir şeyin var olmayışını kanıtlamanın zor –hatta imkânsız- olmasına rağmen, komplocu bir dünya görüşüne sahip olmayan kişilere yükler. Ki komplo teorilerinin sıklıkla bahsedilen ampirik reddiyeler karşısındaki dayanıklılığı da buradan gelir.
Bu yöntemsel seçeneğin, komplocu epistemolojinin epistemik maliyet ve faydalarının sıradan epistemolojilerinkiyle mukayese edilebilir olduğunu varsaysak bile bu temel hipotezin kendisinin, bilgi ağı üzerinde çok büyük bir bedeli olacaktır –zira bu durumda, en azından beşeri ve sosyal bilimlerle ilişkili tüm bilgi katmanlarının değiştirilmesi gerekecektir. Komplocu dünya görüşlerinin simgesi olan İllüminati teorisi, profesyonel tarihçilerce anlatılan tüm tarihin çöpe atılmasını gerektirir mesela.
Bundan dolayıdır ki bir çeşit bir rasyonellik ekonomisi, bilişsel kusur ve erdemler teorisine eşlik etmelidir. Komplocu epistemoloji, kendisine rakip izahları etkilemeyen yüksek maliyetler dayattığı için irrasyonel görünür.
Rasyonellikler ve Komplo Teorisyeni
Tüm bunlar komplo teorisyeninin rasyonalitesiyle ilgili temel bir soru atar ortaya. Komplocu bir epistemolojiye inanan birini düşünelim. O kişinin burada kaba taslak belirttiğim çok büyük epistemik maliyetleri ödemesi nasıl olur da mümkün olur? Bu maliyetleri ödemesi tamamen irrasyonel olmaz mı? Bunun cevabı rasyonelite kavramımızda yatıyor.
Dikkat ederseniz odak noktam, bilimlerimizin oluşturduğu hâliyle bilgi ağımızla ilgili epistemik maliyetler oldu. Ne var ki bir bireyin tüm inançları da aynı yapıda bir inanç ağı oluşturur –bazı inançlar diğerlerini destekler ve herhangi bir inanç değişikliği, kısmen bu değişikliğin ağ içindeki diğer yerlerde dayattığı değişikliklerin miktarıyla belirlenen maliyetler ve faydalar içerir. Bu sebepten eğer bizim komplocumuz tutarlı bir inanç ağı kurmak istiyorsa ve bundan dolayı da pozisyonunun gerektirdiği tüm bedelleri ödemeye razıysa ama aynı zamanda faydalarını maksimize etmeyecek olması anlamında rasyonel olmayan inançlara sahipse, o komplocu epistemoloji irrasyoneldir.
Lakin, ekonomistlerin kullandığı ve buradaki kullanımında da zımnen bulunan dar anlamıyla rasyonalitenin değer barındırmamasının adı çıkmıştır: öznenin tercihleri neyse, rasyonalite o tercihlerle ilişkili faydaların maksimize edilmesiyle ilgilidir. Tercihlerin kendileri rasyonalitenin dışındadır, yani rasyonel ya da irrasyonel olamazlar (İktisatçılar rasyonel bir failin seçeceği stratejiyi tanımlayabilirler. Bir uyuşturucu bağımlısı eroini asıl tercihi olarak seçtiğinde rasyoneldir.)
Bu noktaya kadar komplo teorisyeninin hâlâ rasyonel olduğunu iddia edebilirsiniz. O kimsenin inanç ağı içinde yer alan tüm inançlara ekonomik anlamda bir tür bir fayda gerçekten de atfedilebilir ve genel fayda da o ağdaki her değişim veya eklemeyle hesaplanabilir. Öyleyse, komplocu inançlarının toplu bilgi ağı üzerine dayattığı değişiklikler o kadar da maliyetli olmayabilir, zira bir komplo teorisini kabul etmesini destekleyen birkaç inanç o kimse için o kadar değerlidir ki bu inançların muhafazası savunmak istediği teorinin hayli yüksek olan maliyetini telafi eder.
Burada komplo teorisyeninin hâlâ rasyonel olduğu iddia edilebilir.
Mesela, federal hükümetin şeytani olduğu ya da dünyayı Yahudilerin yönettiği inanışı bir kimsenin bilgi ağı içerisinde en değerli inanç olsun. O zaman, bu inançlarla uyumlu bir komplo teorisini benimsemek toplamda o kadar maliyetli olmayacaktır, çünkü o komplo teorisi en değerli inançları muhafaza eder. Öte yandan resmî anlatıyı benimsemek, bu inançlarla çelişeceğinden daha maliyetli olur.
Bu, inançların kendilerine mündemiç değerleri noktasında nötr olan minimalist bir rasyonalite anlayışı işe koşulduğunda komplocu epistemolojinin nasıl da tamamen irrasyonel olmayabileceğine bir örnek.
Fakat aynı şekilde, büyük değer verilen ve komplocu görüşlerin bütünsel faydasını destekleyen bu kilit inançların kendilerinin kanıtlar tarafından desteklenmediğini ve bundan dolayı da daha en başından komplocu bir epistemolojiye gerek duyduğunu düşünmek de akla yatkındır, ki tüm bunların hepsi bir tür bir kısır döngüye dönüşür.
Opendemocracy‘de yayınlanan bu yazıyı Maddi Estetik Araştırma Kolektifi’nden Enes Öztürk çevirdi.