Bu yazıda son dönemde artan yoksulluk kaynaklı intiharların arkasında yatan ızdırap duygusuna diyalektik materyalist bir yaklaşım sunmayı amaçladım. Yazının ilk bölümünde düşüncenin diyalektik sürecinin nasıl işlediğini göstererek öznenin yabancılaşmasının altında yatan sebepleri inceledim. Yazının ikinci bölümünde ise bu yabancılaşmanın döngüsel hareketiyle beraber derinleşmesini ve dışsal koşulların öznede yarattığı ızdırap duygusunun, bugün gündemde yer alan yoksulluk intiharları ile olan bağlantısını inceledim.
Düşüncenin Diyalektik Hareketi
Biliş, özne ile nesne arasındaki ilişkiden doğar. Bilişin ön koşulu öznenin düşünmesi değil, özne ile nesne arasındaki ilişkiyi sağlayacak harekettir. Düşünce kendi nesnesini seçerken etken ya da edilgen olabilir. Edilgen düşünme kaderciyken etken düşünme iradecidir. Felsefe yaparken bilgisi istenilen nesneye diyalektik yaklaşım ne kadar derinlikli olursa olsun bu nesneyi tanımlamaya ve ilişkilendirmeye yarayacak diğer nesneler ikincil önemde olacaktır. Bu yüzden bilgi hiçbir zaman tam anlamıyla nesnesine hakim olamayacaktır. Biliş ancak hareketin olduğu yerde mümkündür fakat şeyler daima hareket halinde olduğu ve değişime uğradıkları için bütünüyle bilinemezler. Bu ilk bakışta Kendinde-Şey’in bilinemezliğine benzeyebilir fakat diyalektik materyalist yaklaşım bunu yadsıyacaktır. Şeyler oldukları gibi bilinebilir, diğer nesneler ile ilişkilendirilebilir fakat değişim daimi olduğundan bütün bir bilgiye ulaşmak ancak durağanlıkta mümkün olacağı için mutlak bilgi imkansızdır.
Her nesne kendi bünyesinde karşıtını barındırır, bu karşıtlık bir çelişki içerir. Bu hareketlilik bir döngü yaratırken bilişi mümkün kılar. Düşünce ve nesne birbirinden ayrı olduğu gibi aynı zamanda birbirine içkindir, bu yüzden her biliş yeni bir gerçekliğe kapı açmaktadır. Bu gerçeklerin mümkün olmasını sağlayan şey öznelerin toplumsal yaşamıdır. Düşünceyi doğuranın özne ile nesne arasındaki ilişki olduğunu daha önce belirmiştim burada bir ayrımı daha belirtmek zorundayım; öznenin kendisi de bir nesnedir. Özneyi ikiye ayırabiliriz; özne-olarak-nesne ve nesne-olarak-özne. Özne-olarak-nesne, Düşünen Ben’in bilincidir. Kendisinin bir nesne olduğunu unutan, öznelliğinin bilincinde ve ayrı olarak bilincinin bilincinde olan öznedir. Nesne-olarak-özne ise Düşünen Ben’in bilincine vardığı Öteki’dir ve sadece Düşünen-Ben için vardır. Düşüncenin taraflı ve toplumsala içkin olmasının sebebi budur. Özne-olarak-nesne ile Nesne-olarak-özne’nin dil dolayımıyla ilişki kurması yüzünden, düşüncenin dil üzerinden aktarımında anlam ve değer kaybına uğrayacağı bir gerçekken aynı zamanda düşünmenin dil üzerinden gerçekleşmesi ayrı bir çelişkidir ve incelenmelidir. Yabancılaşma Özne-olarak-nesne’nin kendisini, zorunluluğun dayattığı koşullar nedeniyle öznelliğinin bilincini yitirip, özne-olarak-nesne olmasına rağmen nesne-olarak-özne gibi deneyimlemesinden kaynaklanır. Buradaki çelişki hemen yakalanacaktır; nesne-olarak-özne sadece özne-olarak-nesne için vardır fakat yabancılaşmada özne-olarak-nesne, kendisini ‘kendi’siz bir şey olarak deneyimler. Düşünen-Ben olarak değil dışsal bir bakış olarak deneyimler ve bu bakışın imlediği bir nokta yoktur. Bunu Hegel’in köle-efendi diyalektiği formülasyonuna benzetebiliriz:
Kölede eksik olan şey onun kişiselliğinin tanınmasıdır: ama kişisellik ilkesi evrenselliktir. Efendi köleyi kişi olarak değil, tersine “kendi”siz bir şey olarak görür, ve kölenin kendisi bir “Ben” değerinde geçerli değil, tersine efendi onu görür. [1]
Öznenin bizzat kendisini deneyimlerken ‘kendi’siz bir şey olarak görmesi, Düşünen Ben’in onu oluşturan nesnesi olarak toplumla kurduğu ilişkide bir yarık oluşturur. Dolayısıyla bu yarık öznenin toplumsallığını edilgen bir konuma vardırır, bu edilgenlik düşüncede zorunluluk yaratır ve öznenin yaşadığı topluma yabancılaşmasını derinleştirir.
Düşünce a priori olarak harekete içkindir. Bu yüzden düşünce nesnesini ancak ve ancak hareketle aşabilir. Düşünmek bir eylem olduğundan ve insanlar bir toplum içinde düşünmek zorunda olduğundan düşünme eylemi politiktir, dolayıyla özne düşündüğü sırada politik iklimin koşullarına göre sınırlandırılacak ve buna göre düşünecektir. Düşünce kendisine karşıt konumlanmış teze anti-tez öne sürerken kullandığı nesnesini aştığında özgürlüğüne kavuşacaktır. Bu anlamda düşünce taraflıdır ve öznenin bakışına göre şekillenecektir. Özne-olarak-nesne tarafından öne sürülecek bir düşünce nesne-olarak-özne konumundan aynı anlamı ifade etmeyebilir ya da karşıt düşünce geliştirilmesi gereken, muhalefet edilmesi gereken bir düşünce olarak görülebilir. Özne-olarak-nesne bir taraf olabilir fakat nesne-olarak-özne konum olmak zorundadır, çünkü yalnızca Düşünen-Ben’in bakışında vardır. Karşıt daima vardır ve ilişkilenme için gereklidir. Bu karşıtlığın olanaklı olması dilin doğumuna sebebiyet vermiştir.
Nesnelliğin Öznede Izdırap Olarak Deneyimlenmesi
Özne-olarak-nesne’nin yabancılaşması yalnızca Düşünen Ben’in kendisine dışsal bir konumdan bakış atmasından kaynaklanmaz, bu yabancılaşmanın ardında yatan bir diğer unsur ise duygulanımlardır. Duygulanımlar kültürlere ve toplum biçimlerine göre şekillenmiştir. Bu bakımdan her duygu kendi içerisinde o duyguyu oluşturan koşulların (yani toplumsal ilişkiler bütününün) hakikatini barındırır. Duygulanımlar öznel olmasına karşın nesnellik dolayımıyla özne tarafından deneyimlenir. Her özne kendi yaşamında toplumsal ağlar sayesinde diğer özneler ile iletişime geçer ve bu iletişim sonucunda kendi öznelliğini yeniden tanımlar, bu döngü durmaksızın devam eder. Özne içinde yaşadığı toplumun ekonomik koşulları, politik iklimi ve kültürel koşulları gereği kaçınılmaz olarak şahsi sorunlar yaşayacaktır. Bu şahsi sorunlar öznede duygular uyandırmaktadır, ve tabii bu duygular da düşündeler üretmeye olanak tanıyacaktır. Her duygu kendi içinde düşünce, her düşünce de kendi içinde duygu barındırır. Bu yüzden duyguların ve düşüncelerin diyalektik hareketi tıpkı özne ile nesnenin diyalektik hareketi gibi işler. Duygu ve düşüncelerin diyalektik hareketi, bizim nesnelliğin, yani toplumsal ağlar arası ilişkilerin, öznelliğe olan etkisini gözlemleyebilmemize olanak tanır. Bu gözlem sonucunda politik mücadele mümkün kılınır çünkü öznelerin şahsi sorunları aslında gerçekten göründüğü kadar şahsi sorunlar değildir, bu sorunların altında yatan toplumsal nedenler vardır ve bunlar o toplumun politik ve kültürel koşullarına göre toplumsal ağlar arasında gizlenmiştir. Öznenin deneyimlediği duygular ve bu duyguların düşünceler ile girdiği diyalektik hareket sonrası, nesnel gerçekliğin öznellik tarafından öznel olarak deneyimlenmesi mümkün olur. Nesnel gerçeklik çeşitli duygu durumları (ızdırap, sevinç, umutsuzluk, çaresizlik vb.) olarak öznenin bireyselliği içerisinde sıkıştığı için bu duygu durumunu deneyimleyen özne tarafından, deneyimlenen duygu durumunun etken nedeninin toplumsal ağların özne üzerinde yarattığı baskı ve zorunluluklar olduğu anlaşılmakta zorluk yaşanır. Bu zorluk yabancılaşmayı derinleştirir ve öznelerin sorunlarını çözmek için politikaya yönelmesini engeller. Tek tek özneler deneyimledikleri duyguların altında ezilirken, bunun sorumlusu olarak içinde yaşadıkları toplumun koşullarını göreceği yerde çaresizlik içerisinde kendileriyle yapayalnız kalırlar. Bu duygu durumları ve bunların deneyimlenme biçimi ayrıca incelenmelidir fakat bu yazının konusu gereği sadece ızdırap duygusu ile ilgilenmekle yetineceğim.
Bu duyguların arasında özneye hakikati en yoğun deneyimleme olanağı sağlayan duygu ızdıratır çünkü ızdırap nesnel gerçeklik tarafından özneye dayatılan acıdır. Izdırap özneye acı, keder, hüzün gibi olumsuz duygulanımlar yaşatırken hakikatin söyleyeceklerini barındırır. ızdırap konuşamayan, eyleme dökülemediği için henüz dile gelmeyen hakikattir çünkü ızdırap öznenin yoğun bir şekilde deneyimlediği nesnel gerçekliktir. Özne bunu yoğun bir acıyla kendi öznelliğinin sınırları içerisinde yaşarken, bunun nesnelliğin bir ifadesi olduğunu görmekte zorlanabilir.
Son zamanlarda artmakta olan yoksulluk intiharlarının en büyük sebebi, insanların onların içinde yaşamak zorunda olduğu toplumun nesnel koşullarının onların öznelliğine yaptığı tahribattır. Her geçen gün bu intihar haberlerine bir yenisi eklenirken bu insanların deneyimlediği öznel ızdırabın çaresizlik olarak vuku bulması elbette onların sorumluluğunda değildir. Bu ızdırabın öznel deneyimi sonucunda çaresizlik duygusu ortaya çıkar fakat bu çaresizlik duygusunu ortadan bertaraf edebilecek bir politik mücadele biçimi olmadığı için öznenin ızdırabı kendi bireyselliğine sıkışır. Halbuki bu ızdırabın asıl sorumlusu özne değildir, özne kendi üstündeki yüklerden sorumlu değildir. Tam da bu yüzden ızdırap nesnel gerçekliğin hakikatini içinde barındırmaktadır. Bugün gündemde sıkça gördüğümüz intihar haberlerinin özünde yatan gerçeklik budur. Öznelerin deneyimlediği ızdırap duygusunun kendilerine değil, dışa yani bu ızdırabın asıl kaynağına odaklanması gerekir ve bu şahsi sorunları politikaya yöneltmekle mümkündür.
[1] Hegel, Mantık Bilimi. İdea Yayınevi. Çev: Aziz Yardımlı
Tebrikler Mert, yazını çok beğendim. Düşünme eyleminin akıl ile mi yoksa duygu ile mi veya ikisi de varsa, hangi oranlarda var oldukları konusunda hala düşünüyorum. Bu düşüncelerime Senden de katkısı olacağını düşündüğüm birkaç cümle buldum. Teşekkürler.