Can Çekişen Küresel Akçe
“Komünizmin sonu tarihsel bilincimize yeni mecazlar getirdi: Mağluplar değil kurbanlar hatırlanır oldu; bir tek mücrimlerle kurbanlar kaldı geriye. Günümüzde, geçmişin aktörlerinin kamusal bellekte yer edinebilmesi için “kurban” statüsü kazanması gerekiyor” (Traverso, 2018: 97).
Travma ve mağduriyetin sahnelenmesini çok iyi anlatan Kristoffer Borgli’nin yönetmenliğini yaptığı İlgi Manyağı filminden (2022) söz etmek istiyorum. Film, son derece sıradan bir hayatı olan Signe’nin (Kristine Kujath Thorp) kendisini kurbanlaştırarak ön plana çıkarmaya çalışmasının öyküsünü anlatıyor. Bir gün kafede çalışan Signe, bir köpeğin saldırısına uğrayan bir kadına cesurca ilk müdahaleyi yapar ve onun müdahalesi kadının hayatının kurtarılmasında kritik rol oynar. Bu olay 2 hafta Signe ve çevresince konuşulur. Daha sonra öğreniriz ki Signe hikâyeyi kendisine göre değiştirmiştir, saldırıya kimsenin müdahale edemeyip sadece kendisinin bu yürekliliği gösterdiğini anlatırken aslında olay esnasında yanına kimseyi yaklaştırmadığını görürüz. Bu ilk yalanı olmayacaktır. Signe kendisine yönelik ilgi sönümlendiğinde ciddi bir cilt hastalığına yol açtığını öğrendiği tuhaf bir ilacı muazzam dozlarda almaya başlar. Cildinde iç burkan yaralar yaratan bu ilaç, Signe’yi ilgi odağı haline getirir. Hastalığı nedir? İyileşecek midir? Hem bahtsız görünür hem de onu gururla taşır. Signe acı çekmek, handiyse kurban olmak ister ama bunu sahnelemeden yapmak istemez. Tıpkı Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet Benol’un dediği gibi, “Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum”. Erkek arkadaşı Thomas ile sevişmelerinde Thomas’ın onu baştan çıkarmak için söyledikleri dikkate değerdir. Fanteziye göre, Signe’nin cenazesi kalabalıktır; onu yaşamında inciten insanlar, Signe hastanede yatarken onu ziyarete gelmeyen bir arkadaşı ve babası cenazeye alınmaz; görünüşe göre bu intikam Signe için çok keyiflidir. Film boyunca kendisini mahveden bu ilacı kullanacak olan Signe, kariyerinde bir adım yükselmek için her seferinde adeta bedeninden bir tuğla çekecektir; kendisini eksilttiği kadar yükselecektir, ta ki sınırlarına ulaşıp tükenene kadar. Thomas’ın dediği gibi, “kim bir hastalıktan kendisine kariyer yapmayı başarabilirdi ki?” Signe’nin diğer fantezisi ise tüm yaşadıklarının aslında bir yalan olduğuna dair itirafına dayanır. Hayalinde kendisini bu hale getiren ilacı bile isteye içtiğini gazeteci arkadaşına anlatır; arkadaşı da kitabını yaz, diye ısrar eder. Signe bu tavsiyeye uyar ve nihayetinde Signe’nin kitabı Knut Hamsun ile kıyaslanan kalitede bir çok satan olur. Kendisini kurbanlaştırarak bir değer ürettiği yetmez, o kurbanlaştırmanın aslında bir kandırmacadan ibaret olduğunu itiraf ederek daha fazla değer üretir. Televizyon programlarına katılır, herkes onu konuşur. En azından fantezide böyledir.
Ama filmde gerçekleşen şey fantezisi değildir. Signe, onu cildinin bozuk haliyle kabul eden bir şirkete model olmak için gittiği katalog çekimi sırasında kanlar içinde yığılıp kaldığında kimse ona yardım etmez. Fakat onu çekime hazırlayan modacı ekipten biri ayağı kayıp yere düştüğünde herkes çocuğun etrafında pervane olur. Signe’ye de yalnızca ambülans beklemek düşer. Bunlar trajikomik sahnelerdir çünkü çeşitliliğe saygılı olduğunu iddia eden şirket, istihdam ettiği engelli ya da normların dışında kalan modellere adeta engelleri veya farkları yokmuş gibi davranırken aslında derdi bu isimleri bünyesinde barındırmakla övünerek gösteri dünyasına kapsayıcı bir imaj sunmaktan ibarettir[1]. Örneğin söz konusu şirket, görme engelli bir modeli işe almıştır, fakat iş ortamını ona da uygun bir hale getirmek yerine, her şeyi olduğu gibi bırakarak, ona görüyormuş gibi muamele eder. Signe için ambülans çağırılması gereken acil durumda bile telefon öylece onun eline tutuşturulur. Zira mağduriyet piyasasının derdi mağduriyetlerin giderilmesi değil sinik bir mesafede kalarak mağduriyetten değer yaratılmasıdır. “Bu sinizm, dolaysız bir ahlaksızlık konumu değildir, daha çok ahlaksızlığın hizmetine koşulmuş bir ahlaktır” (Žižek, 2011: 45). Signe’nin sorunu kurban olmaktan zevk alması değil kendini parçalayacak kadar ileri gitmesidir. Piyasayı yanlış anlamıştır o, kurban olmanın kimi zararsız gösterilenlerine/imlenenlerine sahip olmakla yetinmeyerek doğrudan, harfi harfine kurban olmaya çalışmıştır. Aşırı özdeşleşme kendi olumsuzuna dönüşmüştür. Signe, tüm bu olanlardan sonra nihayetinde sevgilisini, arkadaşlarını, her şeyini kaybeder. Bu açılardan İlgi Manyağı, sadece -belki Munschausen’dan mustarip- bir narsistin hikayesinden fazlasıdır, genel olarak kültür endüstrisinde başat bir hal almış olan rekabetçi mağduriyeti anlatır.
Günümüzde kişinin bir değer üretmesi, kabul görmesi ya da tanınması ancak travmalarıyla, sergilediği yaralarıyla mümkün görünür. Üstelik gündelik dile sirayet etmiş sonsuz bir psikolojikleştirme işlemi sürer ve bunun acı meyvesi de en banal davranışlarımızın bile uçlaştırılarak skandal veya kahramanlık niteliğine bürünmesidir. Bunun dayandığı ideolojik konum; öznelerin, içinde bulundukları dönemin koşulları ve maddi ilişkileri dolayımında kurulduğu gerçeğini mistifiye ederek onları yalıtık olarak ele alır. Oysa yalıtık olduğu varsayılan özneler, aslında piyasa mantığına tabi olduklarından, onlara atfedilen psikolojik tanımlar adeta sahneye çıkıp bir ölüm kalım mücadelesine girişirler; duygular, mağduriyetler, travmalar da her biri kendi ağırlığına göre bu arenada tartılır, kimlikleşir, onları belli bir hiyerarşik dizgeye oturtan dönemsel ve mekânsal güç ilişkilerine göre yapılandırılır. Bu dizge ekseninde tartıda ağır gelen mücadeleyi kazanır. Buna rekabetçi mağduriyet piyasası diyebiliriz. Bugün görünürlük talep edilmiyor bizden, “ne düşünüyorsun?” diye itirafa zorlayan, uykuları kaçıran, dikkati çalıp kendine bağımlı kılan siber uzamın ufak uyarıcılarının tehdidi yok yalnızca. Bir de kimi zaman mevcut bile olmayan yaraların, travmaların sahnelenip satışa sunulmasını talep eden bir sistem bulunuyor.
Kurbanlık akçesi rekabetçi bir değer ürettiği sürece, toplumsal sorunlar psikolojikleştirilip yalıtılacaktır. Bu noktada bilhassa utanç duygusunda yaşanan değişim çarpıcıdır. Normal koşullarda yüzümüzde çıkan bir yaranın bizde uyandırdığı utanç duygusu yer yer bizleri insan içine çıkmaktan bile alıkoyarken, Signe bilhassa bu yarayı sahnelemekten ve bunun insanlar üzerinde yarattığı şoke edici etkiden keyif almaktadır. Signe yalnızca bu şekilde bir hikâyeye sahip olacağını düşünür, hayatta bir iz bırakabilmesinin koşulu kendine zarar vermektir. Robert Pfaller, utanç hissinde yaşanan bu değişimi incelerken günümüzde utanç duygusundan gurur duyulmaya başlandığını gözlemler. Oysa utanç, yine Pfaller’e göre, kusuru veya ayıbı gizleme hissini beraberinde getiren bir dayanışma olagelmiştir. Bu hissin günümüzde böylece özelleştirilmesi sonucunda, adeta utanç bile utanmazlaşmıştır artık. Robert Pfaller’in deyimiyle, “Normal durumlarda ve konuya ilişkin psikanaliz literatüründe kişinin utancından utandığını görürüz. Günümüzde ise insanlar adeta bu utanç hissini kaybetmişler ve bilfiil utanmak istiyorlar”. Zira kendilerini ancak böyle özel hissedebilirler. Keza, utanç uyandıran travma da aslında aksine bilinç düzeyinde öyle kolayca sahnelenemeyen, ilk tanışmada kolaylıkla söylenen bir isim gibi zikredilemeyen bir şeydir. İfade edilebilir hale gelebilmesi ciddi bir çalışma gerektirir. Travma sahnelenmek istemez, bastırıldığı için istemsizce bir anda ortaya çıkmanın, fışkırmanın, söylenemeyenin, yani bilinçdışının dilini bilir yalnızca.
[1] Bu noktaya dikkatimi çektiği için Öznur Karakaş’a teşekkür ederim.