Demokratik kazanımların gün geçtikçe eridiği, kamusal değerlerin anlamını yitirdiği gündelik hayat deneyiminin bu momentinde ses ve sessizlik üzerine düşünmek elzem hale gelmektedir. Özellikle ötekiler kategorisine sabitlenen ve bu kategorik şiddet ekseninde çıkma olanağından yoksun olan Suriyeli göçmen/mülteci deneyiminde bu kavramların kurucu bir politik hatla kesiştiği göz ardı edilmemelidir. Agamben’in şu alıntısı meseleyi daha açık hale getirmeye katkı sağlayacaktır: “Kafka’nın ‘Sirenlerindeki en korkunç silah da ses değil; sessizliktir (“şimdiye dek hiç olmadı ama şu durum asla düşünülemeyecek bir şey olmayabilir: birisi kendisini bunların sesinden kurtarabilir fakat sessizliklerinden asla”).’ Ulysses’in neredeyse insanüstü zekâsı tam da Sirenlerin sessizliğini fark etmesine ve bunlara “sadece bir siper olarak” kendi kurnazlığıyla karşı koymasına dayanıyor.”[1] Demokratik pratiklerin aşınmasına paralel bir okuma ile Türkiye’deki Suriyeli deneyimi, kendi anlatısını henüz başkasının diline dökemeyen dahası kendi anlatısını kendi diline dökebilmeye cesaret edememiş veya imkan bulamamış bir sessizlik hali olarak belirginleşmektedir. Yaşamak için asgari paydan hakkını alamayanlar olarak Suriyeli mülteci/göçmen/sığınmacılar -daha önemlisi Suriyeli insan kategorisi- tuhaf bir sessizliğe gömülmüş durumda. Hep ‘üzerine’ veya ‘adına’ konuşulanlar olarak bu insanların (mültecilerin, göçmenlerin) sesleri pek çok şeyin olduğu şu zamanda, gürültülü bir lakırdı içinde kaybolmaktadır. Doktora araştırmasını Hatay, Mersin ve Ankara etrafında yaşayan Suriyeli mültecilerle yaparken, başka birkaç şehre de geçtiğimden, sürekli karşılaştığım sessizlik hali, kendi anlatısını henüz bulamayan deneyim olarak bir sessizlik pratiğinin tesis edildiği izlenimini güçlendirmişti. Bir kentte hasbelkader iş bulmuş genç bir kadın “benim arkadaşım yok, ev ve iş, sadece bu” diye dört yıllık Türkiye deneyimini anlatıyordu. Bir başkası sadece bir arkadaşı olduğunu ve ara sıra onun evine gittiğini fakat onun taşınmasından sonra arkadaşı da kalmadığını belirtiyordu. Bir anne ise çocuklarını okula göndermekten çekindiğini çünkü dil bilmediği için tatsız olaylarla karşılaştığını belirtiyordu. Değişik yelpazede bu türden pek çok örnekle karşılaşınca bunun izlenimden ziyade somut bir çerçeveye sahip olduğunu fark etmemek mümkün değil. Dahası herhangi bir haber kanalının, açar açmaz ayrımcı bir düzenek olarak işler görünen kocaman medya ahalisiyle, aktörlerinden basit bir Twitter gezintisine çıktığınızda herhangi bir devlet memuruna veya bir köyde karşılaştığınız sıradan köylülere kadar Suriyeliler, Türkiye’de ‘müstakbel ötekiler’ olarak yerini almaktadır.[2] Bu ötekilik halinin karakteristik özelliği ise, gittikçe şiddeti artan ayrımcılık türlerinin çoktan dolaşıma sokulmuş olmasının yanı sıra temel bir sessizlik deneyimi olarak belirginlik kazanmasıyla ilişkilidir. Toplumsal hayatın farklı alanlarına yayılmış ve sayıları resmi olarak milyonları aşmış olan bir topluluğun deneyim tarihi, sessizlik üzerinden farklı bir biçimde yazılmaktadır. Üstelik hayatta kalanlarının (survive) yaşamaya devam etmek için kendi sessizliklerini siper edinmesinden başka bir seçeneği de pek mümkün görünmemektedir. Dahası iş bulma, ev veya barınma, dil becerisi edinme gibi büyük problemler diğer meselelerle birlikte sessizliğin ruhsal arınma veya kendini dinlemek yerine, gittikçe bir kader haline geldiği şu zamanda, başka bir sessizlik tarihiyle de kesişmektedir: Türkiye’de kamusal sessizliğin temel bir yurttaş pratiği olarak belirginleşmesiyle… Diğer unsur ise en alt düzeyde iş ve güvencesizliğin tuhaf bir iş disiplini olarak seyrettiği bir gündelik hayat pratiği, Suriyeli olmanın olağan biçimi haline gelmesiyle ilişkili olmaktadır. En kötü işlerde en az parayla emek piyasasının müstakbel aktörleri olmaktadırlar.
Konuşmanın bir izleği bulunabilir fakat susmanın bir izleği nasıl olur diye düşünmek uzun zamandır kafa yorduğum bir mesele oldu. Bu noktada politikanın bir tür işitilmemiş olana dair olduğunu ifade eden Ranciere, günümüzde yönetenlerin ihtiyaç duyduğu şeyin net biçimde hesaplanmış nesnel mecburiyetlerin kişilerin ihtiyaç ve arzu dünyasına neyi dayattığını işaret etmek olduğunu söyler. Dolayısıyla uzlaşı sözcüğünün anlamı burada ortaya çıkar. İlgili taraflar arasında bir mutabakat sağlayan tartışma ve karşılıklı konuşmanın erdemlerini teşvik eder gibi görünür fakat asıl anlamı bu değildir. Uzlaşı; verilere ve sorunların çözümlerine bakıldığında tartışılacak hiçbir şeyin olmadığını herkesin tespit etmesi anlamına gelir.[3] Bir bakıma söze gerek yoktur. Bu aynı zamanda kendi iddiasını istikrarsızlaştıran bir şeyi ima eder. Uzlaşı, bu biçimiyle bir veri ve tartışma konvansiyonunda sözünü söylememe, söyleyememe meselesidir. Bunun ilginç yanı güncel politikada Suriyeliler, veriler üzerinden basit bir sayıdan ibaret bir insani deneyim olarak göz önünde bulundurulmaktadır. Burada gerçekte Suriyeli insanların sözü yoktur. Çünkü bu uzlaşı içinde sayılara dökülmüş veriler dışında bir nitelik yoktur. Ronald H. Coase iktisatçılara bir eleştiri mahiyetinde sarf ettiği ve benim günümüz kalkülatif değer skalasında insan deneyimlerini anonimleştiren toplumbilimcilere uygun olduğunu sandığım şu sözleri yeterince etkileyici görünür: “Verilere yeterince işkence ederseniz doğa her zaman itiraf eder.”[4] Bu sözü çok tahrif etmeden ‘sayılara yeterince işkence ederseniz istediğinizi elde edersiniz veya istediğinizi söyletirsiniz’[5] gibi bir ifadeye dönüştürdüğümüzde, sadece sayı veya veriler üzerinden kolektif bir politikanın imkanı pek mümkün görünmemektedir. Suriyelilerin gündelik yaşam pratiklerinden bireysel varoluşlarına, iş yaşamındaki ve kültürel arenadaki yerlerine kadar pek çok şey sayılar ile verilere indirgenmiş olduğu için, bu kolektif politikayı daha da aşındırmaktadır. Kamusal söz söyleme ediminin gittikçe bir hesap mantığı ve sayısal analiz hadisesine dönüştüğü şu zamanda iki sessizlik türünün birbiri karşısında büyüme potansiyelinin oldukça muhtemel olabileceğine dikkat çekmeliyiz. Yerleşik konumda olan yurttaşın kendi sessizlik maliyetini yabancı olarak Suriyeli mülteci/göçmen grubundan çıkarttığını; bunun da büyük bir öfke ile seslendirildiğini belirtmem gerekiyor. Türkiye toplumu için suskunluğu her gün yeniden keşfetmek nevrotik bir norm haline gelmişken; sesi çıkan her birey ‘normalden sapma’ ile etiketlenip toplumun genel temayüllerinden dışlanmakla tehdit edilmekte iken; sahada şiddetli ayrımcı retorikler, yurttaş olanlar veya yerleşik kamunun çoğu faili tarafından paylaşılmaktadır. Suriyelilerle ilgili kısma gelince, toplumsal duyarlılık noktalarının tuhaf bir STK’cılık zihniyetiyle acemice tesis edildiği; kültürel, toplumsal ve dilsel farklarından kaynaklı “toplumsal alanın derin kenarları”na gömülmüş oldukları koşullarda mevzilenebilecekleri ancak bir sessizlik hali olarak kalmaktadır. Türkiye toplumunda gittikçe sözün yoksullaşmasına paralel olarak sayıdan ibaret görülen bu insanların sessizliği korkunç bir ateş olarak fark ettirecektir kendisini. Türkiye yurttaşlığının kurucu niteliğinin bir sessizlik mutabakatı olup olmadığı ve Suriyelilerin deneyiminin bu yapısal problemle ilgili olabilir mi gibi bir soruyla bu yazıyı bitirmek uygun olur sanırım. Son söz yerine Suriyelilerin seslerinden kurtulabiliriz belki ama sessizliğinden koca bir toplum olarak asla kurtulamayacağımızı belirtmek elzem olmaktadır.
[1] Agamben, G. (2013). Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İsmail Türkmen, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s.76
[2] Araştırmayı yaptığım esnada Ankara Altındağ ilçesinde Suriyelilere karşı bir şiddet olayı patlak verdi.
https://bianet.org/bianet/nefret-soylemi/248615-ankara-altindag-da-suriyeli-multecilere-saldiri
[3] Ranciere, J. (2017). Uzlaşı Çağına Notlar, çev. Didem Tuna, İstanbul: Sel Yayınları, ss.15-18
[4] Coase, R. H. (1995). Essays on Economics and Economists, Chicago: University of Chicago Press, p.27
[5] Prof. Dr. Ertuğrul Rufayi Turan yorumu