Sokağa çıkma yasağı altındayken, siyasetin özünün hâlâ Hobbes’un tanımlamış olduğu haliyle yaşandığını görebiliyoruz: Bazı insanlar diğerlerine ne yapacaklarını söylüyor.
Bunun bir savaş olduğunu işitip duruyoruz. Gerçekten öyle mi? Mevcut krizin savaş zamanı hissini vermesini sağlayan şey, normal bir siyasi argümanın bariz bir şekilde eksik oluşu. Başbakan [Boris Johnson], televizyona çıkıp özgürlüklerimizin kısıtlanmasıyla ilgili ulusa karamsar bir sesleniş yapıyor, muhalefet lideri ise buna destek olmaktan başka bir şey yapmıyor. Parlamento, çalışabildiği ölçüde, sadece önergelerin üzerinden geçiyor sanki. İnsanlar evde sıkışmış, kavgaları ise haneye indirgenmiş durumda. Ulusal birlik hükûmetinden bahseden bir konuşma yapılıyor. Her zamanki bildiğimiz siyaset ortadan kayboldu.
Ancak bu, siyasetin askıya alınması anlamını taşımıyor. Derinlerde yatan daha ham bir şeyi su yüzüne çıkarmak için siyasi hayatın bir katmanını yüzmek anlamına geliyor. Demokraside siyaseti “desteğimizi almak için farklı partiler arasında yürütülen bir yarışma” olarak algılamaya meyilliyiz. Siyasi hayatın “kim” ve “ne” sorularına odaklanıyoruz. kim oylarımızın peşinde, bize ne sunuyorlar, bundan kim fayda sağlayacak vs. Seçimleri bu tartışmaları çözmeye yarayan bir yol olarak görüyoruz. Ancak, bütün demokrasilerde, daha büyük sorular hep “nasıl“la ilgilidir. “Hükûmetler onlara verdiğimiz bu olağanüstü güçleri nasıl kullanacaklar? Bu güçleri kullandıklarında bizler nasıl karşılık vereceğiz?”
Bu sorular, siyaset teorisyenlerinin zihnini daima meşgul etmiştir. Ancak şimdilerde o kadar da teorik sayılmazlar. Mevcut krizin gösterdiği üzere, siyasi varoluşa dayanak oluşturan başlıca olgu, bazı insanların diğerlerine ne yapacağını söylemesidir. Modern siyasetin neredeyse tamamının merkezinde yer alan şey bireysel özgürlük ile kolektif tercih arasında takastır. Ülkenin gerçek bir iç savaşla yerle bir edildiği 17. yüzyılın ortalarında filozof Thomas Hobbes tarafından tanımlanan Faustyen pazarlıktır bu.
Hobbes’un bildiği gibi, siyasi hükmü uygulamak vatandaşlar üzerinde yaşam ve ölüm gücünü elinde tutmaktır. Bu gücü birine vermemizin tek sebebi, bunun kolektif güvenliğimiz için ödememiz gereken bedel olduğuna inanmamızdır. Ancak bu, aynı zamanda, ölüm kalım meselesi olan kararları tamamıyla kontrol edemeyeceğimiz insanlara emanet ettiğimiz anlamına da gelir.
Mevcut krizin gösterdiği üzere, siyasi varoluşa dayanak oluşturan başlıca olgu, bazı insanların diğerlerine ne yapacağını söylemesidir. Modern siyasetin neredeyse tamamının merkezinde yer alan şey bireysel özgürlük ile kolektif tercih arasında takastır. Ülkenin gerçek bir iç savaşla yerle bir edildiği 17. yüzyılın ortalarında filozof Thomas Hobbes tarafından tanımlanan Faustyen pazarlıktır bu.
Birincil risk, buna maruz kalanların onlara söylenenleri yapmayı reddetmesidir. Tam da bu noktada, elimizde sadece iki seçenek vardır. Ya insanlar devletin elindeki cebri güçler vasıtasıyla itaat etmeye zorlanır ya da siyaset büsbütün çöker; ki bu, Hobbes’un en çok korkmamız gerektiğini ileri sürdüğü sonuçtur.
Bir demokraside, yaptığı hatalardan ötürü siyasi liderleri cezalandırmak için bir sonraki seçimi bekleme lüksüne sahibiz. Ancak temel hayatta kalma hususları tehlike altındaysa bu yetersiz bir avuntudur. Nispeten, bu pek öyle cezalandırma da sayılmaz. Siyasetçiler işlerini kaybedebilirler, her ne kadar birkaçı bu durumda hepten muhtaç duruma düşse de. Bizler ise hayatlarımızı kaybedebiliriz.
Bu seçeneklerin çıplaklığı, genellikle konsensüsü sağlamaya dönük demokratik buyrukla gizlenir. Bu durumu hala yaşıyoruz. Hükûmet, kararlarını sağduyulu tavsiyeler diliyle sunmak için elinden geleni yapıyor. Hala sağlam yargılarda bulunmak için bireylere bel bağladığını söylüyor. Ancak diğer Avrupa ülkelerinin tecrübelerinin gösterdiği üzere, kriz derinleştikçe çıplak gerçekler daha da belirginleşiyor. İtalyan belediye başkanlarının evde kalmaları için insanlara bağırdığı görüntüyü bir izleyin. “Bana oy ver yoksa payımıza düşen diğer kader yaşanır” rutin bir demokratik siyaset örneğidir. “Bunu yap yoksa” siyaseti en ham haliyle demokratik siyasettir. Bu noktada diğer herhangi bir siyasetten çok da farklı gözükmüyor.
Bu kriz, diğer acı gerçekleri de su yüzüne çıkardı. Ulusal hükûmetler gerçekten önemli ve kendinizi hangisinin yönetimi altında bulduğunuz da cidden önem taşıyor. Pandemi küresel bir fenomen olmasına ve birçok farklı yerde benzer şekilde deneyimlenmesine rağmen, hastalığın etkisi büyük ölçüde hükûmetlerin bireysel olarak aldığı kararlarla şekilleniyor. Ne zaman harekete geçileceği, ne kadar ileri gidileceği konusundaki farklı görüşler, hâlâ hiçbir ulusun aynı tecrübeye sahip olmadığını gösteriyor. Her şey olup bittikten sonra kimin haklı ve neyin yanlış olduğunu görebileceğiz. Ancak şu an için ulusal liderlerimizin insafına kalmış durumdayız. Bu Hobbes’un uyarmış olduğu başka bir konu: her türlü siyasetin merkezinde keyfiyet unsurundan kaçınılamaz. Bu keyfiyet, bireysel siyasi kararın keyfiyetidir.
Bu kriz, diğer acı gerçekleri de su yüzüne çıkardı. Ulusal hükûmetler gerçekten önemli ve kendinizi hangisinin yönetimi altında bulduğunuz da cidden önem taşıyor. Pandemi küresel bir fenomen olmasına ve birçok farklı yerde benzer şekilde deneyimlenmesine rağmen, hastalığın etkisi büyük ölçüde hükûmetlerin bireysel olarak aldığı kararlarla şekilleniyor.
Demokrasiler, tecrit halindeyken diğer siyasi rejimlerle ortak yanlarını sergilerler: burada da siyasetin tamamen bir güç ve düzen unsurundan ibaret olduğunu anlayabiliriz. Ancak aynı zamanda bazı temel farklılıkları da görmeye başlarız. Konu demokrasilerin daha iyi, daha nazik ve daha hoşgörülü yerler olmaları değil. Böyle olmayı deneyebilirler ancak en sonunda bu böyle sürüp gitmez. Aksine çok zorlu seçimler yapmak demokrasilere daha zor gelir. Önlem alma [Pre-emption] (işler şiddetlenmeden önce bir sorunu ele alma kabiliyeti) bugüne kadar hiç demokrasilerin güçlü yanı olmadı. Hiçbir seçeneğimiz kalmayıncaya kadar bekleyip sonra duruma uyum sağlıyoruz. Bu demek oluyor ki demokrasiler böyle bir hastalık anında eğrinin gerisinden başlayacak, her ne kadar bazıları diğerlerine göre arayı kapatmakta daha iyi olsa da.
Krizleri kabullenmek Çin gibi otokratik rejimlere de zor gelir, ta ki buna mecbur kalana kadar. Demokrasilerin aksine, bu kötü haberleri, işlerine öyle geldiğinde daha uzun süre gizleyebiliyorlar. Fakat eylem kaçınılmaz olduğunda demokrasilerden daha ileri gidebiliyorlar. Çin’deki sokağa çıkma yasağı, hastalığı katı bir biçimde önlem alma yoluyla bastırarak başarılı oldu. Demokrasiler de bir o kadar gaddar olma kapasitesine sahip, 20. yüzyılda topyekûn savaşlar yürütürken bunu gösterdiler.
Lakin savaştayken düşman tam karşınızdadır. Bu pandemi süresince hastalık nereye vardığını sadece günlük enfeksiyon ve ölüm listelerinde gösteriyor. Demokratik siyaset, gölgede yürütülen boksa dönüyor: Devlet, hangi bedenlerin gerçekten tehlikeli olduğunu bilmiyor.
Demokratik adaptasyon ve otokratik gaddarlık arasında yaşanan bu gücün kullanımı üzerine çekişme hepimizin geleceğini şekillendirecek. Hobbes’un aşağı yukarı 400 yıl önce kaçmaya çabaladığı korkunç ve şiddet içeren dünyadan çok uzaktayız. Ancak siyasi dünyamız hâlâ Hobbes’un aşina olacağı türden bir yer.
Bazı demokrasiler daha hızlı adapte olmayı başardı: olası taşıyıcıların yoğun takibi ve geniş çaplı denetimi sayesinde Güney Kore’de hastalık kontrol altına alınıyor. Ancak bu durumda rejim, vatandaşlarının kolektif hafızasını da şekillendiren 2015 MERS salgınıyla başa çıkma deneyiminden faydalandı. İsrail de birçok Avrupa ülkesinden daha iyi bir iş çıkarıyor denebilir, ancak daimi savaş haline benzer bir durumda yaşıyorlar zaten. Eğer bir şeye çoktan adapte olmuşsan uyum sağlamak daha kolaydır. Süreç ilerledikçe durumu telafi etmeye çalışırken adapte olmak çok daha zordur.
Küresel siyaset, son yıllarda bazen adeta teknokrasinin rakip formları arasındaki bir seçenek olarak karşımıza çıktı. Çin’de tek partili bir devlet tarafından arka çıkılan mühendisler devleti var. Batı’da demokratik sistemin kısıtlamaları içerisinde hareket eden ekonomistler ile merkez bankaların mensuplarının hükmü sürüyor. Bu da asıl seçimlerin “geniş-kompleks ekonomik ve sosyal sistemlerin nasıl yürütüleceğiyle ilgili teknik kararlar” olduğu algısını yaratıyor.
Ancak son birkaç haftadır başka bir gerçeklik kendini dayatıyor. Nihai kararlar, cebri gücün nasıl kullanılacağı üzerine. Bunlar sadece teknik sorunlar değil. Biraz keyfiyet kaçınılmaz. Demokratik adaptasyon ve otokratik gaddarlık arasında yaşanan bu gücün kullanımı üzerine çekişme hepimizin geleceğini şekillendirecek. Hobbes’un aşağı yukarı 400 yıl önce kaçmaya çabaladığı korkunç ve şiddet içeren dünyadan çok uzaktayız. Ancak siyasi dünyamız hâlâ Hobbes’un aşina olacağı türden bir yer.
The Guardian’da yayımlanan yazıyı Tual Şekercigil Türkçe’ye kazandırdı, Öznur Karakaş çeviriyi redakte etti.
Çeviri ilk olarak Tual Şekercigil’in şahsi bloğunda yayımlandı.