“Dünya bizi mahveder ama aynı dünya mahvoluşumuzu, hayali değil, gerçek deneyimlerle telafi eder”. – Crispin Sartwell
2019 yılının Haziran ayında yayımlanan Neoliberal İktidar ve Özne adlı kitabımı karşı-tutum, eleştiri ve özgürlük üzerine yazdığım bir bölüm ile bitirmiştim. Bugün, içinden geçmekte olduğumuz süreci dikkate alarak bu bölümün temel noktalarını Covid-19 salgını bağlamında yeniden ele almak istiyorum. Eve kapandık mı, kapatıldık mı, özgürlüğümüzün önündeki engel nedir, neden “dışarı” çıkamıyoruz? Bu sorulara dair anlayışımızı genişletme çabalarına bir katkı sunmayı umuyorum.
Foucault’ya göre “özgürleşme, gene özgürlük pratikleriyle denetlenmesi gereken yeni iktidar ilişkilerine kapıyı açar.”
Öncelikle Foucault’nun “özgürleşme” ve “özgürlük pratikleri” kavramlarını nasıl ele aldığını hatırlayalım. Foucault “yönetimsel iktidar zinciri”nde bulunan bir insanla, “kendini bir baskı mekanizması tarafından gizlenmiş, yabancılaştırılmış ve mahkûm edilmiş”[1] bulan bir insanın durumunu ayırır. Örneğin bir sömürge halkı için söz konusu olan “özgürleşme süreci”dir, ancak bu özgürleşme sürecinden sonra, “özgürlük pratikleri”nin gerçekleşeceğinin bir garantisi yoktur. Zira, Foucault “tahakküm” ve “iktidar” ilişkilerini ayırır ve Foucault’ya göre “özgürleşme, gene özgürlük pratikleriyle denetlenmesi gereken yeni iktidar ilişkilerine kapıyı açar.”[2]
İçinde bulunduğumuz durumun salgın sonrası basitçe evden çıkarak özgürleşeceğimiz bir durum olmadığı ve evden çıktığımızda icra edilmesi gereken “özgürlük pratikleri”nin neler olması gerektiği üzerinde düşünmeliyiz. Eğer bunu yapamazsak dönüp dolaşıp geleceğimiz yer yine ve yeni bir tür “kapanma” olacaktır (kelimenin tam anlamıyla ve/veya “ruhsal” olarak). Bu bağlamda “özgürlük pratikleri” ile “kendilik kaygısı” ve “etik” arasındaki ilişkiye eğilmemiz gerekiyor. “Özgürlük etiğin ontolojik koşulur. Ama etik özgürlüğün aldığı düşünülmüş biçimdir”[3] diyen Foucault, Antik Yunan’da etik ile “kendilik kaygısı”nın ilişkisini ele alırken bilinçli bir özgürlük pratiği olarak etiğin, “kendin için kaygı duy” buyruğunda şekillendiğini[4], özgürlüğün iyi bir ethos’a, iyi bir karaktere sahip olmak şeklinde tezahür eden “bir olma ve davranma biçimi” olduğunu ve kişinin hem kendisi hem de ötekilerle olan ilişkisini kendisi üzerinde iktidar uygulayarak icra ettiği bir sanat olduğunu belirtir.[5] Bu bağlamda diyebiliriz ki, yaşamını bir sanat şeklinde yaşayan biri için amaç ne olursa olsun “hayatta kalmak” değil “etik” bir şekilde yaşamaktır ve bu türden bir yaşam başkaları için de kaygı duymayı kapsayan ilişkisel bir pratiktir. Başkalarını tahakküm altına alma eğilimi insanın kendisi için doğru anlamda kaygı duymamasından, kendi üzerinde iktidar uygulayamamasından ve nihayetinde ölümden gereğinden fazla korkmasından kaynaklıdır. Dolayısıyla “kendilik kaygısı tamamıyla ölümün kabullenilmesinde… odaklanabilir, hatta belli bir noktaya kadar sanki ölüm arzusuna bile dönüşebilir.”[6]
Öncelikle Foucault’nun “özgürleşme” ve “özgürlük pratikleri” kavramlarını nasıl ele aldığını hatırlayalım. Foucault “yönetimsel iktidar zinciri”nde bulunan bir insanla, “kendini bir baskı mekanizması tarafından gizlenmiş, yabancılaştırılmış ve mahkûm edilmiş” bulan bir insanın durumunu ayırır.
Bu bakış açısını bizim güncel durumumuza uyarladığımızda aslında “özgürleşmemiz” gerekenin eve kapalı olma hâlinden ziyade, eve kapanmamızla sonuçlanan neoliberal yaşam tarzımız, arzularımız, tutkularımız, iştahlarımız ve korkularımız olduğu üzerinde düşünmeliyiz. Bir ‘survival of the fittest’ düzeneği olan neoliberal yaşam tam da ölüm korkusundan köken alan arzu ve iştahların güdümünde şekillenen ve kamusal “iyi”yi ve “bilgi”yi değil “kâr”ı arayan bir mekanizmaya dönüşmüş durumda. Bunun çok güncel ve traji-komik örneklerinden biri salgın nedeniyle zor günler geçiren, güvencesiz ve güvensiz koşullarda çalışmak zorunda kalan Amazon işçilerinin “dildo zarurî bir ihtiyaç değildir, lütfen yalnızca zarurî şeyleri sipariş edin!” diye açıklama yapmak zorunda kalmasıdır. Bir diğer örnek eve kapanan beyaz yakalıların whatsapp gruplarında, podcastlar’da vb. yatırım yapılacak hisse senetleri üzerinde spekülasyona başlamasıdır. Bu iki tuhaf reaksiyon aslında bildiğimiz anlamda geleceğin ortadan kalktığı bir durumda kalan insanların bir yandan hâlâ o eski finansal yollarla geleceğe yatırım yapmaya çalışırken (yani bir anlamda ölüm korkusuyla “gelecek” satın almaya çalışırken) bir yandan da kendilerine anlık tatmin verecek araçlar peşinde koşmaya devam etmesidir. Seks oyuncakları ve hisse senetleri… Kamusal, ilişkisel ve faydalı (en azından zarurî) olmayan tatmin araçları… Oysa tam da son kırk yıllık çalışma ve üretim biçimimiz, yatırım ve tüketim alışkanlıklarımız, küreselleşme ve finansal balonlar bizi bu duruma soktu. Bu krizi bu türden reaksiyonlarla atlatmamız ise pek mümkün görünmüyor.
Yaşamını bir sanat şeklinde yaşayan biri için amaç ne olursa olsun “hayatta kalmak” değil “etik” bir şekilde yaşamaktır ve bu türden bir yaşam başkaları için de kaygı duymayı kapsayan ilişkisel bir pratiktir.
Foucault’nun ele aldığı anlamda “kendilik kaygısı”nı günümüze uyarladığımızda, bunun insanların (örneğin kâr hedefiyle ya da kendi geleceklerini güvence altına almak/satın almak için debelenmek suretiyle) yalnızca kendileri ile ilgilenmelerine değil, adaletli ve eşitlikçi bir düzen kurmak üzere müşterekleri ve dayanışmayı esas alan yeni öznellik ve yaşam biçimleri tahayyül etmeye tekabül etmesi gerektiğini ileri sürebiliriz. Zira, neoliberalizm insanları yönetilebilir nüfusun bir parçası yapmak için onların “tutumlarını” ve “seçimlerini” yönlendiren, insanları zorla ve baskıyla değil, özgürlükleri ve öznellikleri üzerinden yöneten bir rejimdir. Neoliberal özne üzerinde tahakküm uygulanan bir yönetim nesnesi değil, iktidar mekanizmalarının üzerinden işlediği bir yönetim ortağıdır.
Aslında “özgürleşmemiz” gerekenin eve kapalı olma hâlinden ziyade, eve kapanmamızla sonuçlanan neoliberal yaşam tarzımız, arzularımız, tutkularımız, iştahlarımız ve korkularımız olduğu üzerinde düşünmeliyiz.
“Neoliberal yönetim mekanizmaları ‘bireysel’ düşüncelerin, tutumların, arzuların, hesapların ve rasyonalitenin ‘makro(ekonomik)’ hedefler, hesaplar ve rasyonalite ile bağlanması suretiyle hem bireyler hem de nüfus üzerinde işletilir. Bu iktidar ilişkileri alanında devlet de ‘soğuk bir canavar’ ve tekil bir fail olmaktan ziyade, yönetimsel iktidar ilişkileri çerçevesinde oluşup işlev gören dinamik bir yapıdır.”[7] Bu bağlamda, mevcut iktidar ilişkilerine direnmek ancak öznenin kendisini kuran bilgi, iktidar ve etik yapılarını, arzu ve korkularını sorgulaması ile mümkün olabilir. Franco ‘Bifo’ Berardi, Ruh İş Başında adlı kitabında arzunun doğal bir veri olmadığını, toplumsal arzunun kültürel olarak şekillendirildiğini, 1980’lerin başından beri politik alanın tersyüz oluşunun ve kapitalizmin zaferinin kolektif arzu yatırımlarındaki dönüşümle ilgili olduğunu ve siyasal eylemin öncelikle toplumsal arzu yatırımlarındaki bir kayma olarak idrak edilmesi gerektiğini söyler.[8] Peki, değişimi tahayyül ve arzu edip gerçekleştirmek için eksik olan ne?
Bu çok önemli bir soru, zira 1980’li yıllardan itibaren bireysel ve toplumsal alan serbest rekabet, yatırım, girişimcilik, beşerî sermaye, kâr ve mülkiyet edinme güdüleri ile yapılandırılırken, kayıpların en önemlisi homo politicus, yani politik öznellik oldu: toplumu ve bireyleri iktidarsız bırakan, politik eylemliliğin tahayyül dahi edilememesi. Çok uzun bir zamandır demokrasi girişimci-demokrasisine, seçmenler de yatırımcı-seçmenlere dönüşmüş durumdalar. İnsanlar neoliberal ekonomi ve serbest piyasa programlarını en iyi şekilde uygulayacağını düşündükleri partilere ve dolayısıyla mevcut ekonomik büyüme paradigmasına yatırım yapmaktalar. İnsanlar politik eylemlerini “sosyal sorumluluk”, girişimcilik, hayırseverlik, mentorluk, kişisel gelişim vb. gerçek bir dönüşüm potansiyeli taşımayan “mümkün” ve “makbul” eylemler kümesi içinden seçiyorlar. Zira neoliberal özne ancak gerçek siyaset alanının dışında kalarak ekonomik ve toplumsal düzenin içinde kalabiliyor.
Berardi’nin salgınla ilgili son konuşmalarında vurguladığı gibi somut bedenin virüsle birlikte kendini dayatması bir şok etkisi yaratmıştır. Zira, virüs bedeni neoliberal biyopolitik yapıya özel bir şekilde bağlayan düzeneğe tüm hesapları alt üst eden bir şey olarak girmiştir.
Yaşam risklerin ve getirilerin hesaplandığı bir portföy yönetim sürecine dönüşmüş (meslek, evlilik, çocuklar, arkadaşlar, hobiler, tüketim alışkanlıkları, sosyal medya bağlantı sayıları ve etkileşimleri, spor aktiviteleri, estetik ameliyatlar, ‘fitness&wellness’ kültürü vb.); finansallaşma bir yaşam biçimi ve ideoloji haline gelmiş, düşünmenin yerini de hesap yapmak almıştır. Bu nedenle Berardi’nin salgınla ilgili son konuşmalarında vurguladığı gibi somut bedenin virüsle birlikte kendini dayatması bir şok etkisi yaratmıştır. Zira, virüs bedeni neoliberal biyopolitik yapıya özel bir şekilde bağlayan düzeneğe tüm hesapları alt üst eden bir şey olarak girmiştir.
Biz eve kapanmadan önce de bir “kapanma” hali içindeydik.
Belki de yaşadığımız şok için şükretmemiz gerek. Bugünlerde sık sık Crispin Sartwell’in Edepsizlik, Anarşi ve Gerçeklik adlı kitabı aklıma geliyor. Sartwell’e göre, bir yandan anlam ararken bir yandan da boğazına kadar anlama batmış olmak mümkündür. Bu bence tam da bizim “neoliberal anlam” dünyamızda yaşadığımız bir sorun. Sartwell şokun ortaya çıkardığı şeyin bir benlik hikâyesi değil bir hayvan olduğunu, şokun bizi hayatımız etrafında ördüğümüz ucuz romandan (biz buna neoliberal öznelliğimizin “hakikat” dünyası diyelim) kurtulmaya çağırdığını ve bize dünyanın kırılganlığını gösterdiğini vurgular. Şok bize fiziksel gerçekliğimizi hatırlatmakla kalmaz, bunu iliklerimize kadar hissetmemizi sağlar. Ayağına bowling topu düşüren biri (ya da virüsün hasta ettiği biri) “gerçek” gerçeğe uyanır. Hastalık, acı, yas ve ölüm bizi gerçekliğe döndürür.[9] Öğrenmemiz gereken en temel gerçek ise (finansal ve dijital dünya bize bunu unutturmuş olsa da) ölümlü ve son derece kırılgan olan bir bedene sahip olan “çıplak hayat”lar olduğumuz. Hem şokun ortaya çıkardığı hayvani yanımız hem de “çıplak hayatımız” yeniden yaşam ve siyaset alanına girdi ve bu sefer bunları doğru şekilde ele almalı, siyaseti ve ekonomiyi dönüştürmelerini sağlamalıyız.
Öte yandan, içinde bulunduğumuz durumdan çıkmak ne yalnızca bedensel ne de yalnızca öznel bir süreçle mümkün. İçinde bulunduğumuz durumdan entelektüel, etik, politik, kolektif ve en önemlisi sanatsal bir hamle ile çıkabiliriz (elbette tek bir hamleden bahsetmiyorum). İnsanların kendilerini belirli deneyimler yaşayan bir özne olarak kuran iktidar yapıları ve bu yapılar içindeki faillikleri üzerinden düşünmeleri, yaşam ile kurdukları ilişkiyi değiştirmeleri gerekecek. Sürekli olarak daha çok para kazanmaktan, yatırım yapmaktan, servet biriktirmekten, tüketmekten, yemekten, seyahat etmekten, ötekilere göre daha fazla yaşam hakkı elde etmeye çalışmaktan, yani nicel yaşamdan, nitelikli yaşama geçmeleri gerekecek. Bu belki daha kısa bir ömür sürmemiz anlamına da gelebilir.
İnsanların kendilerini belirli deneyimler yaşayan bir özne olarak kuran iktidar yapıları ve bu yapılar içindeki faillikleri üzerinden düşünmeleri, yaşam ile kurdukları ilişkiyi değiştirmeleri gerekecek.
Biz eve kapanmadan önce de bir “kapanma” hali içindeydik. Önce bunun farkına varmamız elzem. Mevcut iktidar alanında beden nerede olursa olsun (şirkette, ofiste, fabrikada, hastanede, üniversitede, sivil toplum kuruluşunda, evde, akıl hastanesinde, mülteci kampında, müzede, kütüphanede, spor salonunda, güzellik merkezinde vb.) ekonomik bir ruha hapsolmuştur. Kentler birer rant ve tüketim alanı olarak tasarlanmış durumda, neredeyse AVM’ye gitmekten başka yapabileceğimiz hiçbir şey yok, çalışmak kendimizi inandırdığımız tüm başarı ve girişimcilik hikâyelerine rağmen güvencesiz ve gelecek vadetmeyen işlerde kendi kendimizi işletmek/sömürmek demek, cinsellik toplumsal cinsiyet rollerinden bağımsız olarak deneyimleyebileceğimiz bir özgürlük alanı değil; her türlü duygu, ilişki, eğlence, arkadaşlık vs. piyasalaşmış ve birer yatırım nesnesine dönmüş durumda ve biz bu dünyaya geri döndüğümüzde “dışarı”ya çıkmış olacağımızı düşünüyoruz. Hayır, gerçekte bir “dışarı” yok. Yeniden hayal kurmaya başlamalıyız.
Salgının etkilerinden kurtulmanın, ekonomi, politika, etik, “bilgi” (ve bilim) alanında neoliberal iktidar ilişkilerinden özgürleşme ile çok ilgisi var. Hatta tam da bu özgürleşme eylemi bir özgürlük pratiği olarak tezahür edebilir. Zira bunun temelinde bireyleri birer ekonomik özne yapan/buna indirgeyen iktidar yapılarına yönelik sağlam bir eleştiri eylemi olmalı. Bireyin “başkalarıyla bağlarını koparan, cemaat yaşamını bölen, bireyi kendi üzerine kapanmaya zorlayan ve kısıtlayıcı bir biçimde kendi kimliğine bağlayan”, “bireyselleşmenin yönetilmesi”ne dayanan ve “bilgi, beceri ve kalifikasyonlara” bağlı olan iktidar biçimini sorgulamalı ve buna karşı mücadele etmeliyiz[10].
Her türlü duygu, ilişki, eğlence, arkadaşlık vs. piyasalaşmış ve birer yatırım nesnesine dönmüş durumda ve biz bu dünyaya geri döndüğümüzde “dışarı”ya çıkmış olacağımızı düşünüyoruz. Hayır, gerçekte bir “dışarı” yok. Yeniden hayal kurmaya başlamalıyız.
Şimdi ve burada, işçiler ücretli izin alamıyor, beyaz yakalıların kapandıkları evlerden bir daha işlerine dönüp dönemeyecekleri belli değil. Özelleştirilmiş sağlık sistemleri çöktü. Hepimiz aşılar ve önleyici tıp yerine pahalı ilaç ve tedavilere yatırım yapan özel ilaç üreticilerinin kurbanı durumundayız. Kâr odaklı dev teknoloji platformları daha şimdiden devletle işbirliklerini derinleştirip yakın gelecekte en temel yaşamsal ihtiyaçlarımız için onlara muhtaç olmamızı sağlamanın peşindeler, bir yandan binlerce işçi alımı yapıyorlar, ancak robot teknolojilerine ve otomasyona yaptıkları yatırımlarla neden olacakları işsizlikle kıyaslandığında bu devede kulak bile sayılmaz. Tüm çalışan sınıfları kullan-at geçici işçilere (beyaz yakalılar ‘freelance’ diyor buna) çeviren trend iyice yükselişe geçti.
Bu bağlamda kolektif politik öznelliğimizi ve toplumsal politik bedeni de yeniden canlandırmak son derece kritik. Ancak kolektif siyasi canlılık yaşamı, ekonomiyi, toplumu ve özneyi dönüştürebilir. Ancak siyasi bir varlık gösterebilen insanlar demokratik ve özgür bir dünya kurabilirler. Dolayısıyla, bu yazıyı yaklaşık bir yıl önce kitabımın sonunda yaptığım çağrıyı tekrarlayarak bitirmek istiyorum:
“… direnişi, hem içeriye (öznel alana) hem de dışarıya (toplumsal ve ekonomik alana) doğru baskı yapan; özneyi ve toplumu kuran sınırları zorlayan, çerçeveyi kıran ve aşan bir eylem olarak düşünebiliriz. Ancak verili kimlikleri ve rolleri reddeden, iktidar mekanizmalarının işleyişini bozan, iktidarla kurdukları ittifakı sona erdiren ve kendileri tarafından da başkaları tarafından da yönetilmeyi/işletilmeyi reddeden insanlar bir “karşı-toplum” oluşturabilirler. Böyle bir toplumda hayal gücü ve yaratıcılık için alan açılabilir.
İhtiyacımız olan siyaset, mevcut hukuk düzenini, ekonomik sistemi ve neoliberal demokrasinin işleyişini değiştirmeyi hedefleyen ve iktidarı, gücü, kaynakları ve birikimi eşitçe paylaştırmayı teklif eden yeni bir siyaset türüdür. Neoliberal şirket-devlet iktidarını geri çekilmeye zorlama hedefi olan güçlü bir siyaset tarzının ve aklının nasıl oluşturulacağı bizi bekleyen en büyük mücadelelerden biridir. Bu yeni siyaset, bilinçli bir örgütlenme ve çabalar bütünü olarak anlaşılmalıdır. Var olan kolektif alanları, mekânları, faaliyetleri ve örgütleri savunmak, yenilerini yaratmak ve toplumla siyaset arasında yeni bir alan inşa etmek, ancak belirli bir adanma ve düzenli bir çalışma ile gerçekleştirilebilir. Bu da ancak bireysel ve kolektif olarak etik-politik bir tutum benimsemekle mümkündür…
Neoliberalizmin sonunu getirecek olan ekonomik krizler değil, yeni bir dünya yaratma hedefi olan özgürlük pratikleridir”.[11]
[1] Foucault, M., Özne ve iktidar, (I. Ergüden, O. Akınhay, Çev.), (İstanbul: Ayrıntı, 2011), 223.
[2] Age, 224.
[3] Age, 225
[4] Age, 226.
[5] Age, 228-230.
[6] Age, 231-232 ve ve Coşkun, B., Neoliberal İktidar ve Özne: Foucault’nun İzinde Güncel Bir İnceleme, (İstanbul: Notabene, 2019), 280.
[7] Coşkun, B. Neoliberal İktidar ve Özne, 18.
[8] Berardi, F., Ruh İşbaşında: Yabancılaşmadan Otonomiye, (F. Genç, Çev.), (İstanbul: Metis, 2012), 123 ve Coşkun, B. Neoliberal İktidar ve Özne, 281.
[9] Sartwell, C., Edepsizlik, Anarşi ve Gerçelik, (A. Yılmaz, Çev.), (İstanbul: Ayrıntı, 2015).
[10] Foucault, M., Özne ve iktidar, 62-63.
[11] Coşkun, B. Neoliberal İktidar ve Özne, 289-290.
Bir arkadaşım vasıtasıyla yeni tanıdım sizi. Böylesine derinlemesine ele almış olduğunuz yazınız durumumuzu tekrar gözden geçirmemizi sağladı. Aslına bakarsanız biz muhalif insanlara göre yazdığınız yazı şöyle yorumlanır, ‘duygularıma tercüman olmuş’. Bencilleşmiş ve otomatikleşmiş ‘önceki yaşam’ ımızdan ders alınarak çıkılamazda aynı şekil devam ettirilmeye çalışılırsa o zaman yandık çünkü devrimi yapmak için farketmek gerekir. Teşekkürler.
Merhaba sayin Coskun, harika bir yaziydi. Biyografiniz de bu anlamda ilginc, hem finanz ve cesitli stratejik alanlarda pratik deniyim ve hem de teorik birikim bu anlamda harika bir sentze olmus. Maalesef bazi akadmisyenler ya da entellektüerlin en büyük eksikligi bu pratik deniyim.
en yakin zamanda kitabinizi da temin edecegim.
Viyana dan saygi ve sevgilerimi sunarim
Ramazan Yaylali