Ali Rıza Taşkale, Yakın Doğu Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak görev yapıyor ve orada toplumsal, kültürel teori üzerine dersler veriyor. İlgi ve araştırma alanları neoliberalizm ve günümüzdeki yönetimsellik biçimlerinden, spekülatif kurgu/finansa, alternatif geleceklerden ve radikal tahayyüllere kadar uzanıyor. Çalışmaları, New Political Science, Contemprary Poltical Theory, Theory, Culture & Society, Journal for Cultural Research and Third Text gibi dergilerde yayımlandı. Bunun yanında 2016’da Routledge Yayınları tarafından yayımlanan Post-Politics in Context adlı bir kitabı bulunuyor. Kitabın Türkçe çevirisi Neoliberal ve Militarist Post-Politika adıyla Notabene yayınları tarafından yayınlandı.
Koray Kırmızısakal: Merhaba, öncelikle söyleşi talebini kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Hemen konuya girmek istiyorum. Hatta biraz da provokatif olsun diye şu formda bir soruyla başlayayım isterseniz. Özellikle bilimkurgu, distopya, neoliberalizm üzerine yazdıklarınızı takip ediyorum. Son zamanlarda kült bir bilimkurgu filminin (Blade Runner, 1982) devam filmi olarak 2017’de gösterime giren Blade Runner 2049 üzerine de yazdınız ve orada spekülatif kurgunun mahiyetinden bahsediyordunuz. Spekülatif kurgu terimini neden özellikle tercih ettiğinizi merak ediyorum. Eski kafalı biri gibi görünmeyi göze alarak şöyle sormalıyım: spekülatif kurgunun ayırt edici özelliği nelerdir, bilimkurgudan nasıl ayrılır? Darko Suvin’ci tanımıyla BK, bilişsel yadırgatmadır, peki spekülatif kurgu ne yapar? (Sorunun provokatif kısmı geliyor) Radikalce sormak gerekirse, “spekülatif kurgu da neyin nesi?”, sizce neden her şeye (finans, materyalizm, kurgu) spekülatif demeye başladık artık?
Ali Rıza Taşkale: Öncelikle, bu söyleşi için çok teşekkür ederim. Çocukluğumdan beri sinemaya büyük bir hayranlık duyuyorum. Doğup büyüdüğüm şehirde eskiden iki sinema vardı, her hafta olmasa da sık sık film izlemeye gider, projeksiyonun bana aktardıklarıyla eve döner, sonra o görüntüleri kendimce anlamlandırmaya çalışırdım. Sinemaya duyduğum bu ilgi ve merak, daha sonra akademide de peşimi bırakmadı. 2014 yılından beri sinema ve teori dersleri veriyorum. Hepsi belirli bir tema üzerinden seçilmiş filmlerle sinemaya “teorik” bir gözle bakmaya çalışıyorum. Sosyal ve kültürel teorinin film pratiğinde nasıl gerçekleştiğiyle ilgilendiğim için sinemanın sosyal ve siyasal sorunların, tarihsel olayların incelenmesinde kullanılabilecek sanatsal bir performans olarak değeri beni çok etkiliyor. Çünkü sinema aslında tanısal bir müdahale. Hem sorunları teşhis ediyor hem de toplumsal bir eleştiri işlevi görerek o sorunlara müdahale ediyor. Derste gösterdiğim her film bir vaka çalışması hüviyetinde olduğu için, sinema ve toplum arasındaki ilişkiyi gerçeklik ve tahayyüle dayalı iki yönlü bir ilişki olarak inceliyorum. Yani sinema hem gerçekliği yaratıyor hem de tahayyülü serbest bırakıp zenginleştiriyor. Sinema varoluşa ve toplumsal değişime yönelik bir bilinç inşa edebilen insanların tahayyüllerine musallat olmayı becerebildiği sürece, bize hem şimdi hem de gelecekte oluşacak olan topluma dair çokça işaretler vermeye devam edecek. Bu işaretlerin peşinden gitmeyi seviyorum.
Spekülatif kurguya, bilim kurgu sinemasına duyduğum ilgi de geleceğe dair bu işaretleri filmler ve romanlar üzerinden takip etmekle başladı ilk kez. Daha önce de bilim kurgu izlerdim. Fakat, senin de bahsettiğin, 2017 tarihli Blade Runner 2049’u izledikten sonra geleceğe dair bir şeyler yazma isteği iyice arttı. Ve sonra gelecek – ki bu şu an içinde yaşadığımız koşullar nedeniyle daha çok “tehditkâr bir gelecek” olarak karakterize edilebilir – üzerine düşünüp yazma hevesi beni iyiden iyiye cezbetmeye başladı. Şu anda neoliberalizmin ve finans kapitalizminin spekülatif kurguyla arasındaki “mantıksal” ve “diyalektik” ilişkisine dair iki araştırma üzerinde çalışıyorum. Evet, bu ilişki mantıksal ve diyalektik, çünkü spekülatif finans ve özellikle serbest piyasanın işleyişi ile spekülatif kurgunun işleyişi birbirine benziyor. Basitçe ifade etmek gerekirse, bugün dünyamız sadece iklim aciliyeti ve çevresel yıkımlarla karakterize edilmiyor; aynı zamanda serbest piyasa ve finansallaşmış kapitalizm tarafından giderek daha fazla egemenlik altına alınıyor, baskılanıyor. Bu anlamda, finansallaşma, Christian Marazzi’nin de belirttiği gibi, çağdaş kapitalizmin nasıl organize edildiğini anlamanın bir yolu. Ancak, finans kapitalizminin günümüzdeki tezahürleri, yirminci yüzyılda gerçekleşen finansallaşmanın diğer tüm aşamalarından daha farklı bir temelde işliyor. Aradaki fark, 1970’lerden ve yeni finansal araçların yükselişinden bu yana, finansın kurgusal niteliklerinin yoğunlaşması. Başka bir deyişle, çağdaş finansallaşma – her ne kadar öznellik, eylem biçimleri ve toplumlar üzerinde ciddi maddi etkileri olsa da – tamamen spekülatif.
Finansın önceki biçimleri, bugün olduğundan daha kapsamlı bir şekilde üretimle bağlantılıydı. LiPuma ve Lee’nin belirttiği gibi, “finansal türevler ve spekülatif sermaye, para biçiminin küresel dolaşımında bir araç ve aracı olarak durmaktadır. Bu her zaman böyle değildi. Tarihsel olarak, spekülatif sermaye, önce artı değer, sonra da rakibi olarak mevcut sermaye biçimlerinden ortaya çıktı”. Bunun sonucunda da yeni piyasaların ve finansal araçların patlaması, finansal düzenin, ekonomi politik süreçlerde benzeri olmayan, gerçek üretimden bir derece özerkliğe sahip olmasına izin verdi. Spekülatif finans çağına tarihsel geçiş, Bretton Woods’un sona ermesi ve serbest dalgalı para birimlerinin oluşturulması, döviz dolaşımına dayalı finansal türev piyasasının gelişimi ve türevlerin temeldeki maddi varlıklardan ayrılmasıyla ve giderek küreselleşen üretim süreçlerinin ürettiği yeni finansal risk biçimleriyle 1970’lerin başında başlar. Finans çağı, bu nedenle, üretim olmaksızın kapitalist kâr birikimi ile karakterize edilir. LiPuma ve Lee bunu “dolaşım kapitalizmi” olarak tanımlıyor: piyasa, “üretimden korunmaktan dolaşımda bahis oynamaya” doğru hareket ediyor. Kısacası, finans çağı, finans sektörünü, meta üretimi ve ticaretinin sözde reel ekonomisinden giderek daha fazla ayırarak, “serbest yatırım fonlarının, önde gelen yatırım bankalarının ve büyük şirketlerin finansal bölümlerinin elinde bulunan devasa, üretime yönelik olmayan ve sürekli genişleyen mobil, göçebe ve fırsatçı sermaye havuzu”nun büyümesiyle sonuçlanıyor. Ancak bu ayrım, kapitalist birikim sürecinin sömürücü doğasını hafifletmek bir yana, mülksüzleştirme yoluyla birikim süreçlerini daha da hızlandırıyor ve artı değeri yukarı doğru yeniden dağıtıyor. Randy Martin’in de gözlemlediği gibi, spekülatif sermaye halihazırda ipotekler, sağlık sigortası, öğrenci kredileri ve kredi kartı borçları yoluyla topluma nüfuz ettiğinden, günlük yaşamın temel koşulu olarak istikrardan riske geçişle sonuçlandığından, günlük yaşam da aynı şekilde finansallaştırılıyor. Bu yolla, spekülatif finans, çeşitli soyut şiddet biçimlerini gizlemeye veya normalleştirmeye hizmet ediyor: kişisel ve yakın bir düzeyde, bu tür şiddet biçimleri, gündelik varoluşun finans ve borçla ilişkili teknolojiler, ideolojik normlar gibi boyunduruk altına alan süreçler vasıtasıyla tatbik ediliyor.
Bu bağlamda, spekülatif finansın ve serbest piyasanın ekonomik, politik ve toplumsal alanda her yerde bulunmasına rağmen, soyut doğasını temsil etmek bir o kadar önem kazanıyor. Diğer bir deyişle, spekülatif finansın ve serbest piyasanın soyut şiddet biçimlerini algılanabilir kılacak şekillerde analiz edilmesi, temsil edilmesi, yadırgatılması gerekiyor. İşte böyle bir gerçeklik karşısında, spekülatif kurgu türleri, çağdaş finansal varoluşumuzla ilgili benzersiz ve olağanüstü bir eleştirel bakış sunuyor. Steven Shaviro’nun vurguladığı gibi, spekülatif finans alternatif gelecekleri kapatmak için uğraşırken spekülatif kurgu alternatif olasılıkların önünü açmaya ve daha da çoğaltmaya çalışır. Bu nedenle, spekülatif kurgu, spekülatif finansın ve serbest piyasanın kaçınmaya çalıştığı şeyi yapıyor: onların çelişkilerini ve şimdinin içinde saklı olan olasılıkları ortaya çıkarıyor. Özetle, spekülatif finansın ve serbest piyasanın kendisi de bir anlatı olduğundan, spekülatif kurgu, onları yaratan bu anlatıları deşifre edip hegemonik olarak güçlenmelerinde kritik rol oynayan kültür düzeyinde her ikisine de meydan okuyabilen bir güce sahip. Spekülatif kurgu perspektifinden finansal “spekülasyonun” ne anlama geldiğini sorgulayarak, spekülatif kurgunun spekülatif finansın gizlemek istediği şeyleri görmemize yardımcı olabileceği yolları bulmanın yanı sıra, yarattığı yapısal şiddetin haritasını da çıkarabiliriz.
Bu noktada, senin sorduğun, spekülatif kurgu neyi farklı yapıyor sorusunun cevabı da netleşmiş oluyor. Spekülatif kurgu spekülatif finansın soyut şiddetini görünür kılıyor, ancak günümüzde, birkaç yazar dışında, bilim kurgunun artık böyle bir amacı var mı, işte ondan emin değilim. Özellikle günümüzde istisna değil de kural olan otoriter ve baskıcı yönetimlerin, şirket kapitalizminin ekonomik, siyasal ve toplumsal alanlardaki kapsayıcılığı/tahakkümü, onların soyut doğasının temsiline yönelik yeni talepleri de beraberinde getiriyor demiştik. Başka bir deyişle, baskıcı ve eşitsiz sistemlerin ve şirket kapitalizmlerinin soyutlamalarını algılanabilir kılacak ve yadırgatacak şekilde analiz edilmesi ve temsil edilmesi, spekülatif kurguyla mümkün bugün. Margaret Atwood’u takip edersek, spekülatif kurgu, “az çok eldeki araçları kullanıyor ve bu dünyada geçiyor”. Diğer bir deyişle, spekülatif kurgu, tahayyüle ve tasvire dayanır ve olay örgüsü ve geçtiği ortamlar ampirik olarak gözlemlenebilir, sosyal ve teknolojik eğilimlere çok daha yakın bir tonda resmedilebilir. Spekülatif kurgu, bu anlamda, finans kapitalin, şirket kapitalizminin, otoriter sistemlerin gelecek vizyonunda bulunan baskı ve şiddete direnebilir ve bize alternatifler sunabilir. Kısaca söylersek, spekülatif kurgu sadece günümüze içkin yapısal ve soyut iktidar şiddetini okunaklı hale getirmekle kalmaz, aynı zamanda bunlara karşı çıkacak “karşı gerçeklikler” de sunar. Bu yüzden, spekülatif kurgu, verili düzenlerin içkin eleştirisinin “yol gösterici ilkesi” olarak işlev görür kanımca. Bu haliyle, Robert Markley’nin de belirttiği gibi, teknolojik değişimlerin insanlık üzerindeki karmaşık etkilerini ciddi bir şekilde ele alan ve finans kapitalizminin ve serbest piyasanın ekolojik yıkıma götürdüğü Dünya gerçeğiyle yüzleşen tek türdür diyebiliriz, spekülatif kurgu için. Ya da Kim Stanley Robinson’u açımlarsak, spekülatif kurgu zamanımızın gerçekçiliğidir, içinde bulunduğumuz gerçekçiliği tanımlamanın en iyi yoludur.
Bu noktada şunu da belirtmek yerinde olacak: spekülatif kurgu, en iyi haliyle, verili düzenlerin anlatılarına karşı koyabileceğimiz bir dizi teknik sunar, ancak yalnızca bu kadardır: o tekniklerin ve yöntemlerin nasıl kullanılacağını öğrenmemiz gereken bir alet kutusudur. O kutudan hangi aleti alıp nasıl kullanacağımız bize bağlıdır. Bu anlamda, sınıf mücadelesinin alanı aynı zamanda söylemsel bir alansa, spekülasyon kavramının bu alanın günümüzdeki en önemli temsilcisi olduğunu söyleyebiliriz – tabii ki bu mücadelenin her zaman maddi sonuçları olsa da.
K.K: Blade Runner 2049 filmi üzerine yazmanızın bir sebebi daha var kesinlikle. O da sanıyorum paradigmadaki değişim adını verebileceğimiz bir şeydir. 1982’de siberpunk bir distopya olarak gösterime giren Blade Runner (iki yıl sonraki Neuromancer’ı önceler), başarısı bir tarafta adeta gelecek algımıza çökelen tortu işlevi gördü. Geleceği bu filmin çizdiği sınırları aşarak düşünmek epey zorlaştı. İlginçtir film 2019’da geçiyordu ya da daha doğrusu film, tahayyülündeki 2019’u bize gösteriyordu: dış gezegenlerdeki koloniler, insandan ayırt edilemeyen replikalar/androidler, ışıltılı büyük ekranlar, Asya kültürünün Amerikan tüketim kültürüyle birleştiği kalabalık, kasvetli şehirler, uçan arabalar, alt sınıflar olarak punklar vs. (2020’nin son günlerindeyiz ama halen elimizde Cyberpunk 2077 gibi bir video oyunu var ve bu kalıpları tekrarlıyor.) Peki ya 2017 yapımı Blade Runner’a ne demeli? Ne gibi farklar var ve bu bize ne söylüyor?
A.R.T: Denis Villeneuve’ün Blade Runner 2049 filmi, spekülatif kurgunun eleştirel bir araştırma yöntemi olarak işlevini ve verili düzenler ile ilişkisini anlamamızı sağlayan iyi bir örnek. Film olağanüstü görselliğinin yanı sıra sosyal ve kültürel analiz için sunduğu fikirler anlamında da zengin. 2049 her şeyden önce fikirlerle dolu bir film. Ridley Scott’ın Blade Runner filmi, Philip K. Dick’in Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? (1968) romanından uyarlanmıştı. Her ne kadar film, Dick’in romanına sadık kalmasa da insanları sömürmek ve metalaştırmak için sürekli teknoloji üreten “kapitalizmin baskıcı özünü” resmetmeyi başarmıştı. Denis Villeneuve’nin 2049 filminin ise Dick’in romanıyla yakından bir bağlantısı yok – kavramsal olarak, tabiri caizse. Orijinal Blade Runner, romanın yeniden işlenmiş ve değiştirilmiş haliydi, 2049 ise Blade Runner’da işlenen temaların bazılarına yeniden değinerek, filmi hakkını verip yer yer saygıyla yad ederek ilerleyen, bunu yaparken yeni bir hikâye de anlatmayı başarabilen bir film. Tıpkı öncülü gibi, 2049 da son derece politik bir film. Politik yönü, özellikle gelecekte oluşacak baskıcı ve eşitsiz bir şirket kapitalizminin dünyayı nasıl yok oluşa götürdüğünü göstermesinde yatıyor: İklim felaketi, bozulmuş tarımsal alanlar, kentsel çöküntü, aşırı düzeyde çevre kirliliği, neon aydınlatmalı, çok katlı ve yüksek güvenlikli siteler, uçan arabalar, parlak, devasa hologramlar ve sokaklarda yürürken yüzlerini görmediğimiz, “silik” insanlardan oluşan yığınlar. Filmin kanımca en güçlü yanı, görünüşte birbirine zıt iki karakter tarafından temsil edilen ekonomi-politiği. Bir taraftan replikaların doğuramayacakları, kendi başlarına üreyemeyecekleri şeklindeki temel öncül etrafında yapılandırılan ve gücü şirket egemenliği karşısında giderek zayıflayan devleti temsil eden Teğmen Joshi var. Joshi için replikalar – tıpkı insanlar gibi – üreyebilir ve kendilerine ait bir yaşam yaratabilirlerse, o zaman insanlarla aralarındaki katı ayrım ortadan kalkar ve insanlık, insanların özel alanı olmaktan çıkar. Joshi’nin de dediği gibi, “Her şeyin bir düzeni var, dünya türleri birbirinden ayıran bir duvar üzerine kurulu. Biz burada bunu yapıyoruz. Düzeni sağlıyoruz”. Dolayısıyla bu duvar yıkılmamalı, insanı merkeze alan ve onu bütün türlerin egemeni yapan bu sistem her ne pahasına olursa olsun korunmalı. Joshi bu yüzden, apartheid’dan, insanlar ve replikalar arasında keskin bir bölünmeden yana.
Diğer taraftan ise şirket egemenliğini temsil eden, megalomanyak zengin girişimci Niander Wallace var. Wallace daha yeni, daha itaatkâr kopyalar üreterek katekontik bir rol oynuyor filmde. Joshi’nin aksine, replikaların doğurabileceği düşüncesi onu heyecanlandıyor. Çünkü replikalar zenginlerin ve güçlülerin işlerini yapmak ve emperyalist heveslerini gerçekleştirmek için seri olarak üretilen köle iş gücü olarak çalıştırılabilirler. Onların sürekli sömürüsü, kapitalist uygarlığın kendini yeniden ürettiği bir yakıt. “Her uygarlık gözden çıkarılabilir bir iş gücünün sırtında inşa edilmiştir” derken tam da bu noktaya parmak basıyor. Yani 2049’un dünyasında, replikalar yeni ezilen alt sınıflar. Filmin gelecek tasarımında egemenlik tamamen şirketlere geçiyor, sosyal devlet tümüyle ortadan kalkıyor.
2049’u güçlü kılan, geleceğin aslında bir umuttan ziyade bir tehdide dönüştüğünü göstererek izleyiciyi uyarması. Şu bir gerçek ki, gelecekle meşgul olmanın, ona dair söz söylemenin önemli olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Nihayetinde geleceğe dair bu zorunlu söz söyleme ve eyleme ihtiyacı, bize ve yaşadığımız topluma/sisteme neler olabileceğiyle ilgili bir endişeyi dile getiriyor aslında. Ancak yine de tartışmaktan, analiz etmekten vazgeçmemek gerek, zira bizi bekleyen olası gelecekleri tartışmak, tahayyülümüzü harekete geçiren, onu güçlendiren bir siyasal eylemdir. Spekülatif kurgunun iyi bir örneği olarak film tam da bunu yapıyor ve paradigmatik “gelecek korkusu” yaklaşımlarının ve bunun günümüz toplumu ve siyaseti üzerindeki yansımalarının incelenmesi adına bize paha biçilmez bir fırsat sunuyor. Sahip olduğumuz kolektif umutlara, korkulara ses verip burada ve şimdi varoluşun nasıl olduğuna dair temel sorular sormamıza izin veren bir gelecek tahayyül ediyor. Bütün bu olumlu yanlarına rağmen, “kapitalist gerçekçiliğe” yönelik bir karşı-anlatı oluşturamıyor. Ya da şöyle ifade edeyim: film, dünyanın sonunu tahayyül eden diğer filmler gibi (örneğin, Lars von Trier’in Melankoli filmi) kapitalist gerçekçiliğe teslim olmuş gibi görünse de aynı anda kapitalizmin ötesinde bir yaşam arzusunu, anlatılardan ziyade görüntülerle ifade ediyor. Filmin şirketlere ve kapitalizme yönelik eleştirisinin tamamı anlatı düzeyinde değil ama görsel düzeyde gerçekleşiyor.
K.K: Sizce bu hâkim distopik gerçekçiliğin, spekülatif finans adı verilen sistemsel durumla ilişkisi ne boyutta? Belirleyici olanın kestirmeden çıkarımlarını yapmak tehlikeli, bunun ayırdında olarak şöyle sormalıyım: nasıl olur da sermayenin estetiği belirlediğini söyleyebiliriz? Belirleyen ya da dikte eden bir ilişkiden ziyade kendiliğinden belirlenmişliğinin hatlarını çıkarmak çarpıcı bir işlem bana kalırsa. Şöyle diyor kişi, “tabii ki hayal gücüm sınırlanmış değil, alın işte size tanıtmak istediğim distopik kurgum.” Distopik kurguların ille de sınırlı hayal güçlerinin göstergesi olduğunu söylemek istemiyorum ama burada bir çıkışsızlık var. Bu distopik gerçekçiliğin hükmü neye delalettir?
A.R.T: İlk soruyla başlayayım. Hâkim distopik gerçeklik, aslında finans kapitalizminin ve neoliberal tahayyülün gelecek tasarımının bir parçası. Dahası, ütopyası. Yani isteseler de böyle bir ütopik cennet yaratamazlardı kendileri için! Şunu kastediyorum: içinde yaşadığımız berbat gerçeklik, fütüristlerin, Silikon Vadisi gurularının ve tekno-despotların inşa etmek istediği geleceğin iyi bir özeti. Bundan daha korkunç olan ise şu: bu distopik durum bir “gerçekçilik” biçimine dönüşmüş durumda. Yani distopik kapitalizmin, ya da süregiden bir distopya olarak kapitalizmin küstah kayıtsızlığına, tarihsel miyopisine teslim olmuş gibiyiz. Şimdimiz distopik. Eğer harekete geçmezsek, geleceğimiz de distopik kalmaya devam edecek. Ya da şöyle söylersek, bizi umut dolu bir gelecek yerine tehditkâr bir geleceğin beklediğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. Leonard Cohen’in 1992’de yayınlanan The Future isimli bir albümü var. Albüme adını veren şarkıda şu sözler geçiyor: “Geleceği gördüm kardeşim / Gelecek cinayettir”. Görünen geleceğimiz maalesef bu, cinayet ve yok oluş yüklü. Ve bu şartlar altında ütopyayı tahayyül etmek imkânsız değil de zor gibi. Peki ya bilim kurgu da bu durumun sorumlusuysa? Ya bilim kurgu da bu distopik gerçekliğe teslim olmuşsa?Bilim kurguda yıllardır temsil aynı: anominin hüküm sürdüğü ve tüm dünyanın ve hatta geleceğin insanlığın düşmanları olduğu arketipik hikayeler anlatılıyor bize. Tabii bu temsil biçimlerin temcit pilavı gibi sürekli ısıtılıp önümüze konması tesadüf değil, çünkü eğlendiriyor, para getiriyor. Ancak bilim kurgu, Ursula K.L. Guin’in de dediği gibi, her şeyi oluruna bırakmayı, kaderine boyun eğmeyi değil, isyankâr olmayı istemeli. Bilim kurgunun eski duvarların üzerinden geçtiğini ve hemen yandaki duvara yöneldiğini ve onu da yıkmaya başladığını görmek istiyorum demişti Ursula K. L. Guin.
China Miéville’i yeniden yorumlarsak, otoriter veya faşist biri olmak için bundan daha iyi bir zaman olmamıştı! Dolayısıyla bu apatiyle yüzleşmek, tıpkı bugünlerde sıkça dile getirilen “yok oluş” gibi terimlerin kullanılması kadar aciliyet isteyen bir durum kanımca. Bu bağlamda, birilerinin distopyası diğerlerinin ütopyasıdır. China Miéville’in de söylediği gibi, “bir ütopyada yaşıyoruz, bizim olmayan bir ütopya”. Bizim olmadığı için de bizde yaşanma şekli daha çok distopyada, bir kıyamette yaşadığımız hissini veriyor. Bu anlamda, senin de bahsettiğin bir çıkışsızlık hissinin bizi esir aldığı doğru. Fakat bu çıkışsızlığa tepki olarak ortaya çıkan potansiyel gelecekleri iyi izlemek gerekiyor. Dikkat edersen, verili düzeni en çok rahatsız eden gelecek tasarımları, karşı-karşıya gelme, çatışma üzerinden şekillendi. Yani hiçbiri “hadi bir araya gelelim, birbirimizi kucaklayalım” gibi bir motto benimsemediler. Ortada bir taraf olduğu gerçeğini dile getirdiler. Bence bu çıkışsızlığın dönüm noktası burası: ortada taraflar var ve kendi ütopyasını bu dünyada gerçekleştirme şansını yakalayan bir taraf, gezegeni yok oluşa götürüyor. Kendi çıkarları uğruna gezegenin yok oluşunu bile göze almış taraflarla nasıl bir araya gelebiliriz ki! Spekülatif kurguda bu uyumu çok az görüyoruz. Uyumu onaylamaktansa çubuğu çatışmaya, karşı-karşıya gelmeye kırıyor. İşte bu çatışma, bu gerilim stratejisi bizim ütopyamız olmalı. Ben spekülatif kurgunun içinde bu çatışma nosyonunun, bu gerilim stratejisinin izlerini sürmeyi tercih ediyorum. Kızgınlığın, öfkenin, kızgınlık ve öfke olmadan düşünmenin olmadığı bir spekülatif kurgu düşünemiyorum zaten. Hele de bu yaşadığımız koşullarda.
K.K: Mark Fisher’ın “kapitalist gerçekçilik” kavramıyla ilgili beni korkutan şey, onun bir tür “tarihin sonu” mantrasına dönüşmüş olması. Bu mantra tekrarına ben de sık sık katıldım/katılıyorum. Fakat bu son’u aşmaya yönelik gene Mark Fisher’ın “Kapitalizm Sonrası Arzu” projesini daha fazla ön plana çıkarmak niyetindeyim artık. Elbette kapitalist gerçekçilik bir gecede çökmeyecektir, ama en azından olarak kapitalizm sonrasını arzulamayı arzulatan eserlere dönmenin ilk adım olduğunu düşünüyorum. Sizce günümüzde kapitalizm sonrasına dair perspektifler sunan kimler var?
A.R.T: Öncelikle, Mark Fisher’ın Post-Kapitalist Arzu metnini henüz okumadım. Ancak Mark’ın son eserlerinde arzu ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi, özellikle post-kapitalist arzu biçimleri yaratmak temelinde incelediğini biliyoruz. Dolayısıyla, her ne kadar Mark Fisher’ı biz hâlâ kapitalist gerçekçiliğin düşünürü olarak tanısak da onu karakterize eden niteliklerden birinin yeni bir bilinç türü yaratmada arzunun rolüne eğilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Mark Fisher, kendini post-kapitalist gelecekleri tahayyül etmeyi kolaylaştıran politik stratejileri yaratmaya da adamış istisnai bir figürdü.
Bunlara rağmen, ben kapitalist gerçekçiliğin hâlâ günümüzü açıklayan çok iyi bir hat çizdiğini düşünüyorum. Kapitalist gerçekçilik, kapitalizmin “tek geçerli siyasal ve ekonomik sistem olmakla kalmayıp aynı zamanda artık ona karşı tutarlı bir alternatifin imkansızlaştığı bir yaygın kanaatin” tahayyülümüzü ele geçirdiğine, hepimizin içine işleyen bir gerçekçilik haline geldiğine işaret ediyordu. Mark Fisher’e göre neoliberalizm, 1970’lerin sonundan itibaren kolektif yapıları, dayanışmayı, sınıf bilincini neredeyse yok ederek, bireyi “atomlaşmış bir yalıtılmışlığa terk ederek, nihayetinde tahayyülü ve bilinçdışını da sömürerek hayatın bütün veçhelerinde yerleşen bir politik konuma dönüştü. Burası çok önemli: Kapitalist gerçekçilik, siyasal katılımı ve siyasalın antagonizma ve çatışma olarak ortaya çıkmasını engelleyen bir politik konum. Ki Mark Fisher, Children of Men filmini analiz ederken, filmin, kapitalizm ve totalitarizm arasındaki içsel ilişkiyi vurgulayıp devletin nasıl da en eski biçimine, Marx’ın deyimiyle “kılıçla cübbenin utanmazca basit iktidarına” geri döndüğünü görmemize izin verdiğini söylüyordu. Ama kapitalist gerçekçilikte daha korkunç olan durum şu: dünyanın sonu yaklaşırken bile, günlük yaşamın bayağılıklarına hâlâ katlanmak zorunda kalıyoruz. Yani insanlık trajik çehresine ulaştı, fakat hiç kimse kapitalist gerçekçiliğin sıradan mutsuzluğundan kaçamıyor. Ona karşı mücadele, insanların siyasete dahil olabileceği yeni yolların icat edilmesiyle başlamalı bu yüzden. Bu da şu demek: post-kapitalist anlatılar, post-kapitalist geleceğin mümkün olduğu düşüncesi daha çok yer bulmalı kendine. Kapitalizme kaçınılmaz olarak bakmak veya onun doğal olduğunu varsaymak, tahayyülümüzü sınırlandırmak demek. Tahayyülü özgürleştirmek ise, kapitalizmin tek makul ve mümkün sistem olduğuna ilişkin kısıtlayıcı görüşe meydan okumayı gerektiriyor.
Bu sebeple, yeni gelecek anlatılarına, neoliberal kapitalizmin ötesindeki gelecekleri tahayyül etme gücünü yeniden kazanmaya acilen ihtiyaç var. Kolektif bir amaç taşıyan, bizi şirketleştirilmiş, finansallaşmış kapitalizmin dışında nasıl yeni yaşam biçimleri yaratabileceğimiz konusunda düşünmeye kışkırtan yeni gelecek öykülerimiz olmalı. Bununla birlikte, gerekli olan tek bir anlatı ya da vizyon değil, her biri potansiyel olarak başka bir dünyanın kapılarını açan alternatif geleceklerin çeşitliliği. Şunu unutmayalım ki anlattığımız hikâyelerin, yarattığımız kültürel vizyonların gerçekliğe sızma gücü var. Post-kapitalist gelecekleri düşünülebilir kılarak kapitalizme karşı çıkabilir bu anlatılar. Böylesi bir farkına varış, bizi derinleştirip zenginleştirecektir.
Spekülatif kurgunun “bilişsel yadırgatma” kapasitesinin büyüleyiciliğini düşündüğümüzde, mevcut yaşamlarımızın ötesine uzanan alternatif ufuklar tahayyül edip yaratmamıza yardım ettiğini söyleyebiliriz. Tabii, günümüzde birçok eleştiri biçimi gibi, spekülatif kurgunun da kapitalizmin hizmetine girme, onun tarafından asimile edilme riski var. Yani, spekülatif kurgu her zaman geleceğe dair ilerici vizyonlar sunmayabilir bize. Fakat, Sherryl Vint’in dediği gibi, bu tür gelecek vizyonlarını geliştirmek, anlatıları çoğaltmak yine bizim elimizde.
Dolayısıyla, spekülatif kurgu, geleceği çıkmaz alternatiflerden geri almada bize önemli fırsatlar sunuyor. Şu anda hükmeden şirket kapitalizmini sorgulayan yeni potansiyel gelecekler nihayet ortaya çıkıyor. Kim Stanley Robinson’un yeni kitabı The Ministry for the Future’ı (Gelecek Bakanlığı) okumaya başladım. Tam da bahsettiğimiz post-kapitalist gelecek tahayyülünün iyi bir örneği. Diğer romanlarına benzer biçimde, bizlere teknolojik yenilikler, kolektif siyasi eylem ve ekolojik dönüşüm yolunda önemli ipuçları sunuyor. Kitap bu anlamda, tahayyülümüzü kapitalizmden kurtarmaya çok yardımcı oluyor. Aslında bu çağda tahayyül etmek, kapitalist gerçekçilikten kurtulmak için önemli bir koşul. Mümkün olanın ufkundan yararlanıp post-kapitalist gelecekler için ciddi bir eksen oluşturuyor.
Son olarak, hep şunu gözden kaçırıyoruz gibi geliyor bana: spekülatif kurgu gelecekte ne olacağını tahmin etmekle ilgilenmez. Aksine, öngörülebilir olmayan geleceği tasvir ve temsil eder. Bu anlamda, Kim Stanley Robinson’ın da dediği gibi, geleceğe dair bir düşünce biçimidir. Kim Stanley Robinson dışında, günümüzde kapitalizmin ötesinde bir gelecek tahayyül etmemize yardım eden başka yazar ve sanatçılar da var. Bu anlamda Cory Doctorow, Jonathan Lethem, Sherryl Vint, Margaret Atwood, Tom Moylan, Steven Shaviro, Peter Frase, William Gibson, Don DeLillo, Terry Pratchett ve tabii ki China Miéville’in yazdıklarını çok değerli buluyorum.
Alıntılanan Kaynaklar
China Mieville, “A Strategy for Ruination”, Boston Review, 8 Ocak (2018), http://bostonreview.net/literature-culture-china-mieville-strategy-ruination
Christian Marazzi, The Violence of Financial Capitalism (Los Angeles: Semiotext(e), 2011).
Edward LiPuma Benjamin Lee, Financial Derivatives and the Globalization of Risk (Durham, NC: DUP, 2004).
Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i (Çev. Tanıl Bora) (İstanbul: İletişim, 2010).
Kim Stanley Robinson, “Imagining the End of Capitalism With Kim Stanley Robinson. Jacobin, 22 Ekim (2020), https://jacobinmag.com/2020/10/kim-stanley-robinson-ministry-future-science-fiction/
Margaret Atwood, “The Handmaid’s Tale and Oryx and Crake in Context’, PMLA 119, no. 3 (2004), 513–17.
Philip K. Dick, Do androids dream of electric sheep? (New York: Ballantine, 1968).
Randy Martin, An Empire of Indifference: American War and the Financial Logic of Risk Management (Durham NC: DUP, 2007).
Robert Markley, “Kim Stanley Robinson Is One of Our Greatest Ever Socialist Novelists”, Jacobin, 14 Kasım (2020), https://jacobinmag.com/2020/11/kim-stanley-robinson-socialist-novelist
Steven Shaviro, No Speed Limit: Three Essays on Accelerationism (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2015).