13 milyon ölü
11 milyon sakat.
50 milyon asker cephede.
6 milyar tüfek.
50 milyar metreküp zehirli gaz.
Bu durumda ‘kişisel gelişim’ ne anlama gelir? Hiç kimse böylesi koşullarda kendisini ‘kişisel’ olarak geliştiremez.
Böyle başlıyor Erwin Piscator “Politik Tiyatro” adlı kapsamlı önerisine. “Tiyatroyu zihinsel uyuşturucu trafiğinin elinden kurtarıp, bir yanılsamalar fuarı olmak yerine gerçek deneyimler öneren bir alan haline nasıl getirebiliriz?” sorusuna cevap ararken ortaya çıkan bu kapsamlı metnin başka bir yerinde de “Sanat ve politikanın sentezi, sonuçta sorumluluğu her anlamda, sanatı kapsamak üzere, tüm araçları en yüce insani amaçların hizmetine sunmayı gerektirir” der, “Bir kez bu kavrandıktan sonra izlenecek başka yol yoktur”.
Savaş ve kriz zamanlarında kitlesel iyileşme ve özgürlük hâli için sanatın sorumluluk alması gerekir.
Ne ironiktir ki Piscator’un yukarıdaki sonucu çıkarmasına sebep olan savaş koşullarını yaratanların safında yer alan Heidegger de yine aynı savaş koşulları için “halkın tinsel olarak yeniden toparlanıp canlanmasının” sanatla mümkün olduğunu söyler. Belki bu bilinçli bir karşılıklı atışmaydı, bu magazini asla çözemeyeceğiz ama Heidegger’in bu ifadesinin tam karşısına da Fanon, kitleleri gerçek anlamda özgürleştirmenin, onların ruhlarını yeniden icat etmekle mümkün olabileceği iddiasını koyar. Karışık gibi görünen bu denklemin özü şudur: Savaş ve kriz zamanlarında kitlesel iyileşme ve özgürlük hâli için sanatın sorumluluk alması gerekir. Bu sorumluluk üstlenme gerekliliği, sanatın kendine içkin özeliklerinden, daha doğrusu kendisini var eden temel gerekliliklerden feragat etmesi anlamı taşımaz. Buradaki amaç, sanatçının bilincinin ve tanıklığının aktarımıdır. Sanatçı ancak böyle bir yolla yaşadığını, henüz ölmediğini gösterebilir.
1890 toplam ölü.
3783 günlük hasta.
1054 entübe.
1894 yoğun bakım.
82329 hasta.”
Yaşadığımız ülke sınırları içerisinde resmi verilere göre 18 nisan tarihli Covid-19 kayıtları yukarıdaki gibiydi. Bu sayı her geçen gün artmakta. Üstelik çoğumuz bu salgının bu kadar öldürücü olmasının esas sorumlusunu devletler olarak gösterirken, ne yazık ki onların aktardıklarından başka veriye ulaşamıyoruz. Sonuç olarak durumun daha kötü olduğundan şüphemiz yok. Her ne kadar insanların can çekişerek ölmesi, kitlesel dehşet ve panik hâlini, güvencesiz ve sağlıksız üretim zorunluluğuna tâbi tutulanların yaşadığı korku ve daha birçok sarsıcı duygu ve psikolojiye “kriz” demek içime sinmese de bu krizin daha ne kadar süreceğini kestiremiyor olmak, yıkımın boyutlarının nereye varacağını öngöremiyor olmak yaşanan sürecin vehametini arttırıyor. Düzenin, daha iyi koşullar mümkünken insanları trajik tecrübelere sürüklemesi de cabası.
Salgından sonrasına dair senaryolardan biri olan kalıcı tecritin tesis edildiğini varsaydığımızda tiyatro ya ölümünü kabul etmeli ya da mekanları terk edip yeni bir örgütlülük sunmalı.
Salgının gittikçe yayılıp müdahale araçlarının yetersizleştiği ülkelerden gelen haberler, esasında binlerce yıllık teknoloji, bilim ve politika birikimini sorgulamamız gerektiğini İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk defa bu kadar ciddi bir şekilde yüzümüze vuruyor. Birçok ülkede sağlık çalışanları, solunum cihazlarını yaşlı ve kronik hastalardan söküp yaşama ihtimali daha yüksek olan hastalara bağlıyorlar. Durumu kritik hastaların, onları hayatta tutan ekipman ve ilaçlardan feragat edip yaşama umudu daha yüksek hastalara bağışladığı haberleri günden güne artıyor. Artık yaşadığımız her dakika böylesi trajik yaşantı adacıklarının belleğimize hücum ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyleyse tekrar hatırlamak gerekir: “Bu durumda ‘kişisel gelişim’ ne anlama gelir? Hiç kimse böylesi koşullarda kendisini ‘kişisel’ olarak geliştiremez.”
Düşünür ve teorisyenlerin salgından sonraki dünya düzenine dair öngörüleri daha baskıcı, daha otoriter yönetim biçimlerinin oluşacağı yönünde. Bizi, özgürlüklerin daha da kısıtlanacağı, emeğin ucuzlaşacağı, insan hayatının daha kolay vazgeçilebileceği bir dünyanın beklediğini söylüyorlar. Öte yandan sırrı çözülememiş, dayanağı doğanın kendisi olan bir faktör var. Bu faktörün geleceğimize somut olarak nasıl etki edeceği kestirilemiyor. Bu öngörüler ve belirsizliklerin toplamında yaşamın, alıştığımızın dışında bir seyir alması mümkün görünüyor. Sosyal düzene ve uygarlığın bütün birikimlerine dair tecrübelerimiz geçersizleşebilir. Belki uçuk bir tahayyül ama her şeyi silip en başından başlamak zorunda kalabiliriz. Uzak gibi görünse de bir ihtimal. Belki bu çağda bazı şeylere yer yoktur. Mesela tiyatroya. Bunu söylemek için henüz erken ama tiyatronun bir süre kenara çekilip olacakları izlemesi gerek.
Tiyatrolar seyirciye, oyuncuya, dekora, oyuna, mekâna ve tiyatroyu tiyatro yapan her şeye yaklaşımıyla bir sosyal ilişki önerisi sunar.
Geçtiğimiz hafta Nicholas Berger, “Unutulmuş Bir Araya Gelme Sanatı: Ya da tiyatrocular neden üretmeyi bırakmalı?” (çeviren: Fatih Gençkal) başlıklı yazısında sanatçıların üretimlerini dijital mecralardan sürdürme çabaları üzerine “Bu girişimler son derece hüzünlü geliyor bana. Bunlar en iyi ihtimalle dikkatimizi pencerelerimizin dışında büyüyen, hayal bile edemediğimiz yıkımdan geçici olarak uzaklaştıran ama en kötü ihtimalle ve çoğunlukla çaresizce yeniden yaratmaya çalıştığımız sanat biçiminin üstünlüğünü ve vazgeçilmezliğini bizlere sürekli hatırlatan girişimler” diyor. Birkaç da soru ekliyor: “Bu girişimlerin seyircisi kim?”, “Bunlar için kendi camiamız dışından gelen bir talep var mı?”, “Peki o seyirci bunlarda teselli bulabiliyor mu?”
Tiyatrocular kendi ‘biricik’ varlıklarının ötesini düşünmek zorundadır artık. Salgından sonrasına dair senaryolardan biri olan kalıcı tecritin tesis edildiğini varsaydığımızda tiyatro ya ölümünü kabul etmeli ya da mekanları terk edip yeni bir örgütlülük sunmalı.
Yukarıda dünyanın geleceğine dair belirttiğim ihtimaller ve Berger’in soruları bağlamında tiyatro gibi bazı sanatların var olma inadından vazgeçmesi gerekebilir. Dileğim gerçekleşir ve tiyatro hayatta kalırsa asıl soru belirmeye başlayacaktır. Bundan sonra nasıl yapmalı?
Her tiyatro bir örgütlenme modeli önerisidir. Tiyatrolar seyirciye, oyuncuya, dekora, oyuna, mekâna ve tiyatroyu tiyatro yapan her şeye yaklaşımıyla bir sosyal ilişki önerisi sunar. Yönetmen hâkimiyetindeki tiyatrolar, kolektif tiyatrolar, mekân odaklı veya mekânsız tiyatrolar, kurumsal tiyatrolar, bağımsız tiyatrolar ve diğer tüm tiyatro örgütlenmeleri politik gerekçelerine dayandırdıkları bir varoluş pratiği sergilerler. Bu pratiklerin başarısı sorunlar karşısında gösterdikleri dirençle ölçülür. Bir örnek olarak: Kürt kentlerinde faaliyet gösteren kurumsal tiyatroların kayyum atamalarından sonra kapatılması sonucu tiyatrocuların işlerinden edilmesi, bize kurumsal tiyatroların Kürt kentleri için doğru bir örgütlenme tercihi olmadığını gösterdi. Kapatıldıktan sonra bir araya gelip yollarına bağımsız devam eden şehir tiyatrosu oyuncularının faaliyetlerini savaş, yoksulluk ve saldırılara rağmen de hâlâ sürdürebiliyor olması bağımsız örgütlenmelerin kurumsaldan daha dirençli olduğunu gösteriyor. İşte sanat olarak tiyatronun küresel çapta böyle bir dönüşüme odaklanması gerekir. Tiyatrocular kendi ‘biricik’ varlıklarının ötesini düşünmek zorundadır artık. Salgından sonrasına dair senaryolardan biri olan kalıcı tecritin tesis edildiğini varsaydığımızda tiyatro ya ölümünü kabul etmeli ya da mekanları terk edip yeni bir örgütlülük sunmalı. Çünkü gerçekleşme ihtimalinden yola çıktığımız senaryoda doluşulan ortak mekanlar olmayacak. Tiyatronun göstermesini umduğum bu duruş, onun yaşama duyduğu tutkunun gerektirdiği eylem olacaktır.
Ana görsel: Karl Lagerfeld, 2013 Haute Couture koleksiyonu çerçevesinde Paris’te Grand Palais’de sunduğu projesi için post-apokaliptik bir tiyatro salonu tasarlamıştır.
[…] https://terrabayt.com/kultur/yeni-bir-caga-suruklenirken-tiyatronun-yasama-tutkusu/ […]