Jacques Rancière ile Şili’de gerçekleştirdiği çalışma, çağdaş politika ve aşırı-sağın yükselişi hakkında yapılan röportajın çevirisini okurlarımızla paylaşıyoruz.
Belki de söze, 1990’ların siyasi-felsefi modasında terk edilen ama pek çok kitabınızda yeniden takdim edilen ‘halk’ kavramıyla başlamamız lazım. İşler iyi gidiyordu; yeni yüzyıl hareketler, yürüyüşler, Baharlar, ayaklanmalar ve neoliberal demokrasilerin parçalanmasıyla açılmıştı; sonra aniden Michelle Bachelet, Macri, Bretix, Le Pen ve Donald Trump’ın ithamlarıyla karşılaştık.
Bu yüzyılın, sizin söylediğiniz gibi, bir şekilde yeni bir “halk” fikri yaratmaya çalışan demokratik hareketler silsilesiyle başladığına inanıyorum. Buna inanıyorum. Ancak aynı zamanda halkın kendiliğinden var olmadığını, kendinden menkul olmadığını, aksine belli bir inşanın sonucu olduğuna da inanıyorum: Bir meydanda buluştuğumuzda, taleplerimizi öne sürdüğümüzde halkız, öte yandan anayasa da bir halk yaratır, medya da bir halk yaratır, bu durumda sorulması gereken soru, en azından beni ilgilendiren soru, bizim şu anda sahip olduğumuz halkın hangisi olduğudur.
Hangisi?
Şey, bu soruyu tersten yanıtlamak istiyorum. Fikrimce, Fransa veya Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde bu mevzu çok küçük bir politik sınıfın tekeline alınmıştır. Bu politik sınıf içerisinde giderek birbirlerinden ayırt edilemez hale gelen parlamenter sağ ve sol özgül karakterlerini kaybetmiş, bugün aşağı yukarı aynı olmuşlardır. Aynı zamanda halka dair başka bir fikir öne süren, ‘biz’in ifade edilmesine alan açan daha küçük hareketler de halen var. Bu hareketler, siyasi ve finansal iktidarın giderek artan bütünleşmesinden kaçmaya çalışıyor, dolayısıyla siyasi seçkinler ve sistemden dışlananlar arasında yeniden bir bölünme ile karşı karşıyayız.
Fakat hiç hoşumuza gitmese de Trump bu dışlananların ciddi bir kısmına sesleniyor.
Trump demagojik olarak boş bir yer işgal eder: kendini temsil edemeyen bir halkın yeridir bu. Marine Le Pen’in ‘La France Profonde’ [engin Fransa] fikrinden bahsetmesine benzer şekilde o da engin ABD’yi temsil ettiğini iddia eder ama aslında her ikisi de tepeden inme bir biçimde imgesel bir özdeşleşme üretir. Politikanın malzemesinin sembolik olduğunu unutmamalıyız.
Ancak yazılarınızda politikanın malzemesi daha ziyade oldukça aşikâr bir deneyim; bedenler arasındaki ilişki, müşterek yaşam. Burada Şili’de “La comunidad de los iguales” (“Eşitler Topluluğu”) isimli bir radyo programı var; öte yandan tarihçilerimiz genelde, halen sesi olmayanların sesine hitap edenlerin ve Béla Tarr üzerine hoş kitabınızda ifade ettiğinize benzer bir biçimde vaat edilen bir ufkun olmadığı, artık herhangi bir merkezi veya ekseni bulunmayan bir tür post-tarih öne süren Miguel Valderrama gibi isimlerin saflarında yer alıyor.
Evet ama belli bir bekleme süresini veya tarihin vaat ettiğinden uzak bir zamanı ele alan Béla Tarr hakkında yazdıklarımı bir şekilde konsensüs siyasetinin işine yarayan bu post- tarihsel ya da post-politik doğa imgesinden ayrı tutuyorum. Benim için bu, bugün iktidarı tekelleştirenlerin ideolojisidir ve bu ideolojinin savunucuları, post-tarih hakkında ne söylerlerse söylesinler neoliberalizmi bu sahte konsensüs politikasıyla nasıl maskeleyeceklerini çok iyi bilirler. Bu durum politikanın sonuna dair bir inancı besler ya da daha da kötüsü bu politika, iki fenomen arasındaki bağlantı ne olursa olsun, en nihayetinde iktidarın idaresi (management of power) fikrine indirgenebilir: aşırı sağ bir yandan stratejik olarak kendini politik sınıfın “kuruluşunun” dışına yerleştirerek halkın somutlaşmasını taklit ederken diğer yandan politikanın ölmediğini; sembollere, belirli kolektif sembolleştirme aygıtlarına ihtiyacı olduğunu bize hatırlatır. Bu ilk nokta.
Peki ikinci olarak?
İkincisi, neoliberalizmin bugün sadece ekonomik bir öğreti olmadığını, aynı zamanda küresel bir düşünce biçimi olduğunu hesaba katmak bana kalırsa önemlidir. Bu küresel düşünce, toplumun eşitsizlik üzerine kurulabildiği inancını gerektirir. Eşitlik utanç verici bir şeymiş gibi bir eşitlik nefreti, küçümsemesi söz konusudur. Ancak burada ayrıca bir paradoks var; “neoliberalizm” kelimesi politikanın öldüğünü iddia etmek için tasarlanmıştır ama aynı zamanda bu neoliberalizmin politik bir yönü de olması gerekir. Fakat bu elitler, doğru olmadığına inandığım bir şeyi sürdürür: politika iktidarın idaresine indirgenebilir ve topluluk eşitsizliğe dayalı olabilir.
Evet, lakin bu her zaman biraz böyle olmuştur.
Ancak bu defa yeni olan şey, aşırı sağın yine çok ilkel ve temel kimlik sembollerini çağırmada başarılı olması, böylece aşırı sağın dayattığı kimlik sembolleri ve programlanmış bir eşitsizliğe yönelik siyasi inanç kaynaşıyor. Çok yakın zamana kadar Fransa ve ABD’de sağın bu adlandırmaya karşı çıktığını hatırlarsınız.
Burada hâlâ reddediyorlar.
(Gülüyor.) Reddediyorlar mı? Pekâlâ, daha önce yaptıkları gibi, kendilerini yine açığa çıkaracaklardır, malum kısa süre öncesine kadar “biz merkeziz” gibi şeyler de diyorlardı, gerçekle alakası olmasa da eşitliğe inandıklarını da belirtiyorlardı. Bugün yeni olan, bu insanların hepsinin kendilerini sağ-kanatta beyan etmeleri ve açıkçası eşitsizlik istediklerini söylemeleri.
Trump aslında öylesine konuşuyor, adeta aklına ne gelirse söylüyor, bu ise öngörülemez bağlantılar üretmesi açısından bir bakıma deneysel bir ifade tarzı. Kurulu düzenin dışında, en güçlü medya kuruluşlarına saldırıyor, finansal sistemin verimsizliğini açıkça kınıyor, Putin’e olan bağlılığını itiraf ediyor vb… Aynı zamanda da hiç de deneysel olmayan, oldukça geleneksel bir kimliğe geri dönüş çağrısı yapıyor.
Söylediğiniz doğru, Trump normalde karşıt olan iki söylem biçimini birbirine bağlıyor: bir yandan kendini kaybedenlerin Amerikasına karşı kazananların Amerikasını temsil eden bir iş adamı, bir şampiyon, zafer kazanmış biri olarak sunuyor; diğer yandan politik sınıf tarafından terk edilmiş olanlara, dışlananlara hitap ediyor. Bu, zafer kazanmış Amerika ile acı çekenlerin Amerika’sı arasında alışılmadık bir birleşme oluşturuyor. Neden acı çekiyorlar? Meksikalılar, Latinler, göçmenler yüzünden mi acı çekiyorlar? Trump, Amerikan kimliğinin iki biçimini akıllıca birleştirdi.
Ancak aynı zamanda sizin için politikanın bununla pek bir ilgisi olmadığını düşünüyorum. Bu
bir yönetim ya da yaşam meselesi değil, muhtemelen iktidar meselesi bile değil. Çalışmanızda, politika daha ziyade zengin ve fakir arasındaki devamlı bir mücadele içinde yaşanıyor.
Benim için politika bu mücadeleden, bu karşıtlıktan oluşturur, o zengin ve fakir belli sosyolojik kategorilere veya toplumsal gruplara basitçe tekabül etmez: onlar daha çok bu karşıtlığın sembolik yapısında işlerler. Wall Street’i İşgal Et gibi hareketler, birçok grubun, birçok kimliğin, birçok öznellik biçiminin birleşmesinden meydana gelir. Bu minvalde ezilenlerin yeri heterojendir; sizin önerdiğiniz gibi çokludur ancak aynı zamanda bu ezilenler kendilerini neoliberal iktidar yönetimine karşı inşa ederler.
2011’deki öğrenci hareketiyle bizde olan şey buydu: iz bıraktı, önemli bir iz bıraktı, dönüştürülmüş bir duyarlılıktı bu…
Kesinlikle, zira karşımızda kolektif bir sembol olarak yeni bir halk türü üreten bir konfigürasyon var. Bu şekilde inşa ettikleri şey resmi dünyaya, iktidarın yönetimi olarak anlaşılan politikaya karşı bir tür muhalefettir.
Fakat olayları bu şekilde görmede belli bir konformizm yok mu? Bazıları sizi sofistike bir sosyal demokrat olarak görüyor.
(Gülüyor.) Sosyal demokrat mı? Yok, bana bu kadar uzak başka bir pozisyon olamaz.
Şey, biliyorum, yine de burada olduğunuz için soruyorum, kendinizi nasıl tanımladığınızı ilk
elden bilmek istiyorum. Avangart olmayan bir komünist, bir anarşist ya da solcu bir popülist olarak mı?
Kendimi radikal bir demokrat olarak tanımlıyorum. Şimdi, sadece insanlık komünizmi bile
olsa atıfta bulunduğunuz komünizm herhangi bir şey ifade edecekse o da bir tür radikal demokrasidir, tıpkı anarşizmin bir tür radikal demokrasi olması gibi. Demek istediğim, savunduğum şey aslında eşitliğin radikal bir uygulaması ve bunun bildiğimiz parlamenter politikanın parçası olan sosyal demokrasiyle kesinlikle hiçbir ilgisi yok. Popülizm söz konusu olduğunda, bunun çok belirsiz bir kavram olduğunu düşünüyorum çünkü bir yandan halka politikanın çok önemli bir sembolü olarak atıfta bulunuyor, diğer yandan bildiğimiz gibi halk ve lider arasında çok özel bir ilişki biçimine işaret ediyor.
Peki bunu ABD’ye nasıl uyguluyorsunuz?
Bence ABD’de (ve sadece ABD’de değil) olan politikacıların bir tür düşman yaratmada onu
yararlı bulmalarıdır. Popülizm düşmandır, popülizm diğer tarafta olandır ve mevcut durumda iktidara sahip olanlarımızla aynı fikirde olmayan herkes aslında popülisttir. Bunu yapmanın akıllıca olduğunu düşündüler ve sonra başa gelen şey Trump oldu.
Yani, Ranciére için sol-popülizm iyi bir şans değil.
Sol-kanat militanlar olarak “popülizmden” söz edemeyiz, zira genellikle bu adla anılan şey aslında demokratik güçlerin karizmatik bir lider tarafından tekelleştirilmesidir, örneğin açıkça halkı somutlaştırarak yönetmeye çalışan Cristina Kirchner. Buradaki küçük sorun halkın somutlaşamamasıdır.
Hayır, tabii somutlaşamaz ancak somutlaşmaya ya da eklemlenmeye atıfta bulunmuyordum, daha ziyade büyük finansal merkezlerden ve politik kuruluşlardan uzak işleyen müşterek çalışmaya dayalı ağların kendiliğinden yayılmasını kastetmiştim. Felsefeci Rodrigo Karmy rehbersiz veya öncü olmayan isyanlardan bahseder ve Kaurismaki bütün bunları “pastoral komünizm” olarak adlandırır, beden pratiklerine içkin olan ve hiçbir ütopya ufkuyla örtüşmeyen bir komünizm. Bunu kendin de Blanqui’nin Eternity by the Stars kitabının (Yıldızlardan Ebediyete, çev. Cemal Yardımcı, Metis Yayınları, 2015) önsözünde söylüyorsun: “komünizm, gök kubbeye dair aynı bilgiyi paylaşan insanların eşitliğidir.” Zekanın bölünmez karakterine geçmeyi varsayan çok ilginç bir tanım: her zaman müşterek olan ve herkesin kullanabildiği, iradesine tabi kılabildiği bir şey olarak zekâ.
Elbette, öncüsüz bir ayaklanma, zekâ eşitliğinin komünizmin temeli olduğunu varsayar ve herkes tarafından paylaşılan zekaya dair bu inanç ve imanın komünizmin temeli olduğunu öne sürer. Benim için komünizmin temeki her bireyin yeteneğine itimattır ve örneğin Negri ve Hardt’ın genel zekâ fikri ya da yeni teknolojilerin neden olduğu sözde ortak becerilerle hiç ilgisi yoktur. Bu şekilde düşünmüyorum, demek istediğim bu değil, daha ziyade komünizmin her an, her ilişkide inşa edilen veya dokunan bir şey olduğunu düşünüyorum. Beni ilgilendiren nokta bu anların her birinde, her bir ilişki türünde, her bir esnada eşitliğin varsayılabilir olduğu ya da eşitsizliğin yeniden üretilebildiğidir. Böylece ya komünist bir dünya inşa ederiz ya da eşitsizlik mantığını yeniden üretiriz.
Daha fazla aynı fikirde olamazdım. Eşitlik her halükârda sizin için bir varsayım, bir vaat veya fethetmek istediğimiz bir şey değil, uygulandığında kesinlikle performatif bir karaktere sahip olduğu izlenimini veren bir başlangıç noktasıdır. Bu olduğunda, gösterinin mantığı karnavalın mantığına dönüşür, 2011’de Şili’de olan da buydu.
Bu doğru, şeylerin normal düzeni bozulduğunda her türlü yaratıcılığı, harekete geçen veya uygulanan tüm zekâları göz önünde bulundurmamız gerektiğine inanıyorum. Bir bakıma tüm bu devrimci hareketlerin, tüm bu devrimci zamanların, tüm bu devrimci günlerin tanığıyız: itaatsizliğiyle eşitsizlik güçlerinin temelini çürüten performanslar, eylemler veya partiler. Bunlar erkeklerin, kadınların, insanların hiçbir kapasiteye sahip olmadıkları düşünülen şeyleri yapabildiklerini kendilerine kanıtlayabildikleri anlardır. Ancak bu meselenin sadece bir yanıdır, diğeri karnaval figüründe çok iyi özetlediğiniz zamansallıkla ilgilidir.
Ama sanırım karnavaldan hoşlanmıyorsunuz.
Hayır, hoşlanmıyorum değil; karnavalla ilgili sorun, belirli bir kurumsallığa cevaben gelişen popüler bir icat veya popüler bir yıkım biçimi olmasıdır. Her yıl bir gün halktan kadınların ve erkeklerinin kral kraliçe olduğu ve dünyayı altüst ettiği, onu tersine ya da baş aşağı çevirdiği bir an vardır ancak belli bir zamanla sınırlıdır. Bence bu durum, herhangi bir program ya da plan olmadan beklenmedik anlarda ortaya çıkan halkın bu kapasitesinden farklıdır. Karnaval halkın zamanıdır ancak bu zamandan sonra herkes evlerine, işlerine gider, mevcut durumlarına geri döner. Bu ritüellerin gerçekten yıkıcı bir etkiye sahip olmadıklarını düşünüyorum çünkü başkalarının bize isnat ettiği yetersizliğin askıya alınması başka bir şeye işaret eder: yeni bir zamansallığın inşasıdır.
Proletarian Nights’taki gibi.
Kesinlikle, oradan ufak bir teferruatı örnek verebilirim: “proletaryanın bu gecesi” Mart başında başladı ve normal olarak otuz-birine uzadı, zira bundan sonra hepimizin bildiği gibi Nisan başlar. Ancak ilginç biçimde Nisan olmadı, otuz iki Mart, otuz üç Mart diye devam etti. Bu bir teferruat ama zamanın yıkımı veya yeni bir zamanın icadı fikrini gözler önüne seriyor.
Yine de karnavalın temelinde bütün tarihin unuttuğu bir şey vardır: popüler geleneklerin eşitlikçi
potansiyellerinin istilası. Burada hem sanatın hem siyasetin konusu olan kolektif bir performans yok mudur?
Tabii ki çünkü halk hareketlerinin ve pratiklerinin ilginç yanı tam da politik performans ile sanatsal performans arasındaki bu belirsizliktir. Mevzu bahis olan bir hareket etme ve bedenlerin kendilerini düzenleme biçimi, zamansal bir birimin sınırının belirlenmesi anlamında siyaset fikridir. Bu hem en yeni politik hareketlerde hem de en güncel sanatsal performanslarda aynı derecede mevcuttur. Bu nedenle çok farklı iki girişimden söz etmemiz gerektiğini düşünüyorum: Bunlardan ilki, bütün siyasi göstergeleri sanat alanına sokmak, siyaseti sanatın bakış açısından yeniden oluşturmaktır; ikincisi ise siyasi protestodan gelen pratiklerle sanatsal performanstan veya icattan gelen pratikler arasında zaten mevcut olan bağlar ve ilişkilerdir. Bu pratiklerin belirlenemez olduğunu düşünüyorum.
Keza aralarındaki bağlantılar da öyledir.
Bağlantı da belirlenemez bir sınırdır. Bu yüzden siyasetin sözünün sanatın araçlarıyla yeniden yaratılacağı iddiasına karşıyım.
Çok teşekkür ederim, Ranciére
Jacques Rancière’in Verso Books sitesinde yayınlanan “The Far Right Are Succeeding Again in Appealing to the Most Primitive Identity Symbols” başlıklı söyleşisi ilk olarak Dünyanın Yerlileri sitesi için Mustafa Demirtaş tarafından çevrilmiş olup Evren o. Yurttaş tarafından redakte edilmiştir. Metni daha sonra Terrabayt’ta yayınlanmak üzere Öznur Karakaş redakte etti.