Ali Rıza Taşkale
Spekülatif Finans, Radikal Gelecekler: Kim Stanley Robinson’ın New York 2140 Romanı Üzerine
Aslında bilim kurgunun tarihi, bir anlamda ekonomi-politiğin tarihidir. Asteroit madenciliği ve yıldızlararası ticaretten, robotik işgücüne ve ütopik komünlere, para ve mülkiyetin ortadan kaldırılmasından yakın geleceğin tekno-kapitalist trajedilerine değin birçok konunun kesişiminde bulunan bilim kurguda “ekonomi”nin bu yeniden/tahayyülü, hâkim kapitalist anlatılara meydan okumak, alternatif ekonomik sistemleri keşfetmek ve gelecekteki olası post-kapitalist toplumları hayal etmek için güçlü bir araç olarak hizmet eder. Kim Stanley Robinson’ın 2017 tarihli “New York 2140” romanı, tam da böylesi kesişimsel bir zenginlik içeren bir bilim kurgu örneği. İklim krizinin neden olduğu yükselen deniz seviyeleri nedeniyle New York’un kısmen sular altında kaldığını resmeden roman, yeni su yollarının dönüştürdüğü bir şehirde yaşayan çok çeşitli karakterlerin etrafında dönüyor. Direnç, kapitalizm ve iklim krizine hem finans kapitalin hem de ona karşıt bir direniş tertipleyen karakterlerin verdikleri tepkileri ve yarattıkları toplumsallığı ele alırken karşılaştıkları zorlukları, toplumsal eşitsizlikleri ve çevresel yıkımı ele alan roman, toplumun iklim krizinin yıkıcı sonuçlarına uyum sağlamak zorunda olduğu bir geleceğe dair eleştirel bir bakış sunuyor. Eş zamanlı olarak, karakterlerin kısmen su altında kalan şehrin yarattığı zorluklara ve iklim krizinin etkilerine uyum sağlamalarında yardımcı olan alternatif ekonomiler hayal ederek, radikal bir anlatı da sunuyor. Peki, romanda hayal edilen bu alternatif ekonomiler hangileri?
The Met: Romandaki tarihi bir bina olan Met Life Tower, ortak kararlarla demokratik bir şekilde işleyen bir kooperatife dönüştürülüyor. The Met sakinleri, kamu hizmetleri de dahil olmak üzere binanın kolektif olarak sahibi oldukları ve yönettikleri ve her sakinin karar alma sürecinde söz hakkına sahip olduğu post-kapitalist bir ekonomik sisteme sahipler. Bu kooperatif yaşam düzenlemesi, ortak mülkiyete ve özyönetime dayalı alternatif bir ekonomik modeli yansıtıyor.
Yerel Takas Sistemleri: Romanda işlenen bir diğer alternatif ekonomi modeli, yerel takas ekonomileri. New York’un sular altında kalan sokaklarında çeşitli yerel takas sistemleri ortaya çıkıyor. İnsanlar geleneksel para birimini baypas ederek, aracısız ve doğrudan mal ve hizmet ticareti yapıyorlar. Bu enformel ekonomi, kaynakların kıtlığına bir yanıt olarak ortaya çıkıyor ve şehrin yeni gerçekliğinde bir hayatta kalma aracı olarak işliyor.
Evrensel Temel Gelir: Roman, esasen en zenginlere ve şirketlere uygulanan bir vergiyle finanse edilen evrensel temel gelir (ETG) kavramını da tanıtıyor. Gelirin yeniden dağıtım mekanizması olarak tarif edebileceğimiz evrensel temel gelir, romanda ekonomik eşitsizliği gidermeyi ve iklim krizi sonrası dönüşen ekonomide zor durumda kalan sınıflara mali destek sağlamayı amaçlıyor.
Ekonomik Bir Faaliyet Olarak Çevrenin Korunması: Romanda finans kapitalin karşısında konumlanan karakterler, deniz yosunu ekimi ve istiridye resiflerinin oluşturulması da dahil olmak üzere, çeşitli çevresel koruma faaliyetlerine katılıyorlar. Bildiğiniz gibi istiridye resifleri, sert alt tabakalara veya diğer istiridye kabuklarına bağlanma eğilimleri nedeniyle sıklıkla “ekosistem mühendisleri” olarak anılırlar ve bu da binlerce ayrı istiridyeden oluşan büyük resiflerin oluşmasına neden olur. Bu faaliyetler, şehrin ekosistem sağlığını iyileştirdiği ve şehrin sakinlerine geçim kaynağı sunduğu için, romanda önemli bir alternatif ekonomik modeli olarak ortaya çıkıyor.
Sonuç
2023’te okuduğum romanlar arasında beni en çok etkileyenin Kim Stanley Robinson’ın “New York 2140” olduğunu söyleyebilirim. Bu kısa değerlendirme yazısında da bunun nedenlerini anlatmaya çalıştım. Roman, bu anlamda, çoğunluktan ziyade marjinal bir zengin azınlığın daha da zenginleşmesine yarayan finansa kapitalizmini bilim kurgunun yadırgatıcı eleştirel gücünü kullanarak yabancılaştırmayı ve post-kapitalist bir ekonomik model hayal ederek post-kapitalist anlatıları çoğaltmayı amaçlıyor. Bu yüzden, spekülatif de olsa, bizi radikal ekonomik sistemler sunarak statükoyu sorgulamaya, alternatif yolları düşünmeye ve gerçek dünyada daha adil, sürdürülebilir ve eşitlikçi ekonomik yapıları nasıl yaratabileceğimizi düşünmeye teşvik ediyor.
Tam da bu yüzden bilim kurguyla daha çok meşgul olmalı, bilim kurguya daha çok zaman ayırmalıyız! Bilim kurgu sadece yeni dünyalar ve yeni ekonomiler sunarak bize “bilişsel bir haritalama” sağlamakla kalmaz, aynı zamanda yakın gelecekte karşılaşacağımız seçimler için etik bir pusula görevi de görür. Finans kapitalizminin giderek “ölümcül bir distopya”ya dönüştüğü bu çağda, sistemin dışında bir toplumsallık düşünmek ve post-kapitalist dünyalara olan inancı diri tutmak için bilim kurguya daha çok ihtiyacımız var.
Ege Çoban
Teori:
“Bu seneki okumalar bir süredir çalıştığım bir konu üzerine (felsefenin tarihsel materyalist eleştirisi ya da tarihsel bir alan olarak felsefinin mümkün koşullarının onda yarattığı değişimler) kaynak geliştirmekle geçti çoğunlukla” demek isterdim ama yine gündemler birbirine girdi. Kompleksite bilimi okuyayım derken biyoloji, işçi sınıfı tarihi okuyayım derken yine değer-formu eleştirisi girdi araya. Olsun, her okumada bir hayır vardır.
Marek Tamm & Zoltán Boldizsár Simon – The Fabric of Historical Time
Reinhart Koselleck’ten itibaren büyük bir heyecanla süren tarihsel zaman tartışmasının hem rekapitülasyonunu yapan hem de
Russell Powell – Contingency and Convergence: Toward a Cosmic Biology of Body and Mind
Christopher J. Arthur – The Spectre of Capital
Søren Mau – Mute Compulsion: A Marxist Theory of the Economic Power of Capital
Nihayet eziyetimiz bitti. Mau sayesinde uzmanından acemi bir Marx okuruna kadar Marx’ı anlamak isteyen herkese önerilebilecek bir kitap artık var. David Harvey’nin Kılavuz’ları kadar uzun değil ama onlardan daha tutarlı. Michael Heinrich’in metinleri kadar detaylı değil ama onlar kadar kompakt. İyi bir Marksist daha ne isteyebilir ki?
Film:
Bu sene çıkan iyi filmlerin sayısı oldukça fazlaydı. Gerek ana akım gerek arthouse sinema içinden seçilebilecek bir sürü film gördük. Öyle ki, çoğumuzun sinema tartışmaları aynı çalışmalar üzerinde oldu bile denilebilir. O yüzden seçimlerimi iki tane gözden kaçtığını düşündüğüm ve de bir tane kesinlikle kaçmaması gereken bir filmden yana yaptım.
Gözden Asla Kaçmaması Gereken: The Worst Person in the World (Joachim Trier) Worst Person in the World
Gözden Kaçan 1: The Sweet East (Sean Price Williams)
Günümüz ABD’sinin kültürel ve politik peyzajını karışık bir şekilde kat eden bir coming-of-age hikayesi. Epey sıkıcı duyuluyor. Ben de izlemeye gitmeden artık hepimizin yaptığı gibi özetini okuduğumda böyle düşünmüştüm. Hiper-politika zamanında yaşıyoruz ya, gündelik siyaset ve kültürel çatışmalar hakkında tek bir kelime daha duymak istemiyor insan. Öyle değil mi? Hem artık hepimiz hassasız böyle konularda, bir de rastgele bir film yüzünden sinirlerimiz mi bozulsun? Evet, bozulsun.
Vietnam sinemasının yıllardır çıkardığı en başarılı sinematografiye sahip eser. Yetmedi? Bahisi arttırıyorum. Dünya sinemasının yıllardır çıkardığı en iyi sinematografilerden biri. Oldu mu? Tamam. Dünyevilik, Borges ve Marquez’den beri bu kadar büyülü olmadı. Bu nasıl? Kabul belki biraz mübalağa ama anladınız olayı. İzleyin.
Müzik:
2023 eminim bir çoğumuz için öfkeli ve duygu dolu geçti. Dinlediklerim de bu duruma uygun olarak şu eksende oldu:
Gözde Erdoğan
Teori:
Bakım Manifestosu (2020)
Kurgu:
Ev, Kadınlar, Seks (2023)
Müzik:
Vikur, Obsidian, 2021 by Jonsi
FİLM:
Of An Age, Goran Stolevski, 2022
Xavier Dolan filmlerinden aldığım nostalji tadını Of An Age’in telefon kulübesi sahnesiyle almaya başlayınca, filme eklenecek olan kayıp ve melankoli “hissini” kaçırırsam olmaz diyerek izlemeye devam edip en sevdiğim filmler listeme ekledim. Filmi izlerken, daha evvel izlediğim queer filmleri de düşünerek sıkça akla gelen ya da en azından benim aklıma gelen, kayıp ve yasa dair soru geldi. Bu tarz filmlerin hikâye- anlatıcılığının ve izleyicinin görme zevkinin bir parçası olarak işleyen kayıp ve yasla kurulan yapıya ilişkin bu soru, diğer bir deyişle, tüm queer, heteroseksüel olmayan arzu deneyimleri ve aşkları acı bir yazgı gibi mi resmedilmeli sorusu, Of An Age’teki hikâyenin zaman ve mekanına yerleştirildiğinde sanırım biraz geçersiz kalıyor. Zira filmde yabancı düşmanlığının ve homofobinin zehirlediği bir zamanda karşılaşan iki genç adamın 24 saate sığdırılan ancak anlamı gizli tutulan karşılaşmasını izliyoruz. 18 yaşındaki Nikola’nın, yıllar sonra yolları kesiştiği Adam’a bir zamanlar hissettiği duygunun başka hiçbir erkek tarafından hissedilmediğini iddia ettiği sahnede, geçmişte kalan ve geri gelmesi mümkün olmayan, tekrarlanamaz ve başka bir şeye indirgenemez olan o şeyi anlatırken yüzündeki ifade artık hayatı ve kaybı tanımış birininkine ait.
İdil Atabinen
Bu sene 15 kitap okuyabilmişim. Payıma çok etkilendiğim bir kitap çıkmamış; o yüzden bu sene okuduklarım arasından beni en şaşırtan, beklediğim gibi çıkmadığı için hoşuma giden iki kitaptan bahsedeceğim. İnceleme alanında Michel Foucault’dan “Doğruyu Söylemek” (Kerem Eksen çevirisiyle, Ayrıntı Yayınları’ndan) ve edebiyat alanında Refik Halid Karay’ın “Memleket Hikayeleri”…
Foucault’dan başlarsam şaşırmamın sebebi kitabı sevmeyeceğimi düşünerek başlamamdı çünkü kavramların arkeolojisini yapan Foucault doğruyu söylemek edimini tabii ki “parrhesia” kavramından, yani Antik Yunan’dan başlatıyor. En bilgisiz olduğum zaman dilimidir Antik Yunan ve felsefesi. Ama Foucault meseleyi o kadar nokta atışı, kompakt ama yormayan bir şekilde ele almış ki (zaten bu kitap Foucault’nun parrhesia kavramı üzerine konuştuğu derslerin bir yazıdökümü) bu kadar az bilgimle, bu denli kısa bir kitaptan ancak bu kadar yeterli bir öz alabilirdim.
Refik Halid’e gelirsem… Bu kadar zevkli bir okuma olacağını tahmin etmezdim. Arada bilmediğim Türk Edebiyatı klasiklerini okuyorum vakit buldukça, eksiğimi geç de olsa kapamak için. Refik Halid hem anlatımının hafif ve mizah dolu oluşundan hem de “zamanın ve mekânın ruhu” veya “yerli ve milli kimlik” diye bir şeyden bahsedeceksek onu yansıtma şekli bakımından okunmaya çok değer bir yazar. Öyküleri kimine “işte bizim gerçeğimiz”, kimine “tam Anadolu insanı!” dedirtecek cinsten bilindik tiplerle, trajikomik olaylarla dolu ve fakat Refik Halid’in üslubu o kadar çağdaş ki hiçbir öyküden size ders vermiyor, bence bütün karakterlerle eğleniyor ve siz de hem bugüne ve tarihe tanıklık ediyor hem de onunla eğleniyorsunuz. Cumhuriyet öncesi dönemin Aziz Nesin’i diyebilir miyiz?
Aynı şekilde, 2023’te geçtiğimiz iki yılın konuşulan birçok filmini görmüş olsam da 2020 yapımı Soul animasyonu kadar bana dokunan bir yapım olmadı. Caz müziği ve New York şehrinin yan yana gelmesi izlemem için yeterli bir sebepken izleyiciyi alıp metafizik ve ontolojik sorgulamalara fırlatan bu iş muazzam saygı duyulası bir aklın ve yaratıcılığın ürünü. Hayatın anlamını bana en iyi animasyonlar sorgulatıyor sanırım.
Bu seneye damgasını vuran iki olay, 6 Şubat depremleri ve Gazze işgaliydi. 2023’ün etkileyici sanatsal olaylarını iyi takip ettiğim söylenemez ancak yine de düşünürken bu iki olayın bende yarattığı etkinin dışına çıkamadım. Hiçbir performans da şu an aklımdaki örneği geçebilir miydi, bilmiyorum. Bahsedeceğim olay sanatsal bir performans değil, aslında bir performans da değil ancak kendine özgü bir parıltısı olan ve odadaki herkesi etkisi altına alacak bir “aura”ya sahip.
Radikal bir psikoterapi hedefi güden komünist ruh sağlığı çalışanlarının kolektifi olan Red Clinic, 23 Ekim tarihinde Filistin için çevrimiçi bir toplanma gerçekleştirdi (Youtube hesaplarından erişmek mümkün). Aktivistinden, hukukçusuna birçok ismin beş dakikalık konuşmalar yaptığı bu toplanmada Psikolog/doktora adayı Razzan Quran’ın okuduğu metin ve üslubu bence herkesin kulak vermesi gereken cinsten dikkate değer ve duygu yüklü bir “performans”tı. Duygu yüklü derken, hepimize sirayet eden o kederden değil sadece, 5 dakikaya sığdırılan ve oldukça teatral seyreden bir anlatıda beliren dik başlılık, cesaret, kararlılık, umut gibi türlü hissiyatlardan bahsediyorum. İzleyin, hak vereceksiniz.
Koray Kırmızısakal
2023 benim okuma deneyimim açısından oldukça zor bir seneydi. Hem kütüphanemden uzun zaman ayrı kaldım (neyse ki kitaplarıma kavuşmama az kaldı) hem de beni okuma/yazmadan alıkoyan durumlar içerisinde kaldım. Etrafımdaki etiyle, cismiyle, varlığıyla bulunan kitapların azlığı ve elektronik ortamda belirli bir hissiyatı olmayan kitaplarımın çokluğu, bir haritalama imkanını zorlaştırdı benim için. Kütüphaneyle zihnin bütünlüğü arasında benzeşme kuruyorum genelde. Sürgünde sayılmam ama sanıyorum sürgünvari kişi, diline, hafıza sarayına dönüyor ve bildiklerini yeniden öğrenmeye uğraşıyor. Uzatmadan karar vermeliyim evet.
Birkaç tip okuyucu var bana göre, ilk olarak güdümlü okuyucular, kitapları amaçsız okuyamıyorlar, mutlaka bir şey yazma, üretme amacıyla okuyorlar. Bir de zevk için okuyanlar var (metnin hazzını ve okumanın hazzını yaşayanlar). Ben güdümlü okuyuculardanım (ikinci tipteki okuyuculara hep imrenirim) genellikle bir kitabı seçer ve onun içerdiği güç alanlarına çekilir, beni gönderdiği takım yıldızları arasında gezinir dururum: Roland Barthes’ın Yazının Sıfır Derecesi, Robert Venturi’nin Learning From Las Vegas’ı, Charles Jencks’ten Language of Postmodern Architecture’ı, Robin von den Akker ve Alison Gibbons’un editörlüğündeki Metamodernizm’i gibi kitaplar bu gezintiden bazıları. Mihail Lifşits’ın Marx’ın Sanat Felsefesi’ni de anmak istiyorum, gözden ırak
Bir film seçmem gerekirse Kristoffer Borgli’nin yönettiği İlgi Manyağı (2022) filmini seçerdim. Bana kalırsa bu film travmanın sahnelenmesi adını verdiğim bu yeni görüngüye eleştirel bir şekilde yaklaşan ender yapımlardan. İnsanlar git gide daha fazla ilgi çekmek ve sözü dinlenmek adına kendilerine bir hastalık/travma icat ediyor.
Bu sene ülkemizdeki deprem, dünyanın pek çok yerindeki sel yangın, iç savaş ve Gazze’nin işgali, beni şiddetli biçimde iklim krizi,
Klein’ın Şok Doktrini belgeseli yeniden ziyaret ettiğim yapımlar oldu. Aslında bu sene beni etkileyenler kategorisinden ziyade etkisinden keşke özgürleşebilsem dediklerim arasındalar. Stone Sour’un bir şarkısında dediği gibi, “evet, ben bu yara izlerinden yapılmayım.”
Mehmet Çağrı Uluğer
Film:
The Whale (Darren Aronofsky)
Darren Aronofsky’nin az ve öz filmografisine 2022’de eklenen son filmini izlemek için epeydir yürütmekte olduğum tez çalışmasının bana nefes aldırmadığı şu zamanlarda epey geç kaldım. En sıkı takipçisi olduğumu iddia edebileceğim Aronofsky’nin büyük bir hayranı ve hatta Pi ve Fountain gibi şaheserleri her sene bir kez daha izleyen biri olarak bu gecikmeyi belki de filmi her seferinde sulanan gözlerle tam üç kez yeniden izleyerek telafi ettim. Beni her zaman olduğu gibi derinden etkileyen bu Aronofsky yapıtının sırrı onun filmografisine hâkim biri olarak söylemeliyim ki, hayatın ve evrenin anlamı, tekinsizlik, umut, melankoli, din, Mesihsellik vb. temalara dönük problematik sürekliliğinde billurlaşıyor elbette. Aronofsky her seferinde söz konusu problematiklere hiçbir hazır cevap jestle yaklaşmadan varlık muammasına içkin ayırt edilemezliklerini ve bunların çözülmeden kalan bir yumak gibi naif yaklaşımlara direnen gerçek düğümünü gözler önüne sermeyi başarıyor. Bu dengeyi tutturmak epey güç, ama Aronofsky her seferinde bir şekilde kolaycılığın cazibesine katılmadan bütün paradoksallığıyla birlikte hayatın ta kendisine dair, bize en yakın olduğu yerde göremediğimiz o esrarengiz yapıyı açığa çıkarıyor. Önümüzdeki günlerde yayınlanacak mütevazı okumada yazdığım gibi: “Dünyada ne kadar umut varsa onun filmlerinde de o kadar var”
Roman:
Yusuf ve Kardeşleri (Thomas Mann)
Teori:
Marxism and Deconstruction: A Critical Articulation (Michael Ryan)
Müzik:
Nalan Kurunç
Oraya Kendimi Koydum, kaynağını çok sayıda kadının sözlü tarih anlatılarından alan 11 şairin kolektif çabasını içeren bir belgesel şiir türü örneği.
İtalyan filozof, hukukçu, filolog, tarihçi ve retorik ustası Giambattista Vico’nun eseri. Giambattista, Batı’da modern tarih felsefesinin kurucusu sayılır. Eserinde tarihi bir bilim olarak ele alır ve Yeni Bilimin ilkelerini ortaya koyar, böylece tarih bilimine ve felsefesine yenilikler ve özgün düşünceler getirmiştir.
OĞUZ KARAYEMİŞ
Kurmaca:
Doğrusu bu yılın ilk yarısını doktora tezimi sonlandırıp savunmak telaşıyla geçirdiğimden nihayetinde azıcık kendi keyfime bir şeyler okuma fırsatı bulduğumda yeni romanların cezbedici ama aynı zamanda riskli çağrısını göz ardı etmeye karar verdim. Bunun yerine, nihayet hapisten kurtulup dostlarıyla buluşan bir eski mahkûm gibi daha önce okuduğum ve huyuna suyuna alışıp sevdiğim eski romanlara koştum. Beni aralarında en çok yine Petersburg’lu Usta etkiledi. Dostoyevski’nin peşi sıra 1800’lerin ikinci yarısındaki Rusya’nın soğuk, karanlık ama kuytularında devrimin mayalanıp durduğu çatışkılı manzaralarını katettiğimiz bu roman, büyük bir yazar aracılığıyla bir yaşamın sorgulanmasını büyük politik gerilimlerin ağlarına teyelliyor. Okumayanlar ve benim gibi halihazırda okumuş olanlar için (yine) okunmaya değer bir kitap.
Kurmaca Dışı:
Rıza Yıldırım, Bektaşiliğin Doğuşu, İletişim Yayınları, 2019.
Yılın sonlarına doğru başarılı bir Alevilik tarihçisi olan Rıza Yıldırım’ın Bektaşiliğin Doğuşu kitabını okudum. Yıldırım, diğer kitaplarındaki gibi titiz bir tarihçilikle hem Osmanlı Devleti’nin bağrındaki eğilimlerin ve yarışan/çatışan vizyonların büründüğü dinî suretlerden biri olan Bektaşiliğin oluşum sürecini gözler önüne seriyor hem de onu daha geniş bir mücadeleler ve çatışmalar dinamiğine yataklık eden coğrafyamızın tarihine bağlayacak köprüler inşa ediyor. Bektaşilik hem Osmanlı Payitahtının daima (en iyi haliyle) rakip bir dinî inanış ve toplumsal hareket görüp ezmekte tereddüt etmediği Kızılbaş Aleviliğiyle hem de merkezî Sünni dinî çerçeveyle ilişkileri dolayımıyla günümüz gerilimlerini anlamak için de mühim bir hareket. Üstelik kuruluşu, kuruluş mitolojisi ve devlet tarafından merkezîleştirilmesiyle Osmanlı’daki son derece karmaşık mücadeleleri anlaşılır kıldığı gibi ilgasıyla da Cumhuriyet’e ve nihayet günümüze taşınacak fay hatlarının habercisi. Zira “modernleşmeci” padişah II. Mahmud, Bektaşiliği ilga ederken Bektaşi dergahlarının postlarına (yönetimlerine) Bektaşi değil Sünni-Nakşibendi tarikatından ve bağlı cemaatlerden şeyhler atıyor. Bu tercihin günümüz için sonuçlarının ne kadar önemli olduğunu vurgulamak gereksiz. Bu yüzden Bektaşiliğin Doğuşu, günümüzün tarihine bir giriş olarak da okunabilir.
Sergi:
Kıymet Daştan, Başak Kaptan, Uras Kızıl (küratör), Yeni(den) Başlayanlar İçin Kullanım Kılavuzu, Kasa Galeri, 22 Kasım – 5 Ocak 2023.
ORÇUN GÜZER
KİTAP
Düşle gerçeğin birbirine karışmasının, dil ve düşünce üstündeki hakimiyetin yitirilmesinin romanı. İkinci bölümden itibaren içki içilip içilmediğinin bir anlamı kalmıyor, çünkü anlatıcı bambaşka bir âleme doğru, Dantevari bir seyahata çıkıyor. O noktada müthiş bir hiciv başlıyor; yazarın alaycı kaleminden entelektüel takımının hiçbiri (şairler, yazarlar, filozoflar, bilim insanları) kaçamıyor.
Korku Evi – Yedinci At: Bütün Öyküleri / Leonora Carrington (Çev. Begüm Kovulmaz)
Sürrealizmin kıymeti sonradan anlaşılmış ressamlarından Carrington, aynı zamanda bir yazardı. Bence öykülerinde temelde dört kaynaktan besleniyor: 1. İrlandalı annesi ve dadısının anlattığı tekinsiz Kelt masalları; 2. Fransız sürrealizmi; 3. Lewis Carroll’ın paradoksal fantezileri; 4. İngiliz gotik romanı. Tüm bu öykülerde huzursuz bir rüya (ve bazen kâbus) atmosferi var; bu yüzden çoğu, rüyadan uyanır gibi aniden kesiliveriyor; kusursuz kara mizah ise buruk bir gülümseme bırakıyor.
Cam Fanusun Altında (Under A Glass Bell, 1944) / Anaïs Nin (Çev. Zennur Anbarcıoğlu)
Bu öykü derlemesinin 1990’da Can’dan tek baskı yapıp unutuluşa terk edilmesi şaşırtıcı; iyi ki bir sahafta bulıp almışım. Okuduğum hiçbir şeye benzemiyor. Kısa önsözünden, Anais Nin’in, günlüğündeki kimi yaşantıları baz aldığını anlıyoruz; bu yaşantıları düşlerin diline tercüme etmiş. Çoğu öykü, düzyazı şiire yaklaşan bir üslup, soyutlamalar ve gerçeküstü bir kent atmosferi içeriyor.
Akıl Hastalığımın Hatıratı (Denkwürdigkeiten eines Nervenkranken, 1903) / Daniel Paul Schreber (Çev. Aylin Kayapalı)
Lucio’s Confession (A Confissão de Lúcio, 1913) / Mário de Sá-Carneiro (Çev. Margaret Jull Costa)
İngilizce’ye çevirisinden okuduğum bu romanın Türkçe’ye de çevrilmesini diliyorum. Tuhaf bir aşk üçgeni hakkında tuhaf bir cinayet itirafı gibi başlayan roman, hafıza ve unutma, cinsiyet ve tutku, akıl sağlığının ve deliliğin gizemi üstüne kuir okumalara uygun modernist ve dekadan bir metne dönüşüyor.
İlkel İnsanın Zihni (The Mind of Primitive Man, 1911) / Franz Boas (Çev. Çiğdem Taşkın Geçmen)
Boas, ırkçı ve sömürgeci zırvaların sözde bilimsel temellerini, müthiş bir zeka ve titizlikle darmadağın ediyor. Medeni/ilkel ayrımının çok da sağlam olmadığını göstermesi bir yana, bu kitap özünde, rasyonel düşüncenin perspektif değiştirebilme yetisiyle, yani toleransla ilgili olduğunu da anlatıyor. Nature/nurture tartışmasına giriş için ideal kitaplardan biri.
FİLM
Hatching (Pahanhautoja, 2022)
Hanna Bergholm’un yönettiği Finlandiya yapımı film, Grimm Kardeşler’in en tekinsiz masallarına benziyor. Yumurta, metamorfoz, ikizlik, kendi olma üstüne, orta sınıf burjuva ailesinin dinamiklerini de eleştiren, eski usül görsel efektleri ve makyaj çalışması çok başarılı bir korku-fantezi.
A Wounded Fawn (2022)
Basit bir seri katil filmi gibi başlayıp, gerçeküstü bir tragedyaya dönüşen, narsist erkeğin kabuslarının Yunan mitolojisi göndermeleriyle anlatıldığı bir “arthouse” korku filmi. Yönetmen Travis Stevens.
Emerald Fennell’ın yönettiği ve Carey Mulligan’ın müthiş bir performans sergilediği film, şimdiden feminist film klasikleri arasına girdi. “Rıza (consent)” meselesi üstüne müthiş bir meditasyon. Yer yer komik, bazen romantik ama sonuçta trajik.
The Night House (2020)
David Bruckner’in yönettiği yarı-doğaüstü korku filmi, aslında travmanın hayaletlerinin peşine düşüyor ve bunu yaparken, izleyiciyi “hiç (nothing)” kelimesi peşinde metaforik bir yolculuğa davet ediyor. Yas tutan ana kadın karakter rolünde Rebecca Hall’un performansı dört dörtlük.
Hagazussa (2017)
15. yüzyılda geçen Alman yapımı folk-horror filminde, köyün dışlananı olan yalnız kadını, çocukluğundan itibaren, karlar ortasındaki bir izolasyon anlatısı içinde izliyoruz. Lukas Feigelfeld’ın filmi, çok farklı bir cadı anlatısı kuruyor.
You Won’t Be Alone (2022)
19. Yüzyıl Makedonya’sının dağ köylerinde geçen filmde, bir cadının hükmettiği şekil-değiştiren bir varlığın erkek-kadın arasında gelip giden deneyimlerini, insan olmanın ne anlama geldiğini, son derece şiirsel bir monolog eşliğinde takip ediyoruz. Goran Stolevski çok özgün bir sinema dili kurmuş.
The Feast (Gwledd, 2021)
Lee Haven Jones’un yönettiği, Galce çekilmiş bu filmi tanımlamak biraz zor. Ürkütücü zirve noktasına kadar tuhaf, dingin, yumuşak ve sinsice ilerliyor. Burjuvazi ile Kelt mitolojisinin yüzleşmesi veya hayaletlerin rant fırsatçılığına başkaldırması gibi.
His House (2020)
İngiltere’ye iltica eden Afrikalı bir çiftin yerleştiği tekinsiz evi merceğe alan film, klasik hayaletli ev temasının arka planında mültecilik, etnik kimlik, ırkçılık, travma, vicdan gibi birçok meseleyi kat ediyor.
Colm McCarthy’nin yönettiği İngiltere yapımı film, benzeri pek çok zombi-kıyamet filmi içinde, dingin atmosferi ve aksiyondan çok düşünselliğe odaklanmasıyla farklı bir yerde duruyor. Dünyanın sonuna sürüklenirken, zombi ile insan arasında bir ara tür olan filmin ana karakteriyle olan kız çocuğuyla birlikte, şu soru kafamızda yankılanıyor: “İnsan soyunun varlığını sürdürmesi uğruna diğer canlılar ölmeli mi?”
Black Box (Boîte noire, 2021)
Yann Gozlan’ın yönettiği Fransız yapımı filmde, düşen uçaklarının kara kutularını analiz eden duyma yetisi aşırı duyarlı bir yetkilinin, saplantı haline getirdiği bir vaka ile paranoyanın kıyılarına sürüklenmesini izlerken, devlet-özel sektör ilişkileri, son model teknolojinin güvenliği kırılganlaştırması, işini çok iyi yapan insanların sistemden dışlanması gibi konuları da sorguluyoruz.
Özgür Taburoğlu
Ayrıca Lacan’ın derin ve geniş yapıtına dair son zamanlarda farklı temas biçimleri artıyor. Lacancı kliniğe yönelik önemli kitaplar yayımlanıyor. Özellikle Bruce Fink, klinik deneyim içerisinden Lacan’ın yapıtına farklı bir yerden yaklaşmamıza izin veriyor. Analisti değil de danışanı özne kılan bir yaklaşımın içeriden tasvir ediyor.
Doğu Batı Yayınlarının, Hanife Güven’in çok başarılı çevirisiyle yayımladığı Maurice Merleau-Ponty’nin Görünür ile Görünmez kitabı yılın kitaplarından birisi olabilir gibi geliyor bana. Merleau-Ponty’nin tamamlayamadan bıraktığı bu metnin yarım kalmış olması onu daha da çarpıcı kılıyor. Büyük bir düşünsel metnin gerçekleşmemiş çalışma notlarıyla nereye kadar genişleyebileceğini anlamaya çalışıyorsunuz. Merleau-Ponty bu son kitabında tüm yapıtını bütünlüğe ulaştırmaya çalışıyor ve çok sayıda kavramını yeniden tanımlıyor. Arkasında dağınık bir çalışma masası bıraksa da herhangi bir şeyi yarım bıraktığı duyusunu yaratmıyor.
Tevfik Kanoğlu
James Joyce – Ulysses.
Yasin Karaman
Peter Sloterdijk, 20. Yüzyılda Ne Oldu?, çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: Tellekt, 2023
2023’te beni en çok etkileyen kültürel ürün sorulduğunda ilkin iki sezonunu izleyebildiğim Succession’dan mı yoksa sorular içeren bir e-postamı sahiden yanıtlamadan nazikçe geçiştiren Addy Pross’un nitelikli Yaşam Nedir? kitabından mı bahsedeyim, kararsız kaldım. Son kararım ise Slavoj Zizek’in de yabana atılmaması gereken bir muhafazakâr ve -iyi anlamda- bir kışkırtıcı olduğunu söylediği Peter Sloterdijk’ın 2005-2014 tarihleri arasındaki metin ve konuşmalarını bir araya getiren 20. Yüzyılda Ne Oldu? kitabı oldu (Zizek’in sözleri aklıma 1967 yılında kendisini ağırlayan Jacob Taubes’e “Almanya’da konuşmaya değer yegâne kişinin Carl
Ebru Pektaş
Cinsiyetin Ontolojisi kitabı, “ah tam da bunu arıyordum” diyeceğimiz bir kitap değil kuşkusuz. Cinsiyet yeterince belalı bir konu değilmiş gibi bir de ontolojisiyle ilgilenmek için başka bir heves gerekir. Belki felsefe merakı belki “feminizm davası”, artık hangisi ağır basarsa…
Carrie Hull, bu kitabında günümüz feminizmleri içinde anaakımlaşmış queer feminizmin en önemli temsilcilerinden Judith Butler’ın tezlerini, Nelson Goodman, W. V. O. Quine gibi Anglo-Amerikan yazarlarla ilişkilendirmektedir. Butler’dan daha açık ve kolay anlaşılan bu yazarlar, Hull’a göre açıkça nominalisttir. Yani burada çeşitleri ve kategorileri kültürel inşaalar olarak gören bir ontoloji vardır. Hull’un verdiği bilgilere göre bu yaklaşımın kökleri skolastik felsefeye uzanmaktadır. Abelardus’ta olduğu gibi adcılık, tek tek adların varlığının kabulü ve evrensellerin reddidir. Goodman ayrıca radikal bir görececidir. Quine ise kendinden menkul bir ontolojik görececi ve dilsel davranışçıdır.
Bu tespitlerin heyecan verici yanı şudur ki belli bir soyutlama düzeyinden bakıldığında, hem felsefe tarihinde hem de siyasette “son moda” olduğu sanılan kimi fikirlerin hiç de öyle olmayabileceğini kitaptaki bu tip örneklerle daha iyi anlıyoruz.
Yine bu bağlamda özellikle 2023’te epey faydalandığım bir diğer eser, Ahmet Arslan’ın İlk Çağ Felsefe Tarihi adıyla yayınlanan 5 ciltlik eseridir. Tekrar ve tekrar bakılacak, Arslan’ın yorumlarına ilişkin kimi filtreler edindikten sonra temel düzeyde kitaplar olarak sürekli faydalanma imkanı barındıracaktır.
Gündelik hayatın hayhuyu içinde alıştığımız, çoğu zaman sorgulamadan kabul ettiğimiz fikirleri ya da tam tersine çok orjinal olduğunu sandığımız fikirleri, insanın düşünme serüveni içinde, felsefede izlemenin muazzam yararlı ve keyifli olduğunu düşünüyorum. Evrim ya da tarih okurken de benzer durumlarla karşılaşırız.
Töre Sivrioğlu, Medeniyetlerin Şafağı, Akdeniz’in Öyküsü, Epsilon (2021)
Arkeolog Töre Sivrioğlu’nun Akdeniz’in Öyküsü kitabı, medeniyetlerin, kültürlerin, mitolojinin tüm bereketi ile insanlık tarihine damgasını vuran Akdeniz havzasının hikayesini sunuyor. Yıkımın, afetlerin, felaketlerin coğrafyasının 6 milyon yıl öncesine uzanan jeolojik şekillenişini öğrenmek bile başlı başına büyüleyici geliyor insana… Mitoloji ve felsefe sevenlerin gözden kaçırmamasını tavsiye ederim.
Podcast, Geri Dönüyoruz, Mahir Ünsal Eriş, Töre Sivrioğlu
Hatta yine tüm bunlarla bağlantılı bir de podcast önerisinde bulunmak isterim: Yine arkeolog Töre Sivrioğlu ile öykülerini, romanlarını severek okuduğum Mahir Ünsal Eriş’in Sokrates Dergi sponsorluğunda hazırlayıp sundukları Geri Dönüyoruz isimli podcast. Geri Dönüyoruz işe gidip gelişlerimi oldukça keyifli hale getirdi. Tarihe, kültüre, sanata dair pek çok konuda hoş bir sohbetin içinde buldum kendimi. Takvim, yazı, inanışlar, mitoloji, bira ve şarap gibi içkilerin tarihi, doğu batı tartışması, oryantalizm, suyun ateşin kültüre etkisi vb vb.