Site icon Terrabayt

Öznelliğin Jeodinamiği: Yeni Materyalist Bir Radikal Politikanın İmkânı Üzerine


Ekolojik, toplumsal ve ekonomik kriz silsileleri içerisinde bulunduğumuz hepimiz için vakıadır. Bütün krizler gibi, her ne kadar içinde yaşadığımız toplumsallık biçimi, yani kapitalizm krizi sürdürülebilir kılma yönünde bir eğilim geliştirmiş olsa da, bu kriz de yarattığı bütün hasar, yoksulluk ve yıkımın yanı sıra bir meydan okumadır. Daha doğrusu burada benim teklifim bu krizi bir meydan okuma, yani canlının yaratıcı bir şekilde karşılık vermesi gereken bir sorunlar demeti ya da sorunsal olarak görmek. İnsan ve insan olmayanların, canlı ve cansızların karmaşık, çatışmalı ve simetrik olmayan işbirliğince üretilen gerçekliğimizin gelip çattığı bir sınır ve bu sınırı aşıp başka bir gerçekliği üretmemizi muştulayan bir gösterge olarak. Öznellik kavramını, bu krizi düşünebileceğimiz bir mendirek, bir kilit taşı olarak işe koşacağım bu yazımda. İlhamım kuşkusuz Gilles Deleuze ile Félix Guattari ve Rosi Braidotti. Deleuze ve Guattari bize öznelliğin üretiminin analizine ve yaratıcı bir şekilde başka öznelliklerin yaratılma imkânına, hatta gerekliliğine dair muazzam bir felsefi ontoloji verdiler. Şahsen bütün özgün katkılarıyla birlikte, bu tartışma açısından Rosi Braidotti’yi de bu felsefi ontolojiyi ve problemlerini üstlenen, sürdüren, genişleten bir filozof olarak okuyacağım. Öznellik kavramını, şimdilik şu basit ve belki de nominal yanıyla tanımlayalım: dünyayı üretirken kendini üreten çokluğun, algılama, duyumsama ve ifade tarzlarından oluşan bir küme, bu tarzları bir-arada-ören bir düzenleme. Bu terk edilmesi mümkün tanımı iki yönde açacağım: bir yandan benim “jeodinamik yaklaşım” dediğim, zuhur eden “şeyleri”, onları önceleyen heterojen unsur, kuvvet ve süreçlerden itibaren düşünen gerçekçi bir yaklaşım açısından öznelliğin üretimi/oluşumu ne demek onu tartışacağım. Diğer yandan da, mevcut kriz(ler)e yanıt verebilecek yeni öznelliklerin yaratımı için belli başlangıç noktaları oluşturmayı deneyeceğim.

Jeodinamik Yaklaşım Üzerine

Jeodinamik yeryüzünde dağların, dağ silsilerinin, havzaların, kayaçların oluşumu gibi uzun erimli ya da deprem gibi kısa erimli sürelerde meydana gelen, çeşitli jeolojik kuvvetlerin, katmanların ve unsurların iç içe geçtiği zuhur (emergent) süreçlerini inceleyen bir bilimdir. Burada jeodinamiği bir metafor haline getirmeksizin temel fikrini koruyarak kullanıyorum: çoklu unsurlar, çoklu etkiler, çoklu süreçler, iç içe geçme ve zuhur. Bu temel mefhumlar dahilinde önerdiğim şey bizzat insan öznelliğini, kozmik bir jeodinamik süreç olarak yeniden tasavvur etmek. Fakat bu tasavvur herhangi bir bilgi iddiasına yahut bilimsellik halesine atıfta bulunmaz. Yani jeodinamiğin modus operandisine dair mefhumları elimizde tutmakla birlikte, ondan her türlü bilimci-bilgici iddiayı elemeliyiz. Zira jeodinamik model veya yaklaşım, politika felsefesinin bir yardımcı operatörü haline gelecekse, bu ancak onun kesinlik iddiası barındırmaması vasıtasıyla olur. Çünkü amacımız, herhangi bir öznellik oluşumunun hakikatini ifşa etmek (bu hakikat ister öz ister ilişki olarak algılansın) değil, tam aksine, başka mümkün özneleşme biçimlerinin kolektif icat ve icrası için estetik bir güzergâh açmaktır.

Jeodinamiğin odağı kolektif ve heterojen süreçlere ve nesnelere çevrilmiştir. Burada “kolektif olan” insan ve insan-olmayanların bir ağı (Bruno Latour, Biz Hiç Modern Olmadık), çokluğu, bileşimi ya da dolanıklığı (Karen Bared, Meeting The Universe Halfway) olarak tanımlanır. Dolayısıyla sosyal gruplar, topluluklar kolektif değildir basitçe, daha doğrusu, insan gruplarının ve bireylerinin, birey-altı ve grup-altı düzeyde kolektif bir zemini vardır. Kolektif, her tür birey-oluşu önceleyen gerçek koşullar zemini ya da soyut makinedir/diyagramdır. Dolayısıyla kolektif olan ile ortaklık-topluluk-grup-toplum mefhum dizisi arasındaki ayrım konusunda net olmalıyız. İnsan grupları/toplulukları -en azından sosyal bilimin nesneleri olarak- canlı türü olmak bakımından homojendir (insanlar arası sınıfsal, etnik, dini, cinsiyete dair ayrımlar orada durur elbet). İnsan çokluklarının homojenliği, onların insan-olmayanlardan ayrı olarak ele alınabilmesinden doğar. Oysa bu çoklukların ve çokluğun çeşitli (iletişimsel, semiyotik, kurumsal, ilişkisel vb.) niteliklerinin zuhur edişleri daima insan ve insan-olmayanların kolektiflerinin zeminine, birlikte-işleyişine gereksinir. Örneğin kuşkusuz sosyal medya üzerinden bir enformasyon iletmek gayet insani bir etkinliktir (semiyotik), ancak bu “iletişimin” koşulları yalnızca insani bir bileşen olan göstergeleri değil, bilgisayar dillerini, uydu alıcılarını, fiber optikleri, işlemcileri, tüm bunları üreten makine-insan demetlerinin emek-güçlerini, onların yeniden-üretiminde işlevlendirilen diğer canlıları vb. gerektirir. Diğer bir örnek ise, insan bedenini oluşturan canlılığın salt homo sapiens hücrelerinden değil, son derece karmaşık bir mikrobiyotadan oluşuyor olmasıdır: 100 trilyon homo sapiens hücresine karşılık, yaklaşık 1.500 trilyon (1.5 katrilyon) diğer canlı hücreleri ve virüsler.

Kuşkusuz sosyal medya üzerinden bir enformasyon iletmek gayet insani bir etkinliktir (semiyotik), ancak bu “iletişimin” koşulları yalnızca insani bir bileşen olan göstergeleri değil, bilgisayar dillerini, uydu alıcılarını, fiber optikleri, işlemcileri, tüm bunları üreten makine-insan demetlerinin emek-güçlerini, onların yeniden-üretiminde işlevlendirilen diğer canlıları vb. gerektirir.

Dolayısıyla jeodinamik bir bakış açısından öznelliğin üretiminin ele alınışı, onun kolektif zemininden zuhur edişinin, yani onun oluşumunun gerçek koşullarının ampirik bir sorunsallaştırılması ve zuhur etmiş varlığın virtüel potansiyellerinin sınanmasıdır. Burada çok sayıda jeolojik kuvvet etkinlik halindedir: fizyokimyasal, organik vb. kuvvetler kadar antropomorfik kuvvetler de. Kapitalist toplumlarımızda en çok dikkate almamız gereken jeolojik kuvvet kuşkusuz sermayedir. Ve ardından da yine çeşitli fizyokimyasal ve organik akışları kesmeye, bölüştürmeye, yönlendirmeye ve dağıtmaya muktedir olduğunca diğer sosyal oluşumlar… İnsan öznelliği bilince ve dile indirgenemez semiyotik akışların, yapısal eğilimlere indirgenemez eylem kümelerinin, bizzat insani fenomenlere indirgenemez organik ve fizyokimyasal akımların bir kıvrımı; tüm bu akımlarının belirli bir eklemlenişinden zuhur eden bir kozmik varlık, kendi bileşenlerine ve etkilerine indirgenemez bir nesnedir (Harman, Nesne Yönelimli Ontoloji). Lâkin tüm varlıklar, farklı düzey ile katmanları işe karıştırsa ve karıştırmasa da zaten böyledir. Öznellik diğer varlıklar nezdinde ayrıcalıklı bir varlık değil, diğer varlıklar arasında herhangi biri olarak, yani tekil olarak, kendi farkını haiz bir varlıktır. Ama zaten bir taş da öyledir.

Öznellik ve Koşul

Evet, bileşenler açısından öznelliğin zemininin heterojen bir zemin olduğu, dahası onun ifade yolları açısından da semiyotik bir heterojenliğin söz konusu olduğundan bahsettik. Öznelliğin kasıtlı olarak bu heterojen yanları bastırılmadığı, onların bu çokluğunun üzerinde bir şiddet uygulanmadığı sürece öznellik açık uçlu, çoğul bir süreç olur. Fakat henüz bir öznelliğin tezahürünün gerçek koşullarına değinmiş değiliz. Bu gerçek koşul(lar) nedir?

Bunun, en azından materyalist bir yaklaşım açısından öznellikle eş-biçimli olmayacağı açıktır. Peki ama bu ne demektir? Felsefe tarihinde koşul ile koşullanan arasındaki ilişki üzerine uzun bir tartışma vardır. Hume, Kant, Hegel, Husserl, Heidegger, Sartre ve başka bir dizi filozofu, bilhassa öznellik açısından koşul ve koşullanan, yani öznelliğin zemini/temeli ile öznelliğin tezahürü arasındaki oyuna odaklanan bir felsefe geleneğinin parçası olarak görebiliriz. Elbette, bu liste de çoğaltılabilir, fakat benim tartışacağım konu açısından mühim olan nokta şu: Bu gelenekle eleştirel bir diyalog halinde koşul ve koşullanan arasındaki ilişkiyi olabilecek en radikal noktaya taşıyan Deleuze.

Deleuze’ün buradaki meselesinin onun felsefesinin merkezi meselesi olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Yakın zamanda ortaya çıkmış “Temellendirme Nedir?” isimli erken (1956-7) derslerinden itibaren, öznellik ile onun temellendirilmesi, yani temeli arasındaki ilişki meselesinin onun asıl felsefi izleği olduğu görülebiliyor. Alıkoyacağımız şey şu: Hume’dan başlayarak felsefe, öznelliği bir aşma, verili olanın aşılması olarak düşünmüştür. Verili olanlar, yani yukarıda bizim “bileşenler” dediğimiz şeyler, bize öznelliğin doğrudan oluşumunu vermezler. Onlar, yalnızca koşulların bir kısmıdır: yediklerimiz, içtiklerimiz kadar, mikrobiyatayı, tekno aygıtları vb. düşünün. Fakat tüm bu bileşenleri bir öznellik olarak üreten şeyi düşünmek için Hume-Sartre çizgisinden ayrılmalıyız. Nedir bu çizgi?

Bu çizgi Hume’un alışkanlığı, Kant’ın ve Husserl’in transandantal Egosu, nihayet Sartre’ın kişisel-olmayan bilinci olsun, koşulla koşullanan arasında bir eş-biçimlilik varsayan, bu yüzden de koşulu “mümkün deneyimin” koşulu olarak kavrayan görece idealist çizgidir. Sartre gibi bir filozofta dahi, transandantal alan=(kişisel olmayan) bilinç önermesi bir kez ortaya konduğunda, koşullanan (yani öznellik) ile koşul (yani transandantal alan) arasındaki eşbiçimlilik yeniden tesis edilmiş ve heterojenlik ve fark, yani kendinde fark kaybedilmiş olur. Bu geleneğin aynı zamanda hümanist ve insan-merkezci gelenek olmasında kuşkusuz şaşılacak bir şey yok, zira eşbiçimlilik kavrayışındaki “biçimin” “insan biçimci” olduğu ya da en azından “bilinç biçimli” olduğu görülüyor.

Deleuze ne yapıyor peki? Hem bu eşbiçimliliği, hem de koşulun birliğini parçalıyor: çünkü düşünmek istediği mümkün deneyimin koşulları değil, gerçek deneyimin koşulları. Adım adım gidelim.

Eşbiçimliliğin parçalanması, belki de bizzat yeni materyalizmi mümkün kılan felsefi devrimdir. Eğer yeni materyalizm denince, maddiliğin yeni bir kavranışını ve insan-sonrasını da anlıyorsak, heterojen unsurların ve insan ile insan-olmayanların ontolojik tekanlamlılığını kavrıyorsak, öznellik ile onun koşulları arasındaki eşbiçimlilik ortadan kaldırılmalıdır. Ancak bu adım sayesinde, aynı zamanda da materyalizmi materyalizm yapacak olan o diğer adım, yani mümkün deneyimin genel koşulları değil, gerçek deneyimin gerçek koşulları düşünülebilir hale gelir. İlk adım sayesinde düşünce, kendi koşullarını, kendisine benzemeyen unsurların, bileşenlerin bir bilişkesi olarak kavrayabilir. İkincisi sayesinde ise, öznelliğin zuhur edişini, gerçek, tarihsel ve maddi koşullarından itibaren kavrayabilir.

Eşbiçimliliğin parçalanması, belki de bizzat yeni materyalizmi mümkün kılan felsefi devrimdir.

İkinci adımın tarihi kuşkusuz Marx’ın çalışmasını da dikkate almayı gerektirir. Marx’ın eseri, bilhassa Kapital ve Grundrisse (farklı yollardan da olsa) gerçek deneyimin gerçek koşullarını, öznel etkinliğin tarihsel olarak belirlenmiş bir biçimi, yani kapitalist meta üretimi, yani ücretli emek açısından kavrıyordu. Burada öznellik (canlı emek), hem bir koşul hem de bir ürün/sonuç, fakat nedenlerine benzemeyen, onunla eşbiçimli olmayan, özerk bir sonuç olarak kavranıyordu. Fakat bu sonuç, yani üretilmiş öznellik olarak, yani Marx’ın deyimiyle proleterleştirilmiş olarak canlı emek, aynı zamanda da kapitalist birikimin koşuludur. Bu bir geri besleme düzeneğidir.

Demek ki, öznelliğin kendisinin de bir kez zuhur ettiğinde artık yalnız bir sonuç değil, aynı zamanda bir neden, başka şeylerin (ve kendisinin de) üretiminin/vuku bulmasının/zuhur etmesinin bir gerçek koşulu olduğu söylenmeli.

Bu temayı geliştirmeye devam etmeden ve onun sonuçlarını çıkarmadan evvel, öznelliğin iki koşulunu tespit ettiğimizin altını çizelim şu an için: bir yanda öznelliğin kendisine indirgenemeyeceği heterojen bileşenler (her türden maddi unsur, canlı ya da cansız, cisimsel ya da cisimsiz) ve öznelliğin kendisi (bir geri besleme hareketi içerisinde). Fakat daha önemli bir üçüncü unsur, bir koşul daha var: problem veya sorun. Her öznellik, bir sorun etrafında oluşur, zuhur eder, bir soruna cevap verir. Daha doğrusu, her özneleşmenin sıfır noktasında karşılaşılan bir “şey” vardır ve bu karşılaşma bir sorun olarak kendisini sunar. Çok basit bir örnek: bir hücre, besin maddesiyle karşılaştığında bu besin maddesi hücre için, onu hücre duvarından içeriye almak gibi bir sorun üretir. Evrim bu sorunu halihazırda çözen belli mekanizmalara sahiptir. Yani hücre açısından sorunların çözümünü sağlayan bir alışkanlık devresi vardır, ozmik basıncın ayarlanması, hücre duvarının açılması vb… Hücre bu soruna, yani besin maddesini içeri alma sorununa verili bir alışkanlık-eylem repertuvarından seçtiği bir eylem-edim kümesiyle cevap verecektir.

Fakat işler daima bu kolaylıkla yürümeyebilir. Öncelikle canlı her varlık, belli etkileşimlere, yani sorunlara yanıt verme noktasında çok farklı (fizyokimyasal, organik ve semiyotik diyelim) düzeylerde işleyen bir alışkanlık devresi ya da duyu-motor beceriler kümesidir. Fakat her karşılaşma hazır cevaplar olan alışkanlıklarla geçiştirilemeyebilir. Hücremizi göz önüne alırsak besin maddesi “kirlenmiş”, “sindirilemez” yabancı parçalara sahip olabilir. Bu durumda içeri alma sorununun yerini bu kirli ve yabancı parçalarla ne yapılacağı sorunu alır. Ve iyi bir yanıt bulunamazsa hücrenin ölümüyle ya da kanserle sonuçlanabilir. Benim özellikle üzerinde durmak istediklerim, işte bu duyu-motor becerileri, alışkanlık devrelerini çökerten tarzda sorunlar, sorunlu karşılaşmalar.

Öznelliğin oluşumu düzeyinde heterojen bileşenler (artık bunlara karşılaşmalar diyebiliriz), sorunlar ve bu sorunlara verilen yanıtın ürettiği bir bileşim, yani öznellik var. Öznellik o halde, bir duyu-motor beceriler, algılama ve duygulanma tarzları, ifade biçimleri ve alışkanlık devreleri çokluğu, bir tertibat, bir düzenlemedir. Bir yanda kendisinden zuhur ettiği kolektif cisimsel zemin, diğer yanda daha ziyade ifadeleri ilgilendiren bir kolektif sözcelem düzenlemesi. Bunların hepsi, öznelliğin hem gerçek koşullarını hem de kendini niteleyecektir. Fakat iki farklı şekilde, birbirine indirgenemez bir biçimde. Sorun bir karşılaşmadan doğar, yani daima dışarıdan gelir. Dolayısıyla ilkesel olarak her özneleşme dışarıyla bir ilişki kurulmasından doğar. Bu sorun mevcut, tarihsel olarak kurulu olan öznelliği çökerttiği oranda da yeni bir özneleşme ya da özneleşme imkânı doğuracaktır. Bu sıçrama gerçekleştiğinde buna artık sorunsallaştırma diyeceğiz, böyle bir özneleşme dinamiği sorunsallaştırma, varoluşsal bir sorunsallaştırma olacaktır. Bu jeolojik akımlardan alınan unsurları kendi bünyesine yeni bir tarzda eklemleyecek, yeni algılama ve duygulanma biçimleri icat edecek ve nihayet yeni ifade tarzları yaratacaktır. Bir devrimde meydana gelen az çok budur.

Öznellik Üretimi Tarzları

O halde jeodinamik modelin dinamizmi yalnızca akım fikrinden gelmiyor. Kuşkusuz bu mühim bir fikir ama asıl mühim olan nokta, bir sorun-karşılaşmanın varlığı ve onun etrafından bu heterojen akımların tertip edilme tarzlarıdır. Çok derin ayrımlara girerek konuyu uzatmak istemiyorum, ancak en azından şu söylenebilmeli: Sosyal bilimlerin ve politika felsefesinin yıllardır araştırdığı kimlik, yaşam tarzı gibi mefhumlar bu tarzlardan ikisidir. Kimlik ve yaşam tarzı olarak öznelliğin zuhur edişi de kesinlikle bir sorun etrafında meydana gelir. Bu sorun bir ulus kimliği için ulusal devletin kuruluşu veya sömürgeleştirmenin şiddeti olabilir. Yani sömürgecilik açısından eşitsizliğin iki ucunda, sömürgeci topluluk ile sömürgeleştirilen topluluk kutbunda ulusal kimliğin oluşumu bütün karmaşıklığının yanı sıra sömürgecilik sorunu etrafında düğümlenecektir. Fakat kimlikler, oluşur oluşmaz kendilerini tarihe geri yansıtacaklar, oluşumlarını tetikleyen sorunu, yani öznelliğin dışarısını, yani gerçek koşulunu tarihten —neredeyse ezelden— gelen bir kültür/ırk birliğine indirgeyebileceklerdir. O halde kimlik dediğimizde, en azından bu ontolojik düzlemde, dışarıyla ilişkisini kopartmaya meyleden, kendi içine kapanmış bir öznellik üretimi tarzından bahsediyor olacağız. Yaşam tarzı ise daha gevşek ve modüle edilebilir tarzda da olsa benzer biçimsel özellikler sergileyecektir.

O halde jeodinamik modelin dinamizmi yalnızca akım fikrinden gelmiyor. Kuşkusuz bu mühim bir fikir ama asıl mühim olan nokta, bir sorun-karşılaşmanın varlığı ve onun etrafından bu heterojen akımların tertip edilme tarzlarıdır.

Fakat bu düzeylerde karşılaştığımız ve ekoloji sorununu ilgilendiren asıl mesele, öznelliğin bu tarzlarının, Nietzsche’nin deyimiyle, “insanca, pek insanca” ya da “insan-merkezli, pek insan-merkezli” olmasıdır. Tarihi dinin tertip ettiği öznelliklere kadar geriye gitse de, kapitalizm ile birlikte öznelliğin bu insan-merkezci imgesi temel olarak heterojen unsurlar diyegeldiğim diğer canlı ve cansız varlıkların gücünü yadsımıştır. Dolayısıyla bu öznellik üretimi tarzları, yani kimlik, birey, yaşam tarzı gibi mefhumlar etrafında örülenler her şeyden evvel sorunsal değildir, ya bir öz, ya bir özgür irade, ya bir bireysel özerklik gibi sonradan eklenmiş, bütünleştirici, kuşatıcı bir mefhuma dayanırlar. Dolayısıyla burada, ekolojik-etik ve bu yüzden politik açıdan diğer yöne ilerleyeceğim. Bu diğer yönde öznelliğin oluşumu açık bir müzakere, sorunsallaştırma ve kendini sürekli sorgulama süreci ya da kendine karşı ayıklık olarak kurulur. Bunu Rosi Braidotti’nin “göçebe öznesi” olarak düşünebiliriz. Göçebe özne, tam da egemen öznelleştirme kiplikleriyle özdeşleşmeme yolundaki deneyci politikaya bağlıdır. Bunun için ağları çoğaltmak, müzakereleri açıklaştırmak ve zoe temelinde idrak edilen bir eşitlik ilkesi gerekir. Bu eşitlik, farkı silen bir aynılık olarak değil, farklılıkların farklılaştırıcı -yani özdeşlikten çıkarıcı- eşitliği olarak tahayyül edilebilir. Hem kapitalizmin doğrudan ya da dolaylı olarak ürettiği egemen öznelliklerle özdeşleşmemek hem de her durumda kendiyle-özdeş olmamayı sağlayacak sorunsallaştırma çizgisini açık tutmak. Bu ikili hareket, eko-katılımcı bir öznellik tahayyülü için olmazsa olmaz iki koşul verir bize.

Bu yüzden, öznelliği yeniden tahayyül etmek için “şey-kudreti” (thing-power) denilen bir başka boyutu dikkate almalıyız. Bu boyut ya da daha doğrusu bu ontolojik koyut, “şeylerin” (başka insanlar kadar, diğer canlılar ile tüm cansız varlıkların) Jane Bennett’in tabiriyle, “Spinoza’nın conatusu gibi, maddenin özgül ve virtüel kudretlerine gönderimde bulunur. Böylece insan bilgisinin (ve kültürel inşasının zemininde) tümüyle çözülmeyen bir şeyler dünyası düşünebilmemizi sağlar” (Vibrant Matter). Şeyler bizim kullanımımıza ve tüketimimize tahsis edilmiş araçlar değillerdir. Onlarla, yaygın teknobilimsel söylemin ve insan-merkezci düşüncenin iddia ettiği gibi onlar araçlar bizler kullanıcılarmış gibi ilişki kurmayız. Aksine, onlarla birlikte, bir şeyler ağındaki bir başka şeyizdir. Ya da daha iyi bir ifadeyle, her öznellik düzenlemesi farklı şeylerin güçlerini sentezleyen bir şey-gücü şebekesidir. Bennett, bu insan-olmayan diğer şeylerin gücünü ancak ve ancak onların eyleyen olarak bu şebekedeki rollerini yerini getirmediği ya da bu şebekenin karşısına o şebekeyi sekteye uğratan bir şey olarak çıktıkları anda fark ettiğimizi söyler: taşan çöpler, patlayan fırtınalar, elektrik kesintileri vb… Bu tarz karşılaşmalar sorunlu, sorunsal karşılaşmalardır. Hem varoluşsal bir sorunsallaştırmayı başlatma kudreti taşırlar hem de bir müzakere sürecini, kolektif bir müzakereyi.

Kolektif müzakere sadece insan-insan ilişkilerinin, insanlar-arası katı bölümlemeler kadar, yumuşak olanları da (yaşam tarzıyla ilişkili grupçukları) ihlal eden bir demokratikleştirme süreci değildir. Aynı zamanda insan-olmayan canlı ve cansızları da kapsayan, onların eyleyenliğini de açığa çıkartan/duyulur kılan, insan ve insan-olmayanlar arası bir müzakeredir. Bu tarz müzakereler kuşkusuz Donna Haraway’in “Siborg Manifestosu” ve “Yoldaş Türler Manifestosu”nun önemli temalarıdır. Bir yandan teknolojik aygıt ve imkânlar kadar diğer canlılar da kendi sınırlı varlığımızı ve her an kendi üzerine kapanma tehdidi altındaki öznelliğimizi dışarıya açan, deney yapma ve dönüşme, yani özneleşme imkânları sağlarlar. Ya da daha doğrusu özneleşme öncelikle bu bileşenlerin kolektif zemininin açık ve demokratik bir müzakere halinde kurulmasıdır. Fakat diğer yandan da, biz insanlar diğer canlılar ve cansızlar arasında başka türde protezler, tercüme aygıtları, hatta üreme organları vb. olarak işleriz. Burada mesele tamamen bakış açısıyla ilgilidir. Yalnızca yeni canlı türlerinin yaratımında evrimsel bir seçilim kuvveti olmakla kalmayız, aynı zamanda bilgisayarlar vb. gibi teknik makinelerin üretiminde, onların açısından cinsel bir seçilim kuvveti ve viral bir mutasyon işlemcisi de oluruz. Yani teknik makinelerin ötesinde, toplumsal makineler düzeyinde işleyen bir makinesel cinsellik de vardır ve bu cinsellik açısından insan bileşenlerin işlevleri son derece çeşitlidir. Makinesel bir seçilim süreci, insan ve insan-olmayan düzenlemelerin kurulumunu, tutarlılık kazanmasını ve farklı canlı ile cansız bileşenlerin düzenleme seçilimini kapsar. Bu seçilim içerisinde teknik makinelerin evrimi ve üremesi de insan unsurların üzerinden ve insan unsurların evrimi ile öznelliklerinin üretimi de insan-olmayanların üzerinde geçer. Tabii ki de bu karşılıklılığı verili saymamalı, her durumda var olup olmadığını, varsa nasıl işlediğini sormalıyız.

Son olarak karşı karşıya olduğumuz ekolojik krize odaklanmayı teklif edeceğim. İster istemez, ancak kararlı bir yıkım çabasıyla, dikkatsizlik ve sömürünün tatsız bir denk gelişiyle kendimizi içinde bulduğumuz bu kriz anının, bir yanıyla bir fırsat, ama muhtemel bir “son” fırsat anı da olduğunu söyleyelim. Bu fırsat, şeylerin, ekosistem ve ekosistemleri oluşturan canlıların, cansızların bütünüyle yepyeni sorunlar olarak karşımıza dikildiği bu kriz, bu sorunlu karşılaşma, yeni bir sorunsallaştırmanın, varoluşsal bir sorunsallaştırmanın kendini dayattığı bir politik, etik krizdir de. Gezegenimiz bizden yeni bir öznellik, olası hareket noktalarını bu konuşma boyunca işaret etmeyi ancak denediğim bir öznellik talep ediyor. Bu öznellik ya da öznellikler talebine kulak vermek demek insanı ve insan sonrasını şimdilik koşullar görünen kapitalist, dini, ataerkil, sömürgeci, her halükarda insan-merkezci öznellik biçimlerini, havası sönse bile şiddeti durulmayan bu üretim tarzlarını ardımızda bırakmayı düşünmeye başlamak demektir. Belki de en çok bu yüzden ekolojik kriz, kapitalizmin ve onun içinde, ona eklemlenmiş olan öznelliklerin/öznelliğin krizi ile yankılanıyor. Ve yine belki de en çok bu yüzden ekolojik krizi aşma sorunu kendini kapitalizmi aşma sorunu olarak da sunuyor. Yalnızca şirketlerin, devletlerin ekosistemlere verdikleri zarar yüzünden bile değil, ama kapitalizm altında, sermayenin ekosisteminde ortaya çıkıp çıkabilecek öznellik üretimi tarzlarının daima gezegenin ekosistemine düşman yaratıklar üretmeye yazgılı olmasından dolayı. Dolayısıyla sanırım politika felsefesine düşen iş, hem kapitalist öznellik üretiminin sınırlarını göstermek ve onun ötesine geçmeyi tasavvur edebilmemizi mümkün kılacak dinamikleri ortaya çıkarmak bugün için. Fakat bütün bu ekosistemin içindeki kendileri de bileşik varlıklar olan biz homo sapienslere düşen daha genel vazife ise etik ve politik açıdan, ama daha da önemlisi mevcut olandan farklı bir gerçekliği inşa etmek açısından yeni özneleşme imkânlarını yaratmak adına üzerinde yükseldiğimiz mevcut koşulların yerine yeni koşullar, açık, müzakereci, sorunsallaştırıcı koşullar yaratmak. Bu hem “pek insani” iktidar ve sermaye gibi oluşumların homo sapiensin kalbinde açtığı eşitsizlik yaralarının üstesinden gelmenin ama hem de, sermayenin ekosisteminin ötesinde yeni ekosistemlerin yaratmanın, farklı bir ekolojik ilgiyle tesis edilecek yeni ve “zoe-eşitlikçi” ilişkiler ile tertip edilecek yaratıcı ve özgürleşmeci öznellik devrelerinin icadını mümkün kılmanın başlangıç noktası. Sorun, deney, icat ve yaratım. Bugünkü ekolojik krize asli bir ontolojik yanıt için ilk başlangıç noktamız, bu dört mefhumun tam da kalbinde yer aldığı yeni bir özneleşme dinamiğini özgür bırakmak gibi görünüyor. Öznellik sorununun karşı karşıya olduğumuz yakıcı ekolojik krize dahil edilmesi bu yüzden gerekli: kendi sorumluluğumuzu, kendi var oluşumuzu, kendi yapıp-etmelerimizi, algımızı ve duygulanımlarımızı, yaşam tarzı ile karışmaması gereken varoluş tarzımızı yeniden yaratma düşüncesi. Burada kendini vurgulayan “biz”, sadece insani bir “biz” olarak değil, anonim, çoğul, heterojen bir varlığın “bizi”, bedeninde başka canlıların konakladığı, kendisi başka cansızların organları olduğunca kendi türeyişini kaynaşan, canlı bir çokluğun “türeyişi” olarak gören bir “biz”dir. Biz, bu evrenin kendisiyiz. Biz kozmik devreler, ışık ve ses, bakteri ve fiberoptik, ev kedisi ve toprak solucanlarından tertip edilmiş bir çokluk olan biz.


Bu metin Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen 3. Disiplinlerarası Ekolojik-Etik Karşılaşmalar: Kırılgan Direnişler sempozyumu kapsamında 7 Mayıs 2019 tarihinde yapılmış konuşmadan türetilmiştir.

Yazı, ilk olarak Serbest Metin‘de yayınlanmıştır.

Exit mobile version