Site icon Terrabayt

Geç Dönem Marx’ın Bilinmeyen Patikaları

Josefina L. Martinez’in Marcello Musto ile Marx’ın yaşamının son yılları üzerine yaptığı bir röportajın çevirisini okurlarımızla paylaşıyoruz.


Marx, yaşamının son yıllarında günümüz siyasi gündemi için son derece önemli olan ama uzmanlar tarafından sıklıkla göz ardı edilen hatta görmezden gelinen pek çok sorunu ele almıştı. Bunlar ekolojiden, ekonomik ve siyasal alanda bireysel özgürlüğe, kuir özgürlüğünden, milliyetçiliğin eleştirisine ve devlet kontrolünde olmayan kolektif mülkiyet biçimlerine dek uzanan konulardı.

21. Yüzyılda Marx’ın eserlerine neden bir dönüş olduğunu düşünüyorsunuz? Neden onun yaşamının son dönemine odaklanıyorsunuz?

Ayrıca Marx, Avrupa-dışı toplumları incelemiş ve sömürgeciliğin tahribatlarına kesin bir dille karşı çıkmıştı. Başka türlüsünü düşünmek doğru olmaz. Kimi akademik çevrelerde moda olan şüpheciliğe rağmen Marx’ın tamamlanmamış el yazmalarında, yakın zamanda tarihsel-eleştirel bir edisyonla basılan Marx-Engels Gesamtausgabe (MEGA2)’de bu açıkça görülür. Böylece Sovyetler Birliği’nin sona ermesinden 30 yıl sonra, bunca yıl eserlerini okumayan ya da çok yüzeysel okuyanlar tarafından eleştirilen o dogmatik, ekonomist, Avrupamerkezci teorisyen Marx’tan epey farklı bir Marx okumak mümkün oldu.

Marx’ın neredeyse tüm entelektüel biyografileri bu zamana kadar erken dönem metinlerine fazlasıyla ağırlık verdi. Uzunca bir süre hayatının son yıllarındaki araştırmalarına erişim zorluğu, onun önemli başarılarını anlama yolunun önünü tıkadı. Marx’ın tüm biyografileri 1872’de Enternasyonel Emekçi Cemiyeti’nin dağılmasından sonra yaptıklarına yalnızca birkaç sayfa ayırır ve neredeyse türsel hale gelmiş “Son On Yıl” diye bir başlıkla bu dönemde Marx’ın ne yaptığını derinlemesine incelemektense özetleyip bitirir. İşte benim kitabım bu boşluğu doldurmayı hedefliyor.

“Geç dönem Marx”’a baktığımızda kapitalizm öncesi toplumlar ve etnoloji çalışmaları üzerine yazdıklarından ne öğrenebiliriz?

1881-82 arası Marx antropoloji, kapitalizm öncesi üretim tarzları, Avrupa-dışı topluluklar, sosyalist devrim ve tarihin maddi kavramı üzerine çalışmalarında hatırı sayılır bir teorik ilerleme kaydetti. Yeni siyasal çatışmaların, yeni konuların ve coğrafi bölgelerin kapitalist sistemin eleştirisi açısından hayati bir önem taşıdığını düşünüyordu. Bu durum Marx’a yeni ulusal özgüllüklere ve komünist hareketin daha önce tahayyül ettiğinden daha farklı biçimlerde gelişebileceği ihtimaline kapı aralamasını sağladı.

Amerikalı antropolog Lewis H. Morgan’ın Kadim Toplum (1877) adlı eserinin şerhli özetlerinden ve ayrıca tarih, antropoloji metinlerine ilişkin diğer notlardan oluşan Etnoloji Defterleri (1881) adlı bu eser, Marx’ın yaşamının son döneminde yaptığı incelemelerin en önemlilerindendir. Bu çalışma Marx’a, 1867’de Kapital’i yayımladığı sırada elinin altında bulunmayan uzak geçmişe ait toplumsal nitelikler ve kurumlara ait spesifik bilgiyi sağlamıştır. Marx antropolojiyi yalnızca entelektüel bir meraktan değil, bilakis mutlak bir teorik-politik niyetle çalışmıştı. Marx, doğru tarihsel anlayış temelinde, zaman içinde birbiri ardına gelen farklı üretim tarzlarını yeniden örgütletmek istemişti. Bu aynı zamanda, toplumun olası bir komünist dönüşümü için daha sağlam tarihsel temeller sunuyordu.

Bu amaçla Marx kendisini tarih öncesini araştırmaya adadı: aile bağlarının gelişimi, kadınların durumu, mülkiyet ilişkilerinin kökeni, kapitalizm öncesinde var olan toplumların topluluk pratikleri, devlet şiddetinin doğası ve biçimi, toplumda bireyin rolü gibi konuları ele aldı. Notları arasında düşünceyi en fazla kışkırtan fikirler zenginliğin birikimi üzerine olanlardı, şöyle yazmıştı “hanelerdeki özel mülk, topraklar, sürüler tek eşli aile ile [birbirine bağlıdır].” Tıpkı Komünist Manifesto’da (1848) tartışıldığı gibi bu, tarihin “sınıf savaşlarının tarihi” olarak temsilinin başlangıç noktasıydı.

Marx aynı zamanda, Morgan’ın kadının özgürleşmesi üzerine değerlendirmelerini de ihtimam gösterdi. Amerikalı antropolog, kadim toplumların kadınlara muamelede ve davranışlarda modernlerden çok daha ileride olduğunu yazıyordu. Antik Yunan’da soy çizgisinin kadından erkeğe geçmesi kadın haklarına zarar vericiydi ve Morgan’ın bu toplumsal model hakkındaki yargısı epey olumsuzdu. Kadim Toplum’un yazarına göre Yunanlılar “uygarlıklarının doruğunda kadınlara takındıkları tavır açısından esasında barbardılar … kadınların aşağı konumu, kadınların kendileri tarafından bile kabul edilen bir ilke haline gelmişti.”[i] Klasik dünyadaki mitlerdeki zıtlıkla karşılaştırıldığında Marx, Etnoloji Defterleri’nde şöyle bir ekleme yapar: “Ama Olympos’taki tanrıçaların durumu, kadınların eskiden daha özgür ve etkili konumlarına yönelik bir nostalji taşır. Güç delisi Juno, Zeus’un başından çıkan, bilgelik tanrıçası.” (Athena, ç.n.)

Muhtemelen “geç dönem Marx” ile ilgili tek iyi bilinen şey Rusya’nın taşra komünü tartışması. Bu onun diyalektik ve anti-teleolojik düşüncesine bir örnek midir?

1870 de sonrasından itibaren Rusça okumayı öğrenen Marx, Rusya’daki sosyo-ekonomik değişimlere dair ciddi bir araştırmaya girişti. Bu sayede Nikolay Çernişevski’nin çalışmasıyla karşılaştı, o Rusya’daki “popülizm”in asli isimlerinden biriydi (Popülizm 19. Yüzyılda solcu ve anti-kapitalist bir anlam taşıyordu). Çernişevski’nin eseri üzerine çalışan Marx, dünyanın başka bölgelerinde, kapitalist üretim tarzının Batı Avrupa’daki işçi sınıfı açısından yarattığı tüm o korkunç toplumsal sonuçların üzerinden atlayabilme ihtimalini içeren orijinal fikirler keşfetti. Çernişevski, her toplumsal fenomenin ille de tüm toplumların yaşamlarındaki mantıksal aşamalardan tamamen geçmesi gerekmediğini yazmıştı. Böylece, Rusya’daki taşra komününün (obshchina) olumlu nitelikleri, farklı üretken koşullar eklemlendiğinde köylülerin refahı sağlanabiliyorsa korunmalıydı. Obshchina, ancak yeni ve kökten farklı bir toplumsal örgütlenmenin embriyosu haline gelirse, toplumsal kurtuluşun yeni, başlangıç aşamasına katkıda bulunabilirdi. Kapitalizmin yükselişiyle ilişkilendirilen bilimsel keşifler ve teknolojik gelişmelerin yokluğunda obshchina asla gerçekten modern tarımsal bir kooperatifçiliğe dönüşemeyecekti. Bu temelde bakıldığında, popülistler programları için iki hedef vardı, Rusya’da kapitalizmin gelişimini önlemek ve var olan taşra komünlerinde özgürleşim potansiyellerinden istifade etmek.

Yine de pek çok Marx uzmanına göre Çernişevski’nin çalışması Kapital’in yazarı açısından ne kadar kullanışlı olduğu pek bilinmiyor. 1881’de Vera Zasulich, obshchina’nın yok olmaya mı yazgılı olduğunu ya da sosyalist bir üretim tarzına dönüşme ihtimalinin ne olduğunu sorduğunda Marx’ın geçmiş komünal formlardan kapitalizme geçiş süreciyle ilgili fikirleri epey eleştireldi. Mesela Hindistan’ı örnek göstererek Marx, İngilizlerin tek yaptığı şeyin, “yerli tarımı mahvetmek ve kıtlığın seviyesini ve sayısını arttırmak” olduğunu yazmıştı. Benzer açıdan Marx, kapitalizmin Rusya açısından gerekli bir aşama olduğuna inanmıyordu. Marx, obshchina’nın komünal mülkiyet temelli toplumdan özel mülkiyet temelli topluma geçişin az çok benzer olduğu Batı Avrupa’nın önceki yüzyıllardaki komünlerinin kaderini takip etmek zorunda olmadığını düşünüyordu. Aynı zamanda Marx Rus taşra komününe dair eleştirel görüşünü değiştirmemişti. Bu açıdan sosyalist toplum kurmak açısından özgün gelişimin ve toplumsal üretimin önemi bir bütün olarak muhafaza ediliyordu. Marx için arkaik taşra komünler, kapitalizmin içinde var olan bireysel toplumsal ilişkilerden daha fazla özgürleşim teşvik etmiyordu.

Bu tartışma çeşitli şekillerde yorumlandı. Örneğin, Marx’ın “Üçüncü Dünyacı” bir okuması, onun son yıllarında önceki fikirlerinden koptuğunu ve devrimci öznesini değiştirdiğini öne sürmüştür. Bu okumalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Vera Zasulich’e yazdığı mektubun taslaklarında, Haruki Wada ve Enrique Dussel gibi bazı uzmanların saptadıklarını düşündükleri gibi, Marx’ın önceki konumlarından dramatik bir kopuşun belirtisi yok. Devrimci öznelerin artık fabrika işçileri değil, kırsal ve periferi kitleler olduğunu iddia ederek, Marx’ın “Üçüncü Dünyacı” bir okumasını öneren yazarların görüşlerini de desteklemiyorum.

Marx, teorik ilkeleri doğrultusunda, Rusya’nın veya kapitalizmin henüz çok gelişmediği diğer ülkelerin devrimci bir yükselişin zorunlu olarak birincil odak noktaları olacağını önermedi. Kapitalist gelişimleri geri kalmış ulusların, sosyalizm hedefine, üretici güçlerin daha gelişmiş olanlarına sahip yerlerden daha yakın olduğunu da düşünmedi. Onun görüşüne göre, düzensiz isyan veya direniş mücadeleleri, sosyalizme dayalı yeni bir sosyo-ekonomik düzenin kurulmasıyla karıştırılmamalıdır. Rus tarihinin çok özel bir anında, tarım komünlerinin ilerici bir dönüşümü için elverişli koşullar taşıdığı bir zamanda orası için göz önünde bulundurduğu olasılık, genel bir model statüsüne çıkarılamazdı. Ne Fransızlar tarafından yönetilen Cezayir’de ne de örneğin İngiliz Hindistan’ında Çernişevski’nin tespit ettiği bu özel koşullar gözlemlenemezdi. 1880’lerin başlarındaki Rusya, Lenin’in zamanında olabilecek şeylerle karşılaştırılamazdı. Marx’ın düşüncesindeki yeni unsur, daha önce düşünmediği veya imkânsız olarak gördüğü sosyalizme giden diğer olası yolları düşünmesini sağlayan, gittikçe artan bir teorik açıklıktı. 

Marx’ın obshchina‘ların geleceğiyle ilgili düşünceleri, sosyalizmin üretici güçlerle eşitlenebileceği inancının tam tersine yerleştirilebilir – bu İkinci Enternasyonal’de ve sosyal demokrat partilerde mevcut olan milliyetçi imalar ve sömürgeci sempatilerin damgasını vurduğu bir anlayış. Benzer bir şekilde, Marx’ın kendi görüşleri 20. yüzyıl Marksizm-Leninizm’inde yaygın olan sözde “bilimsel yöntem”den de büyük ölçüde farklıydı.

Herhangi bir katı şematizmin yokluğu ve -tarihsel bağlamından asla ayrılmayan- esnek bir devrimci teori geliştirme yeteneği, yalnızca Marx’ın düşüncesini anlamak için değil, aynı zamanda çağdaş dönüştürücü Sol güçlerin siyasi eyleminin pusulasını yeniden ayarlamak için de yararlıdır.

Marx, zaten oldukça hasta olduğu hayatının sonunda Cezayir’e gitti. Bu olay pek bilinmiyor. Marx bu deneyimden ne aldı?

Marx, akciğer hastalığını ılıman bir iklimle tedavi etmek için umutsuz bir girişimde bulunarak, 1882 yılının Şubat ayında Afrika’ya geldi. Hayatının Avrupa dışında geçirdiği tek dönemi olan 72 gün boyunca Cezayir’de kaldı. Ne yazık ki, neredeyse hiçbir Marx biyografisi bu geziye özel bir ilgi göstermemiştir. Sağlığının korkunç durumu, Marx’ın Cezayir’deki durumun gerçekliğini tam olarak anlamasının önüne geçti. Araplar arasında ortak mülkiyetin özelliklerini incelemeye dair olan planını bile tamamlayamadı. Bu konuya ilk olarak 1879’da başladığı tarımsal mülkiyet ve kapitalizm öncesi toplumlar üzerine yaptığı çalışmalar sırasında ilgi duymaya başlamıştı. O esnada, Fransız egemenliğinin tamamı boyunca gerçekleştirilen toprak mülkiyetinin bireyselleştirilmesinin, işgalciler için muazzam ekonomik faydalar sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda Cezayir toplumunun temellerini yok etme siyasi hedefini de ilerlettiğini yazdı.

Marx, her türlü emek gerektiren entelektüel faaliyeti bırakmak zorunda kalma gerçeğinden çok rahatsızdı. Ancak rahatsızlıklarına rağmen, Cezayir’den yazdığı mektuplarda Avrupa sömürgeciliği hakkındaki ilginç gözlemlerini özetleyebildi. Fransızların yerel halk tarafından yapılan her türlü isyan eylemine karşı şiddetli istismarlarına ve tekrarlanan provokasyonlarına öfkeyle saldırdı. Sömürge işgalleri tarihi boyunca büyük güçlerin verdiği zararla ilgili olarak, İngilizlerin ve Hollandalıların daha da kötü olduğunu da vurguladı.

Son olarak: Marx, son yıllarında kapitalist devleti demokratikleştirmenin mümkün olduğunu düşünen insanlarla polemiğe girmeye devam etti. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Marx, yaşamının sonunda, devletin kökeni ve işlevi konusundaki çalışmalarına geri dönmüştü. Antropolog Lewis H. Morgan’ı inceleyen ve İngiliz tarihçi Henry Maine’i eleştiren Marx, kendini, bir yandan birey ile devlet arasındaki ilişkiye bakarken, bir yandan da devletin toplumların “barbarlıktan medeniyete” geçiş aşamasında oynadığı rolünü analiz etmeye adadı.

Marx’ın konuyla ilgili notları, geçmişteki en önemli çalışmalarıyla da uyumluydu. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde (1843), Marx, Fransızların “gerçek demokraside siyasal devlet ortadan kalkar” iddiasında haklı olduklarını yazmıştı. Benzer bir şekilde, 1871’de yayınlanan Fransa’da İç Savaş‘ta, devlet iktidarını “toplumsal köleleştirme için örgütlenmiş kamu gücü” veya “sınıf despotizminin motoru” olarak adlandırdı.

Yine aynı şekilde, 1881 Etnoloji Defterleri’nde Marx, devleti bireyin tam kurtuluşunu engelleyen toplumsal kölelik için bir güç olarak tanımlamıştır. Ayrıca, bu az bilinen çalışmalarda, devletin parazit-vari ve geçici karakteri üzerinde de ısrar etti: Devletin en yüce görünen bağımsız varlığının yalnızca görünüşte oluşu ve tüm biçimleriyle toplumun gereksiz bir fazlalığı oluşu; kendi belirişi, toplumsal gelişimin yalnızca belirli bir aşamasında ortaya çıktığı gibi, toplum henüz varılmamış bir aşamaya ulaşır ulaşmaz tekrar ortadan kaybolur.”

Bu düşünceler, piyasanın tartışmasız hükmünü hafifletmek için devlet müdahalesi ihtiyacıyla karşı karşıya kaldığımız bu zamanlardan çok uzak görünüyor. Ancak buna rağmen, Marx’ın kuramlaştırdığı sosyalist toplumun, 20. yüzyılın sözde “fiili olarak var olan sosyalizm”lerinin devletçiliğiyle hiçbir ilgisi olmadığını asla unutmamalıyız. Marx, liberalizmin ekonomik ve sosyal kurallarına hafifletici düzeltmeler ekleyerek kendilerini tatmin eden, bunun üzerinden de [toplumu] yönetmek isteyen Soldakilere sert eleştiriler yöneltmiştir. Bu nedenle de Marx, özgürleştirici bir alternatifi yeniden inşa etmek için mücadele eden herkes için vazgeçilmez olmaya devam ediyor. Devlet komünizmine ve liberalizme uyumlu “sosyalizm”e yönelik siyasi eleştirisi, kapitalist üretim tarzına yönelik ekonomik eleştirisinden daha az önemli değildir.


Leftvoice’da yayınlanan bu yazıyı Ege Çoban ile Koray Kırmızısakal çevirdi.


[i] Ç.N: Lewis Henry Morgan’dan yapılan bu parçalı alıntının geçtiği satırların tamamı okunmaya değerdir, Ünsal Oskay’ın çevirisiyle:

“Yüzyıllar süren bu görenekler nedeniyle Grek kadınının içine öy­lesine bir aşağılık duygusu işlemiştir ki, Grekler’in bugünkü kuşakları bile bundan kurtulamamıştır. Bu durum, insanlığın bu bölümünün syndyasmian aileden tekeşli fileye erişebilmesi uğruna kadının kat­lanması gereken tam bir fedakârlık olmuştur. Dünyanın düşünsel gelişmesine kendi damgasını basacak kadar büyük işler başarmış bir ulusun tam da uygarlığın doruğundayken kadına karşı davranışında bu denli barbar kalabilmesi günümüzde de yanıtlandırılamamış bir so­rundur. Kadınların ayrıcalıklı bulunduğu alanlarda onlara zalimce hatta nezaketsizce sayılabilecek bir biçimde davranılmıyordu; fakat kadınların eğitimleri çok yüzeyseldi, karşı cinsle toplumsal ilişkilerde bulunamazlardı ve sonunda kadınların kendilerinin de inanacakları de­recede, kadının aşağı bir tür olduğu bir ilke olarak savunulur olmuştu. Kadın kocasının arkadaşı ya da eşiti değil de, baba ile kızı gibi sa­yılıyor, bu nedenle de, tekeşliliğin gelişkin biçimindeyken zorunlu özelliği olan temel ilkeler geçerlilik kazanamamış bulunuyordu. Ka­dının onur ve kişisel ve toplumsâl konum bakımından kocasına eşit ol­ması gerekir. Geçmişe ait bu bilgiler ve Grek ailesinin tarih döneminde içinde bulunduğu koşullara ilişkin bilgilerimiz modem toplumlann bu büyük kurumunun ne zorluklarla ve ne uzun bir sabırla geliştirilebümiş olduğunu göstermektedir.” (Lewis Henry Morgan, Eski Toplum Cilt 2. İstanbul: Payel Yayınları, 1998, s. 251-252)

Exit mobile version