Önce iyi haber: Fredric Jameson tarafından 1990’larda ifade edilen, kapitalizmin sonunu hayal etme yasağı nihayet sona erdi. İlerici hayal gücünün onlarca yıl süren duraklaması da böylece son buldu. Görünüşte, artık distopik seçeneklerle çalışmaya iznimiz olduğundan sistemik alternatifler tasarlama görevi artık çok daha kolay, —zira kapitalizmin nihayet beklenen sonu, çok daha kötü bir şeyin başlangıcı da olabilir. Geç kapitalizm kendi başına iklim değişikliği, eşitsizlikleri, polis şiddeti ve ölümcül pandemiler gibi patlayıcı bir karışımla zaten yeterince kötü. Fakat, distopyayı yeniden popüler hale getiren bazı sol kesimler, Jameson’ın sözünü bu bağlamda sessizce revize etmeye başladı: bugün, dünyanın sonunu hayal etmek, bildiğimiz haliyle kapitalizmin devamlılığını hayal etmekten daha zor.
Çok da iyi olmayan haber ise bu apokaliptik senaryo planlamasıyla ilgili spekülatif bir egzersiz yaparken, solun, sağdan kendini ayırt etmekte zorlanmasıdır. Aslında, bu iki ideolojik kutup, yeni gerçekliğimiz hakkında ortak bir tanımda neredeyse tamamen birleşmiş durumda. Hem sol hem de sağda birçok kişi için, mevcut kapitalizmin sonu artık daha iyi bir günün başlangıcını ifade etmiyor ister demokratik sosyalizm ister anarko-sendikalizm ya da ‘saf’ klasik bir liberalizm olsun. Bunun yerine, ortaya çıkan ortak görüş, yeni rejimin feodalizmden başka bir şey olmadığı— pek de popüler olmayan bir -izm. Üstüne üstlük, bugünün neo-feodalizmi karşımıza, havalı sloganlarla, şık mobil uygulamalarla, hatta Zuckerberg’in sınır tanımayan metaverse’inde sonsuz bir sanal mutluluk vaatleriyle çıkıyor. Vassalları, Orta çağ kıyafetlerini Brunello Cucinelli’nin şık tişörtleri ve Golden Goose’un spor ayakkabılarıyla değiştirmiş. Neo-feodalizm yorumunun taraftarları, bu yeni düzenin ortaya çıkışının Silikon Vadisi’nin yükselişiyle paralel olduğunu söylüyor. Tercih edilen terimlerin ‘teknofeodalizm’, ‘dijital feodalizm’ ve ‘bilgi feodalizmi’ vb. yönünde olması da bu yüzden.[1] ‘Akıllı feodalizm’ misal, henüz diğerleri kadar popülerleşmese de yakında hepimizin diline düşebilir.
Sağda, ‘feodalizme dönüş’ tezinin en yüksek sesle savunucusu, ‘woke’ teknoloji oligarşilerinin gücünü hedef alan muhafazakâr şehir teorisyeni Joel Kotkin oldu. Kotkin’in bu görüşünü The Coming of Neo-Feudalism (2020) kitabında açarken ‘neo’ kelimesini tercih ettiğini görüyoruz. Neoliberallere daha yakın genç düşünürler Glen Weyl ve Eric Posner ise daha çok konuşulan Radical Markets (2018) kitaplarında ‘tekno’ önekini kullandılar. ‘Tekno-feodalizm’, diyorlar, ‘kişisel gelişimi engeller, tıpkı feodalizmin eğitim almayı ya da toprağı geliştirmeye yatırım yapmayı engellediği gibi.’[2] Tabii ki bu gibi klasik liberaller için kapitalizm, politikalardan aşındırılmış bir şekilde, her zaman feodalizme geri dönme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ancak radikal sağda bazılarının, neo-feodalizmi kucaklanması gereken bir proje olarak değerlendirdiğini de unutmayalım. ‘Neo-reaksiyon’ ya da ‘karanlık aydınlanma’ gibi etiketlerle bilinen bu akımın pek çoğu, milyarder yatırımcı Peter Thiel’e yakın. Aralarında ünlü olanlardan biri, neo-reaksiyoner teknolog ve entelektüel Curtis Yarvin, 2010 yılında Feudl adını verdiği, ‘neo-feodal’ bir arama motoru önerisinde bile bulunmuştu.[3]
Mahallenin karşı taraşında, yani solda da ‘feodalci’ kavramlarla flört edenlerin listesi uzun ve giderek büyüyor: Yanis Varoufakis, Mariana Mazzucato, Jodi Dean, Robert Kuttner, Wolfgang Streeck, Michael Hudson ve ironik bir şekilde, feodalizmden kapitalizme geçiş üzerine adıyla anılan Brenner Tartışması’nın Robert Brenner’ı bile.[4] Haklarını yemeyelim, hiçbirisi kapitalizmin tamamen yok olduğunu ya da Orta Çağ’a geri döndüğümüzü iddia etmiyor. Daha dikkatli olanları, mesela Brenner, mevcut kapitalist sistemin bazı özelliklerinin—uzun süren durgunluk, politik olarak yönlendirilen yukarı doğru servet dağılımı, elitlerin gösterişli tüketimiyle birlikte halkın giderek daha fazla yoksullaşması—feodal öncüsünü anımsattığını öne sürüyor, tabii kapitalizm hala günü yönetiyor olsa da. Ancak tüm bu temkinli yaklaşımlara rağmen, solda pek çok kişi, Silikon Vadisi ya da Wall Street’i ‘feodal’ olarak nitelendirmenin dayanılmaz cazibesine kapıldı gibi duruyor, tıpkı birçok yorumcunun Trump ya da Orbán’ı ‘faşist’ diye nitelendirmekten kendini alamaması gibi. Gerçekten tarihi faşizm ya da feodalizmle birebir bağlantı kurmak zayıf bir teoriyle sonuçlanabilir, ancak hedeflenen şey bu tür açıklamalarının şok edici etkisi üzerine bir bahis oynamakta yatıyor. Uyuyan halkı rahatlıklarından uyandırmak için yeterli olduğu düşünülen bir şok etkisi. İyi bir mem malzemesi de var burada. Reddit ve Twitter’daki aç gözlü kalabalıklar bunu çok seviyor: Varoufakis ve Slavoj Žižek’in tekno-feodalizm üzerine yaptığı bir tartışmanın YouTube videosu, sadece üç hafta içinde 300.000’in üzerinde izlenme aldıysa burada deşilecek bir şeyler olmalı.[5]
Varoufakis ve Mazzucato gibi tanınmış isimler için, izleyicilerini ‘feodal’ mefhumunun efsunu ile cezbetmek, daha önce yaptıkları argümanları medyaya dostça bir şekilde yeniden sunmanın cazip bir yolu olabilir. Varoufakis’in durumunda, tekno-feodalizm çoğunlukla parasal genişlemenin [quantitative easing] ters makroekonomik etkileriyle ilgili gibi görünüyor. Mazzucato için ise ‘dijital feodalizm’, teknoloji platformlarının yarattığı hak edilmemiş gelirle ilgili. Neo-feodalizm, genellikle dijital ekonominin en gelişmiş sektörlerine, solun en parlak zihinlerinin bile hala tam çözemediği yerlere, kavramsal bir netlik getirmek için öneriliyor. Google ve Amazon gerçekten kapitalist mi? Brett Christophers’ın Rentier Capitalism adlı eserinde öne sürdüğü gibi, rantiyeci mi?[6] Uber’e ne demeli? Sadece sürücülerle yolcular arasına girmiş kira-toplayan bir aracı mı, yoksa bir ulaşım hizmeti üreten ve satan bir platform mu[7]? Bu sorular, teknoloji şirketlerinin hâkim olduğu günümüz kapitalizmini nasıl düşündüğümüze dair önemli sonuçlar doğuruyor.
Feodalizmin geri döndüğü fikri, kapitalizmi hafriyatçı [extractivist] olarak kınayan sol eleştirilerle de uyumlu. Eğer bugünün kapitalistleri, üretim sürecine hiçbir katkıda bulunmayan tembel rantçılarsa, o zaman feodal toprak sahiplerinin statüsüne düşürülmeyi hak etmiyorlar mı? Sol entelektüeller arasında medya ve mem dostu figürlerin feodal imgeleri sahiplenmesi duracak gibi görünmüyor. Ancak nihayetinde, feodalizm söyleminin popülerliği, medyayı kullanmaya dair bir kıvraklıktan ziyade entelektüel bir zayıflığın göstergesi. Sanki solun teorik çerçevesi, kapitalizmi yozlaşma ve sapkınlık üzerine ahlaki bir dil kullanmadan anlayamıyormuş, işe yaramaz hale gelmiş gibi. Yazının devamında, kapitalizmi önceki ekonomik formlardan ayıran belirleyici özellikler üzerine bazı önemli tartışmalara gireceğim— bunu yaparken dijital ekonomideki siyasi-ekonomik işlemleri tanımlayan metinleri de ele alacağım—tekno-feodal düşüncenin eleştirisinin içinde bulunduğumuz dünyaya taze bir ışık tutabileceği umuduyla.
1. Feodalist Mantıklar
Neo-reaksiyonistler hariç, terimi kullanan hemen hemen herkes, neo-feodalizmi hoş olmayan, baskıcı bir geçmişe geri dönüş olarak görüyor. Betimledikleri bu sistemde tam olarak yanlış olan nedir? Biraz Tolstoy’un mutsuz aileleri gibi, neo-feodalizmden mutsuz olanların da her biri kendine münhasır bir şekilde mutsuzlar. Aralarındaki farklar, ‘feodalizm’ teriminin bizzat kendisinin tartışmalı doğasından kaynaklanıyor bir ölçüde. Feodalizm, verimliliği ve yeniliğe açıklığı açısından değerlendirilecek bir ekonomik sistem mi mesela? Yoksa içinde kimlerin güç kullandığına, nasıl kullandıklarına ve kime karşı kullanıldığına göre değerlendirilecek sosyo-politik bir sistem mi? Elbette bu yeni bir tartışma değil—hem Orta Çağ uzmanları hem de Marksistler bunu çok iyi bilir—ama bu tanımsal belirsizlikler, yeni yeni gelişen neo- ve tekno-feodalizm tartışmalarında da etkilerini gösteriyor.
Marksistlere göre, ‘feodalizm’ terimi her şeyden önce bir üretim biçimi ifade eder. Bu kavram, feodal ekonominin temel taşı olan köylülerin ürettiği ekonomik fazlanın, toprak sahipleri tarafından nasıl el konduğunu tanımlar.[8] Tabii ki, feodalizmi bir üretim biçimi olarak görmek, siyasi ve kültürel faktörlerin önemli olmadığı anlamına gelmez. Tüm köylüler, topraklar ve toprak sahipleri aynı değildi; köken, gelenek, statü, güç gibi bir dizi çok katmanlı hiyerarşi ve karmaşık ayrımlar, sadece sınıflar arasındaki değil, aynı zamanda sınıflar içindeki etkileşimleri de şekillendiriyordu. Feodalizmin kendi olanaklar koşulları, onu takip eden kapitalist rejimlerininki kadar karmaşıktı. Örneğin, feodalizmde egemenliğin garip doğasının—Perry Anderson’ın vurguladığı gibi, bu egemenlik ‘dağıtılmıştı’, yani zirvede yoğunlaşmamıştı—büyük bir iz bıraktığını hatırlatalım. Ancak, tüm bu nüanslara rağmen, Marksist geleneğin önemli kısımları, feodalizmin ekonomik mantığını çözmeye odaklanmıştı, zira bu kapitalizmin ekonomik mantığını çözmenin de anahtarıydı.
En basit haliyle, feodal ekonomik mantık şöyle işliyordu: Köylüler kendi üretim araçlarına sahipti—araç gereç ve hayvanlara, müşterek alana erişimleri vardı—bu yüzden geçimlerini sağlama konusunda toprak sahiplerinden bir miktar özerklikleri söz konusuydu. Feodal lordlar, köylülerin verimliliğini artırmak için pek bir teşvik olmadığı için üretim sürecine pek karışmazlardı. Köylülerin ürettiği ekonomik fazlalık, genellikle gelenek ya da yasalara başvurularak, toprak sahipleri tarafından açıkça ellerinden alınırdı—bu ise lord tarafından tehdit ve çoğu zaman şiddet kullanılarak uygulanırdı. Bu üretim fazlasının çıkarımı ve tahsilinin doğasında hiçbir kafa karışıklığına yer yoktu: Köylüler özgürlükleri konusunda hiçbir yanılsamaya sahip değillerdi. Üretimle ilgili özerklikleri büyük olabilirdi; fakat genel anlamda özerklikleri sıkı bir şekilde sınırlanmıştı.
Sonuç olarak, pek çok Marksist—burada iç tartışmaları atlayalım—feodalizmde üretim fazlasının çıkarımının ekonomik olmayan, büyük ölçüde siyasi bir doğası olduğunu savundu; mallara şiddet tehdidiyle el konuyordu. Kapitalizmde ise tam tersine, artı değer çıkarımının araçları tamamen ekonomikti: nominal olarak özgür olan bireyler, geçimlerini sağlamak için emek güçlerini satmak zorundalardı, çünkü artık geçim araçlarına sahip değillerdi—bu ‘gönüllü’ emek sözleşmesinin son derece sömürücü doğası ise görünmez kalıyordu. Böylece feodalizmden kapitalizme geçerken, siyasi olarak etkinleştirilen gasp, ekonomik olarak etkinleştirilen sömürüye dönüşmüştü. Ekonomik olmayan ve ekonomik olan arasındaki fark—bunlar Marksist düşüncede var olan bir dizi ikili ayrımdan sadece biri—şunu gösteriyor: ‘Feodalizm’ terimi, yalnızca kapitalizm prizmasından incelendiğinde anlaşılabilir, kapitalizm burada feodalizm daha ilerici, rasyonel ve yenilik dostu halefidir. Bu konuda haklıdırlar. Kapitalizm gerçekten de yenilikçidir: Sadece ekonomik araçlar temelli bir artı değer çıkarımına dayanarak, elini gereksiz yere kirletmek zorunda kalmaz; kapitalist sistemin ‘görünmeyen Leviathan’ı geri kalanını halleder.[9]
Çoğu Marksist olmayan tarihçi için ise feodalizm, geri kalmış bir üretim tarzı değil, geri kalmış bir sosyo-politik sistemdi; keyfi şiddet dalgaları ve kişisel bağımlılıklarla, sadakat bağlarının yaygınlaşmasıyla belirginleşmişti ki bunlar genellikle zayıf dini ve kültürel gerekçelerle savunulurdu.[10] Yani, feodalizm, kontrolsüz özel güçlerin hüküm sürdüğü bir sistemdi. Bu yüzden, bu oldukça dallı budaklı entelektüel gelenekte feodalizmi, kapitalizmle değil, yasaya saygı duyan ve onu uygulayan burjuva devletiyle karşılaştırmak yaygındır. Feodal bir özne olmak, keyfi özel güçlerden korkarak yaşamak; kişinin yaratımında hiçbir role sahip olmadığı kurallardan titrediği ve suçlu kararına itiraz etme olanağının olmadığı bir dünyadır. Marksistler için, feodal öznenin, yani köylünün zıttı, kapitalist işletmenin tam anlamıyla proleterleşmiş işçisidir; Marksist olmayanlar içinse modern burjuva devletinin sayısız demokratik haktan faydalanan vatandaşıdır.
Her ne kadar paradigmaya göre değişse de teorik olarak feodalizmin temel özelliklerini belirlemek ve bu özelliklerin günümüzde tekrar edip etmediğini incelemek mümkün olmalıdır. Örneğin, feodalizmi bir ekonomik sistem olarak ele alırsak, bu özelliklerden biri, egemen sınıfın parazit bir şekilde varlık göstermesidir. Bu sınıf, egemen olduğu sınıf(lar)ın sıkıntıları ve sefaletinden beslenerek lüks bir yaşam sürer. Feodalizmi bir sosyo-politik sistem olarak ele alırsak, bu, devlete ait olan gücün özelleştirilmesi ve bu gücün şeffaf olmayan ve hesap verilebilirliği bulunmayan kurumlar aracılığıyla dağılması olabilir.[11] Başka bir deyişle, eğer feodalizmi belirli bir dinamikle ilişkilendirmeyi başarır ve bu dinamiğin kendi post-feodal mevcut durumumuzda tekrar ettiğini gözlemleyebilirsek, tam anlamıyla bir ‘neo-feodalizm’ ufukta görünmese de en azından toplumun ‘yeniden-feodalleşmeden bahsedebilmeliyiz. Belki bu muhtelif neo-feodalizm iddialarından daha az sansasyonel olacaktır, ancak daha büyük bir analitik netlik taşır.
Öncüller
Yaklaşık altmış yıl önce, Habermas, Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü (1962) adlı eserinde bu konuda öncü bir çalışma yapmıştı. Onun tartışmalı sayılabilecek görüşüne göre, erken-burjuva kamusal alanı, Londra’daki kahvehanelerde görülebilirdi; buralar, özgürleştirici söylemin gelişimi için önemli mekânlardı. Kapitalistler tarafından evcilleştirilen bu alanın talepleri kültür endüstrisinin ve reklam kompleksinin talepleriyle bağlantılı hale gelmişti. Sonuç olarak, Habermas’ın ‘kamusal alanın yeniden-feodalleşmesi’ olarak adlandırdığı olgu, modernitenin zikzaklı dinamiklerini gösteren bir durumu işaret etmektedir. Habermas, sonralarda ‘yeniden-feodalleşme’ kavramından uzaklaşmış ve yerine ‘yaşam dünyasının sömürgeleştirilmesi’ni tercih etmiştir, ancak son zamanlarda Almanya’da bazılarının bu kavramı yeniden gündeme getirdiğini de görüyoruz.
Son on yılda, Hamburg merkezli sosyolog Sighard Neckel, modernitenin o büyük yağlayıcısı neoliberalizmin yayılmasının, işin yoksullaşması, servetin çarpık dağılımı ve yeni oligarşilerin ortaya çıkması gibi pre-modern sosyal formların yeniden ortaya çıkmasına nasıl yol açtığını belgeleyen etkileyici bir eserler külliyatı üretmişti.[12] Neckel, Thomas Piketty’nin ‘miras kapitalizmi’nin dönüşü hakkında yaptığı uyarıları sıkça alıntılamasına rağmen—ki bu kavram, ‘neo-feodal’ tahayyüle oldukça yakındır—, Neckel’in bu farklı unsurları bir araya getirmesine olanak tanıyan şey Habermasçı ‘yeniden-feodalleşme’ anlayışıdır. Marksist ve Marksist olmayan bakış açılarını yaratıcı bir şekilde harmanlayan Neckel, ‘burjuva yapılardan yoksun bir modern kapitalizmin’ ortaya çıkışına tanıklık ediyor olabileceğimizi savunur ve bu yapıların yokluğunun, ‘21. yüzyılda kapitalizmin zafer yürüyüşü için kültürel bir önkoşul’ olabileceğini belirtir. Neoliberal modernleşme bu nedenle ne ilerici ne de gerici olarak okunmalıdır, aksine paradoksal bir olgu olarak değerlendirilmelidir. Neckel’e göre, yeniden-feodalleşme geçmişe dönüşü değil, ‘modernleşmenin, burjuva toplumsal düzeninin ilkelerinin reddi şeklinde aldığı mevcut bir toplumsal dinamiğini’ ifade eder. Bu bakış açısında, Neckel, Wolfgang Knöbl ve Hans Joas gibi diğer önde gelen Alman sosyologlarıyla aynı safta yer alır ve modernleşmenin teleolojik bir biçimde anlatılmasına karşı çıkar.[13]
Yeniden-feodalleşmenin ilginç bir kullanımı, Fransız hukuk teorisyeni Alain Supiot’nun çalışmalarında görülebilir. Homo Juridicus (2005) ve Governance by Numbers (2015) adlı eserlerinde, Supiot, neoliberalizasyon ve dijitalleşmeyi ‘yeniden-feodalleşmenin önde gelen iki itici gücü olarak sunmaktadır.[14] Buradaki amaç, şok etmek değil, mevcut sosyal değişim anlatılarımızı karmaşıklaştırmaktır. Supiot’nun yazdığına göre, dünya Orta Çağ’a geri dönmüyor olsa da ‘feodalizmin hukuk kavramları, küreselleşme gibi eleştiri yoksunu bir kavram altında meydana gelen büyük kurumsal kargaşaları analiz etmek için mükemmel araçlar sunmaktadır.[15] Supiot’nun hukuk felsefesinin anahtar noktası, feodal dönemin tipik özelliği olan, kişisel bağlılıklar ve bağımlılık ilişkileriyle şekillenen ‘insanlar tarafından yönetim’ ile, hakların ve kuralların objektif bir üçüncü taraf garantörü olarak kendini kuran burjuva devletinin başarısı olan ‘hukukla yönetim’ arasındaki ayrımdır. Devlet, belirli alanları özel sözleşmelerden yasaklayarak—bunları kişisel fayda hesaplarına karşı dayanıklı kılarak—bütün vatandaşların, güç ve zenginlik farkları ne olursa olsun, işyerinde ve dışında bir ölçüde onurla yaşamasını sağlamıştır. Neoliberalizm ise devleti fayda ve verimlilik maksimize etme ilkelerine tabi tutarak, onu özel sözleşmelere yeniden açar.
Supiot’ya göre dijitalleşme, insanların güç ve özerkliklerinin sistemdeki diğer nodüllere karşı belirlendiği ağlara bağlanması yüzünden ‘yeniden-feodalleşme’ sürecini hızlandırır. Burjuva devletinin vatandaşları, hangi topluluklara ait olduklarına bakılmaksızın ilkesel olarak tüm haklara sahiptir. Ancak bu durum, çevrimiçi itibarları ve dijital puanlarını, kurumlarla olan etkileşimlerini, belki de farkında bile olmadan şekillendiren ağ toplumu vatandaşları için hâlâ geçerli mi? Neo-feodalizm kavramının yarattığı tüm bu hezeyan arasında, Neckel ve Supiot’nun dikkatle geliştirilmiş erken eleştirileri öne çıkıyor—bugün neo-feodalizm tartışmalarına katılanlar tarafından çoğunlukla bilinmese de. Mevcut tartışmalar, neoliberal modernleşmenin çelişkili dinamikleri hakkında ortaya koydukları derin teorik noktaları genellikle göz ardı ediyor. Ara sıra genç Habermas alıntılanıyor—eğer Habermas feodalizm diyorsa, kim buna itiraz edebilir? —ama bu görüşler pek fazla ciddiye alınmıyor.
2. Brenner mı Wallerstein mi?
Peki günümüz sol düşüncesinin zengin birikiminde, ‘neo-feodalizm’ gibi bir kavramın düşünülebilir olmasını sağlayan arka planın entelektüel varsayımları nedir? Sonuçta, kapitalizmin bir şekilde geri gittiğini öne sürmek, sadece onun dinamiklerini değil, aynı zamanda neyin gerçekten ‘kapitalist’ olduğu ve neyin kesinlikle olmadığı konusunda belirli bir anlayış gerektirir. Nedir gerçekten bu varsayımlar?
İşte burada, yukarıda bahsedilen feodalizmden kapitalizme geçişin doğası üzerine Marksist gelenekteki tartışmalara geri dönebiliriz. Bu konuda iki birbirini dışlayan düşünme yolu vardır. Birincisi, kapitalist sistemi yalnızca içsel rekabet ve sömürü dinamiklerinin yönlendirdiğini, siyasi gaspın ise bunun sınırlarının dışında olduğunu görür. Bu okumada, sermaye birikimi yalnızca ‘temiz’, ekonomik fazla değer çıkarma araçlarıyla yönlendirilir. Dışsal, gasp ile bağlantılı süreçlerin—şiddet, ırkçılık, mülksüzleştirme, karbonizasyon—varlığı inkâr edilmez, ancak bunlar analitik olarak kapitalist olmayan yan unsurlar olarak dışlanmalıdır; bazı kapitalistlerin artı değeri ele geçirme çabalarını kolaylaştırmış olabilirler, ancak kapitalist birikim süreciyle doğrudan ilişkili değillerdir. Bunlar hakkında herhangi bir sermaye ‘hareket yasası’ türetilemez. Bu görüşe göre, ‘siyasi’ alanın zorlama gücü nihayetinde özel mülkiyeti ve gasp gücünü sürdürmek için gerekli olsa da işçiyi artı iş gücünü kapitaliste aktarmaya ittiren direkt zorlamayı ‘ekonomik’ ihtiyaçlar sağlar.[16]
Analitik olarak daha dağınık fakat daha sezgisel olarak ikna edici olan diğer seçenek ise kapitalizmin—en azından bildiğimiz tarihsel kapitalizmin, soyut modellerin saf kapitalizminden farklı olarak—tüm bu dışsal süreçler olmadan düşünülemez olduğunu kabul etmektir. Sömürünün kapitalist sistem için merkeziliğini reddetmek gerekmez; ırkçılığın ya da ataerkinin onun mümkün olma koşullarını yaratmaya nasıl yardımcı olduğunu görmek yeterlidir. Küresel Kuzey’deki kapitalist sistem, Küresel Güney’deki ucuz kaynaklara sistematik olarak el konulmamış olsaydı, geliştiği şekilde gelişebilir miydi? Emek sömürüsünün aksine, bu tarihsel dinamikler ve içerdikleri takaslar, Marx’ın kendi yazılarında bir işletmenin iş gücünü otomasyona dönüştürme kararını tanımlamak için kullandığı basit bir formüle indirgenemez. Ancak bu karmaşıklık, bu dinamikleri gerçek dışı kılmaz ya da tarihsel kapitalizmin şekillendirici unsurları olmalarını engellemez.
Bu yaklaşımlar arasındaki farklar, kapitalizmin kökenleri ve feodalizmden kapitalizme geçişin doğası üzerine yapılan iki önemli ve paradigma belirleyici tartışmada gün yüzüne çıkmıştı. İlk olarak 1950’lerdeki Dobb–Sweezy Tartışması ve ardından 1974–82 yıllarında gerçekleşen Brenner Tartışması, Marksist ve anti-Marksist tarihçileri, ‘kapitalizmin ortaya çıkışındaki başlıca faktör hızla genişleyen dünya ticaret sistemi mi yoksa İngiltere’deki sınıf ve mülkiyet ilişkilerindeki değişimlerin göreli önemi mi?’ diye sorular sormaya sürükledi.[17] Bu tartışmalar birçok ilginç açılım içeriyordu. Aralarından özellikle bir tanesi, ciddiye alınabilecek tekno-feodal tezlerin teorik temellerini çözümlemek için kritik öneme sahip: kapitalizmin kökenleri ve sonraki gelişmelerinde ‘ilksel birikim’in merkezi rolü.
Bazı Marksist anlatılarda, Immanuel Wallerstein’ınkiler de dahil olmak üzere, ‘ilksel birikim’ terimi, daha fakir topraklardan daha zengin topraklara, ya da Wallerstein’ın ifade ettiği şekilde, çevreden merkeze gidecek bir şekilde, artı değeri elde etmek ve transfer etmek için kullanılan ekonomik-dışı, siyasi araçları ifade eder; bu süreç, ‘eşitsiz mübadele’ niteliği altında tanımlanır.[18] Kapitalizmin kökenleri, merkezin tüm küresel ekonominin fazlasını [surplus] gasp etme yeteneği göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz. Kapitalizmin nerede ve nasıl ortaya çıkıp geliştiğini açıklayan unsur da burada bulunmalıdır. (Kendi ülkelerindeki tam anlamıyla proleterleşmemiş) ücretli emeğin sömürüsü, kuşkusuz, merkezdeki kapitalistlerin servetini artırmıştır, ancak bu hikâyenin yalnızca bir parçası olarak görülmelidir. Dolayısıyla, sadece sömürüye odaklanıp, ‘eşitsiz mübadele’ ve ‘ilksel birikim’in merkez-çevre dinamiklerinin bugün bile hâlâ mevcut olduğunu göz ardı etmek, kapitalizmin doğasını yanlış anlamaktır.
Brenner, Wallerstein’ın yukarıdaki analizini teknolojik-determinizmle itham ederek, sınıf ilişkilerini ve ‘nispi fazla emeğin’ yani artan verimliliğin kapitalizmin sistematik bir özelliği olarak rolünü küçümsediğini ileri sürdü. Wallersteinci, mübadele temelli açıklamalar, Brenner’a göre, neo-Smithci Marksizmin temel öğelerindendi ve Marx’ın ‘ilksel birikim’ kavramını yanlış anlıyorlardı. Marx’ın ifadesiyle, bu süreç, ‘üreticiyi üretim araçlarından ayırma’ olarak anlaşılmalıydı; ilksel birikim, ücretli emeğin ve sömürünün kapılarını açmış böylelikle yarı-özerk köylüler tarafından yapılan hazır malların el konulmasının yerini almıştı. Bu ayrılma, sınıf ilişkilerindeki yeniden yapılanmalar ve değişen toplumsal mülkiyet hakları sonucu gerçekleşmişti; eşitsiz mübadele veya dünya ticaretiyle ilişkisi kıyasla az sayılmalıydı.[19] Brenner’ın daha sonraki bir makalesinde ifade ettiği gibi, ‘ilksel birikim’ olarak bilinen aşama, kapitalizmi şekillendiren toplumsal-mülkiyet ilişkilerinin meydana çıkışından başka bir şey değildi. Bu süreç elbette zor ve şiddet içeriyor, onlar vasıtasıyla gerçekleşiyordu. Ancak ilksel birikimin rolü sınırlı olarak görülmeliydi; dinamikleri, ilksel olmayan has kapitalist birikimin dinamikleriyle karıştırılmamalıydı.
O halde ilksel birikimin söz konusu sınırlı rolü neydi? ‘İlksel birikim’, temelde, feodal sistemi karakterize eden (toprak, emek ile teknoloji) üç temel üretim faktörünün verimli kullanılmasını engelleyen, siyasal olarak kurulu bir ‘birleşimi’ ortadan kaldırmayı sağlamıştı. Bu durum, kapitalist kâr mantığına yerleştirildiklerinde düzeltilebilecek bir sorundu.[20] Kabaca söylenecek olursa, Brenner’ın feodalizm üzerine yaptığı açıklamaya göre, feodalizm insanların tembellik yapması için teşvik edici bir ortam yaratıyordu. Rekabetçi piyasa baskıları olmadığı için üretim sürecinin rasyonelleştirilmesi konusunda herhangi bir kaygı yoktu. İlksel birikim, bu tembellik ütopyasına son vererek, kapitalizmin temel özelliği olan rekabet odaklı ‘gelişme arzusunu’ başlatmış oldu.
Ancak, Kapital Cilt 1’e bir göz atıldığında, ilksel birikim konusu hakkında Brenner’ın başlangıçta öne sürdüğünden daha fazla belirsizlik olduğu görülecektir. Marx’ın Adam Smith’in ‘önceki birikim’ anlayışını eleştirdiği 26. Bölüm, Brenner’ın iddialarını kesinlikle destekler (Brenner, bu bölümü, Wallerstein’a karşı oldukça etkili bir şekilde kullanmıştır). Ancak 31. Bölüm’de, Marx çok daha Wallerstein’ın analiz hattına yakın bir şey söyler ve ünlü bir şekilde şunları yazar:
Amerika’da altın ve gümüş madenierinin keşfi, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlerin bunların mezarı haline getirilmesi, Doğu Hint Adalarının fethine ve yağmalanmasına başlanması, Afrika’nın, siyah derililerin ticari amaçlarla avlandığı alana çevrilmesi, kapitalist üretim döneminin şafağının işaretleriydi. Bu masalımsı süreçler ilk birikimin ana uğraklarını oluşturur. [21]
Bu bölüm, zorla aktarımla uğruna girişilen şiddet ile kapitalizmin kökenleri arasındaki karmaşık bağlantıya dair hiçbir şüphe bırakmaz. Marx burada daha açık olamazdı: ‘Avrupa’daki ücretli işçilerin örtük köleliği, kendi dayanağı olarak yeni dünyada saf ve sade bir kölelik gerektiriyordu.’ Bu ‘ilksel birikim’ anlatısının, İngiltere kırsalındaki üreticiler ile üretim araçları arasındaki ‘ayrılma’ üzerine yapılan Brennercı hikayeyle nasıl örtüştüğünü görmek zor. Marx’ta, bu ‘fethe ve yağmalamaya’ dayalı şiddet uygulamalarının ilksel birikim aşamasında mı yoksa kapitalist birikimle birlikte devam edip etmediği, hatta ilksel birikim geçmişte kalsa bile, sömürüyle birlikte devam eden bir mülksüzleştirme süreci olup olmadığı konusunda da benzer belirsizlikler vardır. Hatta daha düz bir meselede bile— ‘kölelik’ ve ‘özgür olmayan emek’ kapitalizmin bir parçası olarak mı görülmeli? — günümüzdeki birçok tartışmayı besleyen belirsiz alanlar bulunmaktadır. Marx’ın yazıları bu tür belirsizliklerle doludur.
Brenner için—ve onun etrafında Ellen Meiksins Wood ile şekillenen Politik Marksizm okuluna göre—böyle bir belirsizlik yoktur. Kapitalizm, bir dizi tarihsel sürecin öylesine bir araya gelmesiyle, kapitalistleri ‘inovasyon yoluyla birikim yapmaya’ zorladığı için, olağanüstü bir hızla ortaya çıkmış ve genişlemiştir.[22] Brennercı proje böylece kapitalizmin mantığını anlamaya yönelik bir çaba olarak, kapitalistlerin üstündeki sistemik baskıların inovasyon yoluyla birikimi nasıl şekillendirdiğini açıklayan dinamikleri ortaya koymaya yöneldi— ve bu dinamikler, ‘yeniden-üretim kuralları’ ve ‘hareket yasaları’ gibi terimlerle tanımlandı. Bu, verimliliğin artışının inovasyonun bir sonucu olduğunu ve inovasyonun da kapitalistlerin pazarda rekabet etmeleri, ücretli emeği kullanmaları ve maliyetleri düşürmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaları sonucunda ortaya çıktığını öne süren, şık ve tutarlı bir modeldi. Bu modelde şiddet, gasp etme veya mülksüzleştirme üzerine detaylı bir tartışmaya gerek yoktu; bu unsurların varlığı inkâr edilmemiş olsa da artan verimlilikle doğrudan bir ilişkileri söylenemezdi ve kapitalist birikim sürecinin temel parçaları olarak görülmüyorlardı.
3. Mülksüzleştirme Yoluyla Birikim
Brenner’ın argümanlarına herkes ikna olmamıştı tabii. Son on yılda, sömürü ve gaspın karşılıklı olarak yapılandırıcı olduğuna dair ilginç bir dizi ileri sürülmüş argüman ortaya çıkmıştı—ve bu argümanlar hâlâ geçerliliğini korumakta. Başta iki çalışma öne çıkmaktadır: Alman sosyologu Klaus Dörre’nin kapitalist ‘toprak gaspı’ teorisi (Rosa Luxemburg’un Landnahme eserinden faydalanıyor) ve Nancy Fraser’in sömürü ile gaspın arasındaki derin yapısal bağlantıya dair ilgili çalışmaları.[23] Özellikle Fraser, gaspın sömürünün varlık koşullarını yaratmakta ve sürekli olarak yeniden üretmekte olduğunu savunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında günümüz sol kesiminde kapitalizmi iklim, ırk veya sömürgecilik bağlamında anlatmanın yolları üzerine yapılan birçok metodolojik tartışma, hâlâ Brenner–Wallerstein tartışmasının çözülmemiş taraflarını yansıtmaktadır.
Bu son dönemdeki çalışmaların çoğu, David Harvey’nin 2003 tarihli The New Imperialism [Yeni Emperyalizm] adlı kitabında tanıttığı ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ kavramına dayanmaktadır. Harvey, bu terimi ‘ilksel’ sıfatından tatmin olmadığı için ortaya atmıştır; o da önceki birçok kişi gibi, birikimin sürekli bir süreç olarak görülmesi gerektiğini savunuyordu. Yeni Emperyalizm adlı eserinde bu konudaki son akademik çalışmaları özetlerken, Harvey şu ifadeyi kullanmıştır: “Kısacası, ilksel birikim, önceden var olan kültürel ve sosyal başarılara el konulması ve aşırılmasının yanı sıra çatışma ve yerine geçmeyi de içerir.” Bu, Brenner’ın ‘ilksel birikim’ anlayışından farklıydı; Brenner’ın ilksel birikimi, üretim faktörleri arasındaki feodal ‘birleşimin’ ortadan kaldırılması süreci olarak tanımlıyordu. Brenner’ın kapitalistleri ‘aşırmıyorlardı’—daha ziyade, bazı sistemik yardımlarla, kendilerini verimsiz sosyal uygulamalardan ve ilişkilerden kurtuluyorlardı.
Ne var ki, Harvey’nin ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ açıklaması, çok şey vaat etmesine rağmen, çok fazla şey sunmuyordu: Harvey’nin getirdiği tanım Marx’ın ‘ilksel birikim’ anlayışından bile daha belirsiz hale gelmişti. Eğer Harvey’nin ilk formülasyonu doğru kabul edilseydi, 2000’lerin başındaki fakir kapitalistler, birini bir şeyden mülksüzleştirmeden hemen hemen hiç para kazanamayacaklardı: Ponzi planları, Enron’un çöküşü, emeklilik fonlarının yağmalanması, bio-korsanlık, doğanın metalaşması, devlet varlıklarının özelleştirilmesi, refah devletinin yok edilmesi, müzik endüstrisinin yaratıcılığı sömürmesi—bunlar, Yeni Emperyalizm’de getirilen kavramı açıklamak için kullanılan örneklerden sadece birkaçı. Nereye baksa mülksüzleşme gördüğünden, Harvey şaşırtıcı olmayan bir şekilde ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’in yeni dönemin ‘baskın’ birikim biçimi haline geldiği sonucuna vardı. Doğrudan emek sömürüsünü içermeyen—bazen içerse bile—her faaliyet bu kategoriye otomatik olarak dahil olmuş gibi gözüktüğünden, başka nasıl olabilirdi ki?
2006 yılında, Brenner, Yeni Emperyalizm’i değerlendiren yazıya giriştiğinde Harvey’i ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ kavramını ‘son derece geniş’ bir şekilde tanımlamakla’ eleştirecekti. Harvey bu kavramın kullanımını o kadar abartmıştı ki, artık analitik olarak faydalı olmaktan çıkmıştı.[24] Harvey’nin, mülksüzleştirmenin kapitalist birikim üzerindeki egemenliğine dair vardığı sonucu ‘anlaşılmaz’ bulduğunu söyleyecekti. Ama gerçekten de öyle miydi? Eğer hala kapitalizmde yaşadığımızı varsayacaksak, bu gerçekten de ‘anlaşılamaz’ olurdu ve 2006’daki Brenner’a göre kapitalizmde yaşadığımız fikri, tartışmasız bir gerçekti. Ancak, eğer kapitalizm gerçekten sona erdi ve yerine feodalizme benzer başka bir sistem geldiyse, o zaman bu ifade daha anlamlı hale gelebilirdi.
Harvey sonraki çalışmalarında meseleyi daha da karmaşıklaştırdı ve ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’i neoliberalizmin ana itici gücü haline getirdi. Neoliberalizmi, üretken değil, yeniden dağıtıcı bir bakış açısına sahip, ulusal düzeyde nüfusun geri kalanından üst sınıflara veya uluslararası düzeyde yoksul ülkelerden zengin ülkelere servet ve gelir transferini amaçlayan bir siyasi proje olarak tanımladı. Burada, ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’in inovasyon için—üretim ve geliştirme—koşullarını yaratmayı amaçlayan Brenner dostu yorumuna yer yoktu. Bunu açıkça belirtmeden, Harvey sessizce tartışmanın diğer tarafına katıldığını görüyoruz ve Wallerstein tarafından tanımlanan mekanizmalara, fikri mülkiyet etrafında kira elde etme gibi yeni mekanizmalar da ekledi. Bu yenilikler karşısında ortodoks, Brennercı bir ‘ilksel birikim’ anlayışına tamamen hâkim olan biri, Harvey’in temel olaylara dair kronolojisine hemen itiraz ederdi; Wallerstein ve takipçileri için bile, ticaret temelli ilksel birikim, kapitalist birikimi izlemiş ve ona eşlik etmiş ancak onu yerinden etmemişti.[25] [Harvey bu açıdan tekno-feodalizm tartışmaları için ekstra önemlidir.]
Harvey’in bu kavramı 2000’lerin başlarında ilk kez formüle etmesinden bu yana, ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ birçok akademisyen tarafından benimsenmiştir, özellikle de Küresel Güney’deki akademisyenler tarafından. Harvey’nin atılımı, şirketlerin politik güçlerini kullanarak toprak ve maden kaynaklarını elde ettikleri yeni rantçı sömürgecilik biçimlerini teorize etmek için oldukça kullanışlı olmuştur.[26]
Bütün bunlarda bir mantık görüyoruz: önce ekstra-ekonomik araçlarla mülksüzleştirme, sonra mülkiyet haklarını—fikri mülkiyet hakları da dahil—kullanarak rantiyeleşme, bu da işlemi ekonomik alana geri kaydırıyor. Ancak ekonomik alanda olmak, normal kapitalizmde olduğumuzun garantisi değildir. Madencilik ve tarım dışında kalan, bazı üretken ya da en azından hafriyat faaliyetlerin organize edilmesi gereken yerlerde, kapitalist sınıf yalnızca rant toplayıp, feodal dönemin toprak sahipleri gibi lüks bir yaşam sürüyor gibi görünüyor. Harvey 2014’te şöyle yazmıştı: “Eğer herkes rantla yaşamaya çalışırsa ve kimse bir şey üretmeye yatırım yapmazsa, o zaman açıkça kapitalizm bir krize doğru ilerliyor denilebilir.” Ama hangi tür bir kriz?[27] Harvey, neo-feodal tahayyülle flört etmiyor—en azından şimdilik—ancak çağdaş kapitalizm üzerine yaptığı analiz, bariz bir sonuca varmayı kolaylaştırıyor: Yani içinde yaşadığımız sistemin sadece adı kapitalizm; gerçek ekonomik mantığı ise feodalizme çok daha yakın. Harvey’in 2003’te, yeniden dağıtıcı mülksüzleştirmenin üretken sömürüye galip geldiği şeklindeki iddiasından başka hangi ders çıkarılabilir?
Bilişsel Çokluklar
Benzer bir mesajı, ‘bilişsel kapitalizm’in ortaya çıkışını öngören İtalyan ve Fransız teorisyenlerinin çalışmalarında da bulabiliriz—yine adı kapitalizm aslı ise başka olan bir sistem.[28] Toni Negri ve diğer İtalyan operaistlerinin çalışmalarından ilham alan bu düşünürler—en bilinenleri arasında Carlo Vercellone ve Yann Moulier-Boutang bulunmaktadır—çokluğun, yani işçi sınıfının halefinin, en son bilgi teknolojileriyle donanmış olarak nihayetinde özerk bir varoluşa sahip olduğunu ısrarla savunurlar. Bu görüşe göre, sermaye, üretimi kontrol edemez ve etmek istemez, çünkü üretimin büyük bir kısmı, kendisi artık var olmayan (en azından İtalya ve Fransa’da) Taylorist fabrikaların dışında, yüksek derecede zihinsel bir emekle gerçekleşmektedir.[29] Onlara göre bugünün kapitalistleri, fikri mülkiyet hakları üzerinde kontrol kurar ve isyankâr çokluğun yeni elde ettiği iletişim özgürlükleriyle neler yapabileceğini sınırlamaya çalışırlar. Bunlar, Fordist dönemin inovasyon takıntılı kapitalistleri değildir, kitlelerin yaratıcılığından tamamen parazitik şekilde beslenen tembel rantiyelerdir. Bu tür düşünceleri temel olarak alırsak, bir tür teknolojik-feodalizmin zaten faal olduğunu düşünmek kolaydır: Eğer çokluğun üyeleri gerçekten tüm işi yapan, hatta bilgisayarlar ve açık kaynak yazılımlarını kullanarak kendi üretim araçlarını kullanan kişilerse, kapitalizmden söz etmek, acımasız bir şaka gibi görünüyor.
‘Bilişsel kapitalizm’ bakış açısının bir yönü, günümüz dijital ekonomisinin mantığının—feodal mi, kapitalist mi? —üzerine yapılan çağdaş tartışmalarla doğrudan bağlantılıdır. İtalyan operaismo geleneğinden ilham alan Vercellone ve arkadaşları, çokluğun yaratıcılığı sayesinde yönetici sınıfının tarihe karıştığını iddia ediyorlar. Patronlar, Fordizm’de bir rol oynamış olabilirler, ama modern bilişsel işçiler artık onlara hiç ihtiyaç duymuyor. Bu, biçimsel kapsanmadan gerçek kapsanmaya geçişinin—yani iş gücünün kapitalist ilişkilere sadece dahil edilmesinden, kapitalist zorunluluklara göre yapısal dönüşümüne—tersine döndüğü ve kapitalizmin geriye gitmeye başladığı anlamına geliyor. Feodalizm yeniden sahneye çıkıyor gibi görünüyor, ama tabii bu teorisyenler, komünizmin önce geleceğini umarak bu olasılığı pek de ciddiye almıyorlar.
Oysa George Caffentzis’in de keskin bir eleştiride belirttiği gibi, üretim sürecinin organizasyonunda yöneticilerin olası gereksizliği, kapitalist işletmelerin elde ettiği gelirlerin kâr yerine rant şeklinde geldiğinin bir kanıtı değildir.[30] Sonuçta, yöneticisi ya da işçisi olmayan, neredeyse tamamen otomatikleşmiş pek çok kapitalist firma var. O zaman bunlar rentiyeci olarak mı görülmeli? Bilişsel kapitalizm teorisyenlerinin cevabı sanırım “evet”: böyle firmalar bir şeyin parazitidir, belki de bir patent portföyü, bir gayrimenkul yatırımı ya da insanlığın Genel Zekâsı’nı emdikleri ölçüde. Örneğin, bir otomatik araba yıkama işletmesini ele alalım.[31] Kimseyi çalıştırmıyor ve dolayısıyla artı-değer üretmiyor diye otomatik bir araba yıkamacısının kapitalist olmadığına inanmamız için bir sebep var mı? Ya da arabayı yıkama sürecini otomatikleştirmek için kullanılan algoritmalar—geçmiş nesillerin ölü emeği ve birikmiş bilgisini, belki birkaç patent bile içeriyorken—bunu kapitalist yapmıyor mu?
Muhtemelen yapıyor. Marx’ın farklı otomasyona sahip firmalar ve endüstriler arasında karların eşitlenmesi üzerine yazdığına paralel olarak, söz konusu araba yıkaması da aslında ekonominin başka yerlerinde üretilen artı-değeri emiyor. Bu otomatik firmaları ‘rentiyeci’ olarak sunmak, Marx’ın kapitalist rekabetle ilgili anlatısının özünü kenara atmaktır; çünkü maliyetleri düşürme ve karlılığı artırma amacıyla yapılan otomasyon, tam da sermayenin daha verimli firmalara doğru akışını açıklar. Operaismo, bilişsel kapitalizm teorisinin entelektüel köşe taşı, insan işçisinin epistemolojisinde sıkışıp kalmış durumda: Eğer işçiler yoksa, İtalyan teorisyenleri, kapitalist üretimin gerçekleşmediğini ve rantçılığın hâkim olduğunu varsayarlar. Bu tür anlatılarda, ‘kapitalizm’ etiket olarak varlığını sürdürebilir ama bu teorinin mantıksal sonucu feodalizm ile eve iş verme sistemi [putting-out system] arasındaki bir ara bölgede bulunduğumuzdur (Vercellone bile bu benzerliği belirtmiştir).
4. Dijital Servetler, Dijital Talihler
Tekno-feodalizm teorisyenleri, bilişsel kapitalizmin varsayımını paylaşarak dijital ekonominin, kâr ve sömürü mantığına dayanan kapitalizm yerine, kira ve gasp mantığına doğru kaydığını savunurlar. Peki, bunun nedeni nedir? Bariz bir açıklama, fikri mülkiyet haklarının muazzam şekilde büyümesi ve bunun yarattığı özel güç ilişkilerinde bulunabilir. 1995’te Avustralyalı hukuk profesörü Peter Drahos, ‘bilgi feodalizmi’ konusunda uyarılarda bulunmuştu. Makalesinin ilk bölümde 2015 yılında dünyanın nasıl bir yer olacağını düşünen Drahos (neredeyse her şeyi doğru tahmin etmiştir), ikinci bölümde ise, algoritmalar gibi soyut nesnelere patent verilmesinin özel ve keyfi gücün artmasına neden olacağını belirtmişti.[32] (Benzer şekilde, Supiot’nun feodalleşme eleştirisi de fikri mülkiyet haklarının nesnelere sahip olma hakkı ile onları kontrol etme hakkının resmi olarak ayrılmasına olanak tanıdığını öneriyordu – burada da geçmişe atıf söz konusu.)
Dijital ekonominin feodal modellerle, özellikle Marksist üretim biçimi teorisiyle, uyumlu görünen bir başka özelliği de dijital hizmetlerin kullanıcılarını verilerinden gizlice mahrum bırakma şeklidir. Hepimizin bildiği gibi, dijital araçların kullanımı veri izleri üretir ve bu izler toplandıktan sonra; mevcut hizmetlerin iyileştirilmesine, makine öğrenme modellerine ince ayar yapılmasına, yapay zekanın eğitilmesine ya da davranışlarımızı analiz etmek ve tahmin etmek için kullanılabilir, bu da çevrimiçi davranışsal reklamcılığı destekler. İnsanlarda bu dijital nesneler etrafında dönen veri toplama süreçlerinin etkinleştirilmesinde önemli bir rol oynar. Biz olmasak, birçok ilk veri izi asla üretilmeyecek. Günümüzde sadece tarayıcılarımızı açtığımızda, oyun uygulamaları kullandığımızda veya çevrimiçi arama yaptığımızda değil, aynı zamanda iş yerlerimizde, arabalarımızda, evlerimizde—hatta akıllı tuvaletlerimizde—bile sayısız şekilde bu verileri sürekli olarak üretiyoruz.
Burada tam olarak kapitalizm açısından ne oluyor? Bilişsel kapitalizm teorisyenleriyle bir nebze savunulabilecek bir görüş, kullanıcıların aslında işçiler olduğudur. Çünkü teknoloji platformları, bizim ‘bedava dijital emeğimizden’ faydalanmaktadır. Eğer biz bu dijital nesnelerle etkileşime girmesek, dijital reklam satışı yapılmaz, yapay zekâ ürünlerinin üretimi de çok daha pahalı hale gelirdi. Yani, sadece dijital hizmetlerin pasif alıcıları değiliz; aynı zamanda teknoloji devlerinin iş modellerine hayat veren verileri üreten aktif işçileriz, hem de karşılığında hiçbir şey almadan![33]
Bir diğer görüş, başta Shoshana Zuboff olmak üzere, kullanıcıların yaşamlarını uzak, kapitalizm dışı bir ülkenin bakir topraklarına benzetmektedir ve bu topraklar dijital devlerin hafriyatçı operasyonlarıyla tehdit altındadır. Zuboff, The Age of Surveillance Capitalism [Gözetim Kapitalizmi] (2018) adlı eserinde, “dijital mülksüzleşmeye mahkûm olduğumuzu” belirtirken, “bizler, öz yönetim haklarımı deneyim haritalarından kaybolmuş olan yerli halklarız”[34] der. Açıkça söyleyelim, bu Marx’ın M-P-M’ formülüne tekabül etmez. Ama duygu nettir.
Zuboff, ‘dijital emek’ teorilerinden—aslında tüm emek tartışmalarından—kendini uzak tutar. Dolayısıyla, sömürü hakkında pek fazla şey söylemez; o çok konuşulan gözetim kapitalistleri, görünüşe göre sömürüyle pek de ilgilenmemektedir.[35] Bunun yerine, Zuboff, Harvey’nin ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ kavramını kullanarak bunu devam eden bir süreç olarak sunar. Zuboff, Google’ın kullanıcı verilerinin hafriyatı ve mülksüzleştirilmesiyle ilgili detaylı prosedürleri uzun uzun tartışır. ‘Mülksüzleştirme’ terimi, kitapta neredeyse yüz kez geçerken başka terimlerle de özgün bir şekilde birleştirildiğini görürüz— ‘mülksüzleştirme döngüsü’, ‘davranışsal mülksüzleştirme’, ‘insan deneyiminin mülksüzleştirilmesi’, ‘mülksüzleştirme endüstrisi’ ve ‘üretim fazlasının tek taraflı mülksüzleştirmesi’. Kullanıcıları ‘yerli halklar’ olarak tanımlayan yüksek tonlu dili ne kadar dikkat çekici olsa da Gözetim Kapitalizmi, ‘mülksüzleştirme’nin modern teknoloji ve sanayi ölçeğinde gerçekleştirildiği konusunda şüphe bırakmaz—ki bu da onu kapitalist yapıyor. Ancak Zuboff için ‘kapitalizm’ şirketlerin işlediği bir suç ya da yanlışlık gibidir. Eğer bu formülasyon size garip geliyorsa da aslında onun bu -izm’i nasıl anladığını doğru bir şekilde yansıtmaktadır: Büyük ölçüde, Zuboff için ‘kapitalizm’ şirketlerin bir şeyler yaptığı zaman insanların başına gelen şeydir.
Zuboff’un, Google odaklı dijital ekonomiyi hareketlendiren sembolik ve duygusal şiddet, aldatmaca ve mülksüzleştirmenin canlı betimlemelerini okurken, neden bunu ‘gözetim kapitalizmi’ olarak adlandırıp, ‘gözetim feodalizmi’ demediği merak edilebilir. Kitabının ilk sayfasında, ‘parazitik bir ekonomik mantık’ tanımını kullanır—ki bu, Lenin’in ‘emperyalist parazitlik’te derken anlattığı rentiyeci karlarının analizine oldukça yakın bir kavramdır.[36]
Gözetim Kapitalizmi, birkaç noktada ‘feodalist’ formülasyonlara yaklaşsa da asla tam olarak benimsemez. Daha dikkatlice incelendiğinde, Zuboff’un tarif ettiği ekonomik sistem ne kapitalizm ne de feodalizm olduğunu görüyoruz. Daha iyi bir terim bulamıyorsak, buna kullanıcıcılık diyebiliriz—İtalyan operaismo geleneğiyle doğrudan bir analoji olarak. İtalyanlar, nasıl ki rantçı olmayan, az iş gücüyle çalışan kapitalist firmaların sadece başka yerlerde üretilen artı değerleri çekerek kapitalist karlar elde edebileceğini hayal edemediler ve ‘ücretsiz dijital iş’ gibi zorlama kavramlar ortaya koydularsa, Zuboff da dijital nesnelerle temas ettiği anda kullanıcıdan el konulan verilere dönüşen insan deneyiminin, Google’ın yüksek kârlarının başlıca itici gücü olmadığını hayal edememektedir.
Kullanıcıcılık ya da user-ism, Google’dan Facebook’a kadar bütün bu firmaların karlarının kullanıcı verilerinin mülksüzleştirilmesinden geldiğini savunur. Ama gerçekten böyle midir? Başka açıklamalar olabilir mi? Varsa bile Zuboff bunları dikkate almaz; sadece mevcut tezini onaylayan kanıtları kullanarak tartışır: kullanıcılar Google’a veri verir; Google bu verileri kişiselleştirilmiş reklamcılık yapmak ve veri yoğun bulut hizmetleri oluşturmak için kullanır (Zuboff pek değinmese de Google’ın işinin önemli bir kısmı bu sonuncuda yatar). O zaman, Google’ın dev kârlarının nedeni, kullanıcı-veri-reklam bağlantısı olmalı. Zuboff, Google’ın operasyonlarının başka yönlerini tartışmadığına göre, başka ne olabilir ki?
Bir Şirket Olarak Google
Google’ın iş modelini daha net bir şekilde anlayabilmek için, onu İsveçli müzik yayın servisi Spotify ile karşılaştıralım. Her iki model de bir ölçüde benzer: Spotify’ın büyük kısmı ücretli kullanıcılar üzerinden gelir elde ederken, aynı zamanda ücretsiz kullanıcıları da var. Bu kullanıcılar müzikleri ücretsiz olarak dinleyebilir, fakat birkaç şarkı dinledikten sonra reklamlara katlanmak zorunda kalırlar. Şaşırabilirsiniz ama hisseleri son zamanlarda harika bir performans sergilemesine rağmen, Spotify kârlı bir şirket değil: 2020’de 810 milyon dolar zarar etti; buna karşılık, Google’ın ana şirketi Alphabet’in 2020 yılı kârı 41 milyar dolardı ve bunun büyük kısmı Google’ın reklamcılık işinden geliyordu. Aslında, Spotify kuruluşundan bu yana nakit kaybediyor: 2006 ile 2018 yılları arasında, lisans anlaşmalarına (müzik şirketlerine ve nihayetinde sanatçılara, kataloglarını akışa sunabilmek için) toplamda 10 milyar dolar ödeme yapıldı.
Şaşırmadan önce kendimize bir soru soralım. Spotify tam olarak hangi iş veya sektörde çalışıyor? Oldukça özel bir ürün sattığını söyleyebiliriz: neredeyse sonsuz bir müzik koleksiyonuna anında erişim sağlayan, benzersiz ve kişiselleştirilmiş bir kullanıcı deneyimi. Sezgileri yüksek bir analistin şu yorumuna bakalım: Spotify, ‘markalı müzik deneyimi’ diye adlandırılabilecek yeni bir ürün üretiyor; burada ‘(lisans olarak metalaştırılmış) müzik işleyişteki girdilerden sadece biri, ancak en önemlisi’dir.[37] Evet, Spotify bu malların bir kısmını ücretsiz kullanıcılara veriyor, ancak bunu, başkalarına başka bir reklam tabanlı mal satmanın akıllıca bir yolunu bulduğu için yapıyor; ki bu durum, diğerinin var olmasını mümkün kılmadan gerçekleşemezdi. Doğru, veri hafriyatı oldukça yaygın—Spotify, kullanıcılarının dinleme alışkanlıklarını gözlemleyerek her hafta kişiselleştirilmiş çalma listeleri oluşturur—ve mülkiyet haklarının iş modelindeki önemi göz ardı edilmemelidir. Ama Spotify’ın iş modelini yalnızca veri hafriyatı üzerinden açıklamak doğru olur mu, yoksa şirketin aslında kapitalist bir işte “bir şey” üretiyor olduğunu göz ardı etmek mi gerekir? Bunu yaparsak, çıkarılan tüm verilerin aslında Spotify’ın asıl işi olan müzik ve markalı deneyim birleşimi malının bir ek öğesi olduğunu gözden kaçırırız. Nefret edilecek bir rantçı aranacaksa oradaki hedef müzik şirketleri olmalıdır; Spotify ise Henry Ford kadar gerçek bir kapitalisttir.
Hadi Google’a geri dönelim. O da bir meta üretiyor—devasa miktarda insan bilgisine gerçek zamanlı bir erişim—ama Spotify’dan farklı olarak, Google’ın metası çok daha ucuza üretilmekte. Neden böyle? Çünkü Google, bu metanın üretilebilmesi için içerik sağlayıcıları ve yayıncılara ödeme yapmaz, en azından Spotify’ın müzik etiketlerine ödediği şekilde ödeme yapmaz. Google, Spotify’ın aksine, ödeme yapan kullanıcılarına farklı bir reklam-sız arama deneyimi sunmuyor; ama kardeş şirketi YouTube, aylık bir ücret karşılığında böyle bir hizmet sunuyor. Spotify gibi, Google da arama metasını ücretsiz veriyor ve bu, diğer kârlı metalarının—kullanıcılarının ekranlarına ve dikkatlerine erişim—reklamcılara satılmasını mümkün kılıyor. Kişisel verilerin devasa hazinelerinin, gizlice çıkarılmasının, reklam metasını daha değerli hale getiren birçok yolu vardır. Ancak unutmayalım, eğer Google her arama-sonucu sayfasında gösterdiği her içerik için bir ücret ödemek zorunda kalsaydı, satacağı verilerden zarar eder ve hiçbir şeyin anlamı olmazdı.
Gözetim Kapitalizmi 704 sayfa uzunluğunda, ancak Zuboff, Google’ın iş modelinin kalbindeki bu orijinal günaha sadece iki cümle ayırıyor; bunu da başka konuları tartışırken geçen ayrı paragraflarda yapıyor. Google’ın web tarayıcısının başkalarından ödeme almadan aldığı “indeksli bilgiler”den söz ederken bu süreci doğal bir şey olarak kabul eder. Bu sürecin Zuboff’un mülksüzleştirme tanımına uymadığını görmek kolaydır: burada kullanıcılar yer almamaktadır. Bu nedenle, Google’ın gerçek kapitalist operasyonları user-ism tezinin ilgisini çekmez. Ancak burada kullanıcılar ve verilerine odaklanmak, Spotify’ın telif ödemelerine odaklanmak yerine kişiselleştirilmiş çalma listeleri yaratmasına odaklanmak gibidir: veri temelli çalma listeleri tamamen alakasız değildir—kullanıcıları geri getirmeyi sağlarlar—ama büyük resmi düşündüğümüzde, açıklayıcı güçleri, telif haklarıyla kıyaslandığında oldukça önemsiz kalır.
Paradoksal bir şekilde, Google’ın iş modelinin büyük başarısı, onun faaliyet gösterdiği ortamın ‘bilgi feodalizmi’ ile değil, daha çok ‘bilgi komünizmi’ ile tanımlandığını gösteriyor. Bu, ‘dünyadaki tüm bilgiyi düzenleme’ gibi yüksek, neredeyse sosyalist bir hedefin, başkaları tarafından üretilen bilgilerin sonsuz ve ücretsiz bir şekilde indekslenmesini haklı çıkarmasına neden oluyor; sanki mülkiyet hakları—erişim ve kullanım hakları dâhil—yokmuş gibi. Zuboff’un, mülksüzleştirmeye dayalı ‘gözetim kapitalizmi’ anlatısının sorunu, dijital ekonominin gelecekte nasıl şekilleneceğini kavrayamamasından kaynaklı. Bu nedenle, ‘geleceğin hakkı’ gibi tanımlanması zor, biraz da liberal talepler dışında, radikal bir siyasi gündemi de yok.
Zuboff, çağdaş dijital kapitalizmin süregelen hafriyatçı yanını patolojik bir şekilde eleştirirken, onun hafriyatçı olmayan boyutunu tamamen normalleştiriyor. Ütopyacı ufku, Google’ın reklamcılığı ve buna bağlı veri çıkarımını terk edip arama hizmetleri için ücret almaya başladığı bir dünya talep etmekten öteye pek gitmiyor; ki Facebook’un da benzer bir seçeneği değerlendirdiğini şu aralar duyuyoruz. Bunun, indeksleme aşamasında gerçekleşen tüm ‘dijital mülksüzleştirme’yi istemeden normalleştireceği, Google’ın gücünü ve toplumun kurumsal hayal gücü kapasitesi üzerindeki hakimiyetini pekiştireceği gerçeği, Zuboff için pek de endişe kaynağı değil. Neticede, kullanıcıcılık açısından ‘gözetim kapitalizmi’nin sorunu, kullanıcı-tüketicilerin gözetlenmesi, kapitalizmin kendisi değil.
5. Hala Kapitalizm mi?
Yakın zamana kadar, sol kanattan gelen neo- ve teknofeodalizm üzerine ciddi literatürün büyük bir kısmı—Neckel ve Supiot gibi—bu kavramı bir ekonomik sistemden ziyade sosyo-politik bir sistem olarak ele almıştı. Fransız ekonomist Cédric Durand’ın Techno-féodalisme adlı eserinin yayımlanması, bu alandaki ekonomik mantıkları ciddi bir şekilde incelemeye yönelik şimdiye kadarki en kapsamlı girişimi temsil ediyor.[38] Durand ismini ilk olarak modern finansı incelikli bir şekilde analiz ettiği a Fictitious Capital (2014) duyurdu. Solun bazı kesimlerinin varsayımlarının aksine, Durand’a göre finansal faaliyetler illa ‘yırtıcı’ [predatory] olmak zorunda değildi: iyi işleyen bir sistemde, örneğin ön finansmanı kolaylaştırarak kapitalist üretimi ilerletmeye yardımcı olabilirlerdi. Ancak 1970’lerden itibaren, modern finansın bu birikim dostu özelliği—Durand bunu basitçe ‘inovasyon’ olarak adlandırır—iki daha karanlık dinamik tarafından geride bırakıldı. İlki, Harvey’in teorize ettiği mülksüzleştirme mantığına dayanıyordu ve güçlü finansal kurumların devletle olan bağlantılarını kullanarak daha fazla kamu kaynağını kendilerine yönlendirmesini içeriyordu; burada, Wall Street ile Washington arasındaki yakın bağların desteklediği ‘ekstra-ekonomik’ değer çıkarma ya da daha doğrusu yeniden dağıtma yöntemlerine geri dönüyoruz. İkinci dinamik ise Lenin’in emperyalizm analizinde teorize ettiği parazitlik mantığına dayanıyordu ve finansal olmayan şirketlerin, üretim sürecinin tamamen dışında duran finansal firmalara ödemek zorunda olduğu çeşitli ödemeleri—faiz, temettüler, yönetim ücretleri—ifade ediyordu.
Durand’ın anlatımına göre, 2008 finansal krizini takip eden kurtarma önlemleri, mülksüzleştirme ve parazitlik dinamiklerini hızlandırarak yenilik dinamiklerini bastırdı. Fictitious Capital’in son sayfalarında, “Bu hâlâ kapitalizm mi?” diye o da sormuştu. “Bu sistemin ölüm sancıları binlerce kez ilan edildi. Ama şimdi, neredeyse kazara başlamış olabilir.” Bu, yeni bir ekonomik rejime geçişin ilk ‘neredeyse kazara’ gerçekleşen örneği olmayacaktır; netice de Brenner da bir zamanlar İngiltere’de feodalizmden kapitalizme geçişi, ‘feodal aktörlerin feodal hedefleri feodal yollarla takip etmesinin istenmeyen sonucu’ olarak tanımlamıştı.[39] Dolayısıyla, finansçıların kolay yolu seçerek—kendilerini tamamen siyasi olarak organize edilmiş yukarı doğru yeniden dağıtıma ve rant destekli parazitliğe adayarak—post-kapitalist bir rejime geçişi hızlandırabileceği fikri, yalnızca son derece ilgi çekici değil, aynı zamanda teorik olarak da makul görünüyordu.
Yeni kitabı Techno-féodalisme’de Durand, kapitalizmin yaklaşan sonuna odaklanmayı sürdürüyor ancak onu gömecek görevi bu kez teknoloji şirketlerine veriyor. Fictitious Capital zaten sözde ‘kâr-yatırım çelişkisi’ni incelemişti: kapitalizm iyi işlediğinde, daha yüksek kârlar daha yüksek yatırımlar anlamına gelmelidir; bir kapitalist olmanın temel amacı asla yerinde saymamaktır. Ancak yaklaşık 1990’ların ortalarından itibaren böyle bir bağlantı kalmadı: ileri kapitalist ekonomilerde kârlar—iniş çıkışlarla—artarken, yatırımlar durgunlaştı ya da azaldı. Bunu açıklamak için hissedar değerinin maksimizasyonu, artan tekelleşme ya da hızlanan finansallaşmanın zehirli etkileri gibi pek çok açıklama öne sürüldü. Durand yeni nedensel faktörler bulmak yerine, ‘birikim olmadan kâr elde etme gizeminin, en azından kısmen, yapay bir şey’—küreselleşmenin etkilerini kavrayamayışımızın yarattığı istatistiksel bir illüzyon olduğunu—savunmayı tercih etti.
Bir yandan, bazı şirketler ek yatırım yapmadan daha fazla para kazanmanın yollarını bulmuştu. Küreselleşme ve dijitalleşme, Küresel Kuzey’in en üst düzey şirketlerine—Walmart gibi—küresel meta zincirlerinin tepesindeki konumlarını kullanarak, zincirin altındaki aktörlerden nihai ya da ara mallar için daha düşük fiyatlar elde etme imkânı sağladı. Diğer yandan, Küresel Kuzey’den kapitalistler yatırım yaptıklarında, bu yatırımlar giderek daha fazla Küresel Güney’e yöneldi. Dolayısıyla, kâr-yatırım dinamiklerine Küresel Kuzey’in bireysel ülkeleri—örneğin ABD—üzerinden bakmak bize pek bir şey söylemiyor. Kârların tam olarak nasıl yatırımlara dönüştüğünü görmek için küresel bir perspektif gerekiyordu.
Techno-féodalisme ile Durand’ın, kâr-yatırım çelişkisini açıklamak için fikri mülkiyet hakları ve veri varlıkları da dahil olmak üzere maddi olmayan unsurların rolüne vurgu yapan büyüyen bir koroya katıldığını görüyoruz. Bu unsurlar, ABD’li dev şirketlerinin tedarik zincirlerinden en yüksek kar marjlarına sahip alanlara odaklanarak muazzam kârlar elde etmesini mümkün kılıyor.[40] Bir ölçüde, bu Durand’ın 2014’teki argümanının bir detaylandırması olarak görülebilir, ancak bu kez küresel tedarik zincirlerinin fiili işleyişine ve fikri mülkiyet haklarının bu zincirlerdeki güç dağılımındaki rolüne çok daha fazla dikkat ediliyor. Durand’ın incelediği bazı şirketler için, yatırım olmadan kâr elde etme gizemi artık Fictitious Capital’de olduğu gibi yapay değil: bu şirketler, kâr düzeyleri ne olursa olsun, yurt içinde ya da yurt dışında gerçekten de fazla yatırım yapmıyor. Ya kazançlarını hissedarlara temettü olarak dağıtıyorlar ya da kendi hisselerini geri satın alıyorlar; Apple gibi bazıları ise her ikisini birden yapıyor.
Techno-féodalisme, genellikle küresel değer zincirinin en kârlı noktalarında yoğunlaşan maddi olmayan varlıkların yükselişinin, dört yeni rant türünün ortaya çıkmasına yol açtığını savunuyor.[41] Bunlardan ikisi—yasal fikri mülkiyet rantları ve doğal tekel rantları—tanıdık görünüyor: ilki, patentler, telif hakları ve ticari markalardan elde edilen rantları ifade ederken; ikincisi, Walmart benzeri şirketlerin tüm zinciri entegre etme ve bu zincir içinde gerekli altyapıyı sağlama yeteneğinden kaynaklanan rantları ifade ediyor. Diğer ikisi—dinamik inovasyon rantları ve maddi olmayan varlık farklılığı rantları— biraz daha karmaşık. Ancak bunlar da nispeten net ve farklı fenomenleri yakalayabiliyor: ilki, bu şirketlerin münhasır mülkiyetindeki değerli veri setlerini ifade ederken; ikincisi, tek bir değer zinciri içindeki şirketlerin operasyonlarını ölçeklendirme yeteneğini ifade ediyor (ağırlıklı olarak maddi olmayan varlıklara sahip şirketler bunu daha hızlı ve daha ucuza gerçekleştirir).
Durand’ın sınıflandırması oldukça zarif. Bu kategorilerle donanmış bir şekilde, onun da her yerde rantçı görmeye başladığını—tıpkı Fictitious Capital’de hafifçe eleştirdiği bilişsel kapitalizm teorisyenleri gibi—ancak kapitalistleri hiçbir yerde bulamadığını görüyoruz. “Dijitalin yükselişi,” diyor Durand, “devasa bir rant ekonomisini besliyor, çünkü bilgi ve bilginin kontrolü, yani fikri tekelleşme, değeri ele geçirmenin en güçlü aracı haline geldi.” Bu tespitinde, McKenzie Wark’ın bu konudaki son spekülasyonlarına da dolaylı bir gönderme var.[42] Bu şekilde de 2014’te sorduğu soruya geri dönüyor: Bu hâlâ kapitalizm mi? Kapitalist sistemin dinamizmini sağlayan şey, verimliliği artırmak, maliyetleri düşürmek ve kârları yükseltmek için yatırım yapma zorunluluğuydu. Bu zorunluluk, kapitalistlerin piyasa rekabeti baskısı altında, metaların, emeğin ve teknolojinin birbirinin yerine geçebilirliğiyle hareket etmesinden kaynaklanıyordu—tıpkı Brenner’ın savunduğu gibi, feodalizm altında ‘birleşik’ olan bu üç faktörün parçalanmasının bir sonucu olarak.
Durand’a göre, maddi olmayan varlıkların—özellikle de verinin—yükselişi, kapitalizmin bu birleşmeyi parçalama sürecini tersine çeviriyor: eğer dijital varlıklar, onları üreten kullanıcılardan ve üretildikleri platformlardan ayrılamaz hale gelirse, o zaman dijital ekonomiyi, üretim faktörlerini yeniden ‘birleştiren’ bir yapı olarak okuyabiliriz, böylece bu faktörlerin hareketliliği engellenir. Daha basit bir ifadeyle, teknoloji şirketlerinin duvarlarla çevrili bahçelerine sıkışmış durumdayız; dikkatlice çıkarılan, kataloglanan ve ticarileştirilen verilerimiz bizi onlara sonsuza kadar bağlıyor. Bu durum, piyasa rekabetinin verimlilik artırıcı etkilerini zayıflatıyor ve maddi olmayan varlıkları kontrol edenlere, üretim sürecine dahil olmadan değeri gasp etme konusunda etkileyici bir yetenek kazandırıyor. Durand için “Bu yapıda, yatırım artık üretici güçlerin gelişimine değil, yırtıcı güçlere yöneliyor.”[43]
Techno-féodalisme’de parazitlik ve mülksüzleştirmenin Durand’ın kelime dağarcığında yer almaması dikkat çekici—bunların yerini ‘yırtıcılık’ alıyor, tıpkı Harvey ve Lenin’in yerini Thorstein Veblen’in alması ve finansın yerini teknoloji endüstrisinin alması gibi—ancak mantık Fictitious Capital’dekinden çok da farklı değil. Dijital ekonomiyi bu özgün neo- ve tekno-feodal tada sahip kılan şey, işçilerin hâlâ eski kapitalist yollarla sömürülmeye devam etmesi, ancak en çok kazananların sofistike yırtıcılık yöntemleriyle donanmış yeni dijital devler olması. Feodal lordlara benzer şekilde, bu devler, emek sömürüsüne veya üretim sürecine doğrudan dahil olmadan, küresel artı değer kütlesinin büyük bir kısmını ele geçirmeyi başarıyor. Durand, Zuboff’un çalışmalarına atıfta bulunarak, Büyük Veri’nin ‘Büyük Öteki’sinin uyguladığı gizli hakimiyeti gösteriyor ve Google’ın başarısının sırrının, çeşitli veri setlerini hafriyat etme, bir araya getirme ve bunlardan kâr elde etme yeteneğinde yattığını savunuyor. Google, ağ etkileri ve etkileyici ölçek ekonomileri sayesinde etkili bir tekel konumunda: yeni veri setlerinden sıradan bir start-up’a göre çok daha fazla yararlanacak, bu da rekabeti çok daha zor hale getirecek.
Bu tespitlerde hem büyük bir bilgelik hem de temel bir sağduyu var. Ancak argümanın genel tonu, Durand’ın da Zuboff gibi Google’ın genel operasyonunda indekslemenin oynadığı kritik rolü göz ardı etmesi nedeniyle, fazlasıyla ‘kullanıcıcılık’ (user-ism) yönüne kayıyor. Burada ‘fikri tekelleşme’ gibi kavramları kullanmak daha zor, çünkü Google’ın arama-sonucu metasını üretmek için bağlantı verdiği üçüncü taraf sayfalar, yayıncılarının mülkiyetinde kalmaya devam ediyor; Google, indekslediği sonuçların sahibi değil. Teoride, iyi sermayeye sahip başka bir şirket de bu sayfaları indekslemek için web tarayıcı teknolojisi geliştirebilir. Bu son derece pahalı olabilir, ancak bu tür engelleri rant benzeri bir durumla karıştırmamak gerekir: bir Berlin girişimi için pahalı olan şey, 100 milyar dolarlık Vision Fund’a sahip Japonya’nın SoftBank’ı için nispeten uygun maliyetli olabilir. Google’ın geniş veri varlıkları ise farklı bir konu; bunların rant tartışmasını hak ettiği kesin. Ancak Google’ın işinin tamamen bu veri varlıklarıyla ilgili olduğunu, sanki Google salt bir rantiyeymiş de kapitalist bir firma değilmiş gibi davranamayız.
6. Yırtıcı Güçler?
Durand’ın mantığının, ekonomist Duncan Foley’in küresel ekonomideki bilgi rantları üzerine önemli çalışmalarına dayanan bir yanı da var. Marx’ın perspektifiyle uyumlu bir şekilde Foley, artı değerin yalnızca üretildiği yerlerde ele geçirilmediğini savunuyor (bunlar, İtalyan operaisti’ye henüz ulaşmamış Marksist teorinin eksik sayfalarıdır). Fikri mülkiyet hakları yoluyla elde edilen muazzam maddi olmayan kaynakları, Marx ve bazı klasik politik iktisatçıların toprak rantiyelerine yaklaştığı gibi ele alırsak, dev bilgi teknolojisi platformlarının kapitalist değil, gizlenmiş rantçılar olduğunu görebiliriz Foley için:
“Bu artı değer havuzundan pay almaya çalışmak için bir kapitalist olmanıza bile gerek yok. Üretken kaynakların (ki bu klasik politik iktisat terminolojisinde genellikle ‘toprak’ olarak adlandırılır) sahibine, kapitalistleri bu kaynaklara erişimden mahrum bırakma imkânı tanıyan yasal mülkiyet hakları, ‘rantlar’ yaratır. Bu rantlar, kapitalist üretimde ortaya çıkan artı değer havuzunun bir parçasıdır, ancak kendi başlarına üretken emeğin sömürüsüyle doğrudan bir ilişkileri yoktur. Verimli tarlalar, şelaleler, maden ve hidrokarbon rezervleri gibi toprak kaynaklarının sahibi, üretken ücretli emek tarafından yaratılan artı değerden pay almak için parmağını bile kıpırdatmak ya da başka birini üretken bir şekilde çalıştırmak zorunda değildir.”[44]
Kurulan analoji oldukça açık: toprak = veri; teknoloji şirketleri = kapitalist olmayanlar; gelirleri = rant. Foley, şelale örneğini özellikle vurgulayarak, “Örneğin, belirli bir kişi ya da kuruluş bir şelale üzerinde mülkiyet hakkı kontrolü kurduğunda, küresel artı değer havuzundan bir pay oluşturan bir rant ortaya çıkar,” diyor. Ancak devamında, bugün bir şelaleye sahip olmaktan daha iyi seçenekler olduğunu da ekliyor. Sonuçta su kıt bir kaynaktır. Maddi olmayan varlıklar ise neredeyse sonsuz olabilir: eğer popüler bir şarkının telif hakkına sahipseniz, bundan neredeyse sınırsız rant elde edebilirsiniz.
Şimdi, asıl büyük soru şu: Google ve benzerleri, başka bir yerde üretilen artı değerden pay almak için ‘parmağını bile kıpırdatmak zorunda olmayan’ o gayri-kapitalist şelale sahibi gibi mi? Foley’e göre öyleler. Ancak eğer durum buysa—eğer teknoloji devleri gerçekten de fikri mülkiyet haklarını ve ağ etkilerini sömürerek herkesi soyup soğana çeviren tembel rantiyelerse—neden bir tür üretim olarak tanımlanabilecek faaliyetlere bu kadar çok para yatırıyorlar? Ne tür rantiyeler bunu yapar? Alphabet’in 2017, 2018, 2019 ve 2020’deki Ar-Ge harcamaları sırasıyla 16,6 milyar dolar, 21,4 milyar dolar, 26 milyar dolar ve 27,5 milyar dolar oldu. Bu, ‘parmağını kıpırdatmak’ sayılmaz mı? Bunu saymayacaksak neyi sayacağız?
Amazon da yalnızca 2020’de 42,7 milyar doları Ar-Ge’ye harcadı ve dünya çapında bir milyondan fazla kişiyi istihdam etti. ABD’de tüm konut inşaat sektöründen daha fazla kişi çalıştırıyor: yani her 153 çalışan Amerikalıdan biri Amazon’da çalışıyor.[45] Eğer bunlar tembel şelale sahibi rantiyelerse, oldukça mazoşist olmalılar: neden sadece başarılarının keyfini çıkarıp herkesi işten çıkarmıyor ve harcama yapmayı bırakmıyorlar? Bu rakamlara bakan biri, post-operaist teorisyenlere katılarak, kapitalistlerin artık üretimin dışında olduğuna gerçekten inanabilir mi? Peki tüm bu Ar-Ge parasını neye harcıyorlar? Daha da çarpıcı olanı, Google, Amazon ve Facebook’un bilançolarını yakından incelediğimizde diğer büyük şirketlere kıyasla daha az maddi olmayan varlığa sahip olduklarını görüyoruz—hatta bugün, on ila on beş yıl öncesine göre nispeten daha az maddi olmayan varlığa sahipler.[46] Bunun nedenini anlamak da son derece kolay: tüm bu verilerin kapsamlı fiziksel ağlar ve büyük veri merkezleri gerektirmesi- ancak bu tür eğilimler, maddi olmayan varlıklara aşırı vurgu yapan argümanlarda büyük bir boşluk yarattığından dikkate alınmıyor.
Durand’ın bu rakamların bir kısmından haberdar olması gerekir. Bu analitik açmazdan kurtulmak için, Veblen’in The Theory of the Leisure Class [Aylak Sınıfın Teorisi] (1899) adlı eserinde Amerika’nın belle-époque burjuvazisine dair analizinden ödünç aldığı ‘yırtıcılık’ kavramını kullanıyor— bu devasa yatırımların üretim güçlerine değil, yırtıcılık güçlerine kaynak sağladığını söylerken mesela. Gerçekten de Veblen’in analitik çerçevesini—örneğin, verimlilik odaklı endüstri ile parasal odaklı işletme arasındaki ayrımını—kullanarak, kapitalistleri asıl motive eden şeyin kâr arayışı değil, sabotaj yapma yeteneği olduğunu, böylece bugünün yağmacı baronlarının yalnızca piyasadan bekledikleri kârı değil, rakiplerinden daha yüksek kârlar elde etmelerinin yollarını aradıklarını savunmanın birçok ilginç yolu var.
Geçtiğimiz yirmi yıl içinde, tam da bunu yapmak için İktidar Olarak Sermaye (CasP) ekolü adıyla bilinen yeni bir politik ekonomi yaklaşımı ortaya çıkmış ve bu tür dinamikleri tanımlamak için ‘diferansiyel birikim’ kavramını ortaya atmıştır.[47] Çoğunlukla Kanada’daki York Üniversitesi’nde yoğunlaşan bu düşünürler hem Marksist hem de neoklasik iktisadı—bazı sağlam ve ikna edici argümanlarla—bu ‘sabotaj’ dinamiklerini göz ardı ettikleri ve kapitalizmin bütününde iktidarın kurucu rolünü görmezden geldikleri için eleştirdi. Bu yaklaşım, teknoloji endüstrisi üzerine yapılan bazı ilginç son dönem araştırmalara da ilham olmuştur; bunlar arasında, Bilim ve Teknoloji çalışmalarından elde edilen içgörülerle desteklenen, tekno bilimsel rant ve varlıklaştırma [assetization] üzerine empirik açıdan zengin çalışmalar da yer alıyor.[48]
Burada Marx ve Veblen’i tek bir analitik çerçeveye oturtmanın zorluğu -Durand’ın da yakın tarihli bir makalesinde denediği gibi[49]– Marx’ın yırtıcı yağma ve sabotajı kapitalizmin değil feodalizmin bir parçası olarak görmesidir. Veblen’e göre, bu içgüdüler tüm kapitalistlerde mevcuttur, ancak maddi olmayan varlıklar üzerinde kontrol sahibi olanlar bu içgüdüleri harekete geçirme konusunda daha avantajlı olabilir. Marx ise nihayetinde kapitalistleri üretken olarak görmüştü; eğer sabotajdan bahsedilecekse, bu yalnızca kapitalizmin bütünü olarak sistem düzeyinde konuşulmalıydı, bireysel kapitalistler düzeyinde değil. Durand açıkça Veblen yerine Marx’la kalmak istiyor. Ancak söz konusu ‘yırtıcılık güçleri’nin tam olarak ne olduğunu, birikimle ve ‘ilksel birikim’ üzerine tüm o çetrefilli tartışmalarla nasıl ilişkilendiğini açıklamayı gerektirir—ki bu, Durand’ın Fictitious Capital’de ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ konusunu ele aldığı için çok iyi bildiği teorik bir meydan okumadır. Aksi takdirde, Google’ın başarısını açıklamak için kendi kategorileri—kâr ve kapitalist üretim, ayrıca rant ve rantiyecilik—yeterliyken, Marksist teorinin bu son derece belirsiz ‘yırtıcılık’ kavramının teorik kabuğuna neden ihtiyaç duyduğu net değildir.
Marx’a bakacak olursak, otomasyona uğramış kapitalist firmaların yalnızca başka yerlerde üretilen artı değeri ele geçirdiği—ki bu konuda hem Foley hem de Durand hemfikirdir—ile yetinmediğini, bunu rant olarak değil, kar olarak yaptıklarını konusunda bir kesin olduğunu görüyoruz. Yani, otomasyona uğramış firmalar, ücretli emeği doğrudan sömüren firmalar kadar kapitalisttir. Kapital’in 3. Cilt’inde şöyle yazar:
“Üretim alanında hiç değişken sermaye kullanmayan, dolayısıyla tek bir işçi bile çalıştırmayan bir kapitalist (aslında abartılı bir varsayım), yalnızca değişken sermaye kullanan (yine abartılı bir varsayım) ve bu nedenle tüm sermayesini ücretlere harcayan bir kapitalist kadar, sermayenin işçi sınıfını sömürmesine ilgi duyacak ve ücretsiz artı emekten kâr elde edecektir.[50]”
Tekno-feodalizm tezi, çağdaş Marksist teorinin ilerlemesinden değil, dijital ekonomiyi—tam olarak neyin üretildiğini ve nasıl üretildiğini—anlamlandırma konusundaki görünürdeki yetersizliğinden kaynaklanıyor. Eğer Google’ın arama-sonucu metaları üretme işinde olduğu kabul edilirse—ki bu süreç büyük sermaye yatırımları gerektirir—onu normal kapitalist üretimle uğraşan sıradan bir kapitalist firma olarak ele almakta büyük bir zorluk yoktur. Bu, dijital devlerin güçlerini pekiştirmek, patent portföylerini kullanmak, kullanıcılarını kilitlemek ve olası rekabeti engellemek için her türlü taktiğe başvurmadığı anlamına gelmez; genellikle rakip girişimleri satın almanın yanı sıra, Capitol Hill’deki yasa koyucuların desteğini kazanmak için büyük paralar harcarlar.
Kapitalist rekabet acımasız bir iştir ve dijital ürünler söz konusu olduğunda daha da acımasız olabilir. Ancak bu, bilişsel kapitalizm, kullanıcıcılık (user-ism) ya da teknofeodalizm gibi analitik bataklıklara düşmek için bir neden değildir. Bireysel firmaların taktiklerini ve eylemlerinin sistemik sonuçlarını anlamak istiyorsak Veblen ve Marx’a aynı anda başvurmak da gerekli olabilir; bu anlamda, Marksistlerin ‘İktidar olarak Sermaye’ ekolünden öğrenebileceği çok şey var. Ancak her iki yaklaşımın da büyük ilerlemeler kaydetmesi için, en azından söz konusu firmaların iş modelleri konusunda net olmak gerekir. Bu modellerin yalnızca belirli yönlerine odaklanmak—sırf aşırı fikri mülkiyet hakları, finansallaşma belirtileri ya da başka rahatsız edici süreçler tespit edildiği için—bu modellere dair kapsamlı bir görüş sunmayacaktır.
7. Devletin Konuya Girişi
Analitik netlik eksikliğinin yanı sıra, tekno-feodalist çerçevenin bir diğer önemli sorunu da devleti resmin dışına çıkarma riski taşımasıdır. Durand’ın Techno-féodalisme‘inde Alphabet, Facebook ya da Amazon’un yükselişinde Amerikan devletinin itici rolüne dair çok az tartışma yer alırken, aynı durum tekno-feodalizm üzerine yazılmış diğer pek çok kısa metin için de geçerli.[51] Durand, ‘Kaliforniya İdeolojisi’ olarak adlandırdığı şeye yönelik eleştirisinde, bu siber-liberteryen yönelimin kurucu metni olan ‘Siber-uzayın Magna Carta’sı’na fazlasıyla önem veriyor. Ancak, bu belgenin dört yazarından biri olan ünlü yatırımcı Esther Dyson’ın, Amerika’nın en seçkin rejim değişikliği kuruluşu olan Ulusal Demokrasi Vakfı’nın yönetim kurulunda yıllarca görev yaptığından bahsetmeyi ihmal ediyor. Birkaç muhalif çalışma—örneğin Linda Weiss’in mükemmel eseri America Inc.? Innovation and Enterprise in the National Security State (2014) —dışında, Amerikan devletinin Silikon Vadisi’nin küresel bir teknolojik-ekonomik hegemon olarak yükselişindeki rolü büyük ölçüde hafife alınmıştır. Bu gelişmeleri tekno-feodalizm merceğinden okumak—ki bu, devletlerin zayıf olduğunu ve egemenliğin birçok tekno-lord arasında ‘parçalandığını’ varsayar—bu durumu daha da bulanıklaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Teknoloji şirketlerinin gücüne dair son dönemdeki ‘techlash’ histerisi—onları ‘devler’, ‘yağmacı baronlar’ ya da tek bir monolitik ‘Büyük Teknoloji’ bloğu olarak tanımlayarak—dijital platformların yükselişinin devletin güç kaybı pahasına gerçekleştiği fikrini iyice yerleştirdi.
Bu durum, son yıllarda Amerikan şirketleri tarafından neredeyse sömürgeleştirilmiş olan daha zayıf Avrupa ya da Latin Amerika ülkeleri için geçerli olabilir. Ancak aynı şey Amerika Birleşik Devletleri’nin kendisi için de söylenebilir mi? Silikon Vadisi ile Washington arasındaki uzun süredir devam eden bağlantılar, Google’ın eski CEO’su Eric Schmidt’in Pentagon’un danışma organı olan Savunma Yenilik Kurulu’na liderlik etmesi ne anlama geliyor? Thiel’in kurucu ortaklarından olduğu ve ABD gözetim devleti ile Amerikan teknolojisi arasında temel bağlantılar sağlayan Palantir şirketi hakkında ne söylenebilir? Ya da Zuckerberg’in—şimdiye kadar etkili görünen—Facebook’un parçalanmasının Çin teknoloji devlerini cesaretlendireceği ve Amerika’nın dünyadaki konumunu zayıflatacağı argümanı? Teknofeodalist perspektif içinde jeopolitika neredeyse görünmez durumda: Durand’ın Çin’den yaptığı birkaç atıf ise çoğunlukla algoritmik yönetimselliğin bir aracı olan Sosyal Kredi sistemini azarlamakla sınırlı.
Amerikan teknoloji endüstrisinin konsolidasyonunda devletin oynadığı kurucu role dair bu ilgisizlik, kapitalizmin ‘hareket yasalarını’ onu eylem halinde gözlemleyerek çıkarmaya çalışan Brennercı analitik çerçevelerin bir sonucu olabilir mi? Soğuk Savaş ve Terörle Savaş’ı—askeri harcamaları, gözetim teknolojileri ve Amerikan askeri üslerinin küresel ağıyla birlikte—dışarıda bırakıp, bunları ‘sermaye’nin ne istediğini ve ne yaptığını anlamak için önemsiz, kapitalist olmayan faktörler olarak görürsek, Amerikan teknoloji endüstrisinin yükselişini kavramak imkânsız hale gelir. Bugün, ‘Çin’in yükselişi’ ve iklim felaketi, bir zamanlar Soğuk Savaş’ın oynadığı sistem-yönlendirici rolü üstlenirken, aynı hatayı yapabilir miyiz? Eğer öyleyse, bazılarının ‘varlık yöneticisi kapitalizmi’ olarak adlandırdığı, devletin iklim değişikliğiyle mücadele görevini Blackrock, Vanguard ve State Street gibi kuruluşlara devretmeye çalışan yapının yükselişini anlamayı da unutabiliriz.
Brennercı bakış açısından, devletin sermayenin devam eden operasyonlarına yaptığı her türlü sistemsel müdahale, kendi hareket yasaları tarafından yönlendirilen düzgün işleyen ‘ekonomik’ kapitalizm yerine, bir tür ‘politik kapitalizm’ örneği olarak görünebilir.[52] Brenner’ın kendisi için, küresel imalat sektöründeki aşırı kapasite koşullarında ABD ekonomisinin uzun vadeli durgunluğu, Amerikan egemen sınıfının güçlü unsurlarını üretken yatırımlara olan ilgisini terk etmeye ve bunun yerine siyasi yollarla servetin yukarıya yeniden dağıtımına yönelmeye itmiştir.[53] İlginç bir şekilde, bu konuda sol ve sağ birbirine yakınsıyor gibi görünüyor. Neticede, her yerde ‘politik kapitalizm’in aşındırıcı etkilerini tespit etmek, kamu görevlilerinin rant arayışı ve sermaye operasyonlarına müdahale eden kişisel ağların yeniden canlanmasıyla ilgilenen liberal ve neoliberal iktisadın tipik bir özelliğidir. ‘Ekonomik’ kapitalizm yerine ‘politik’ kapitalizm endişesinin, Kamu Tercihi teorisini ve Luigi Zingales gibi Chicago ekonomistlerinin yolsuzluk karşıtı fetişleştirmesini doğurduğunu da unutmayalım. Durand’ın da sık sık Kamu Tercihi bilgini Mehrdad Vahabi’yle etkileşime girdiğini ve onu yırtıcılık konusunda olumlu bir şekilde alıntıladığını da aynı şekilde.[54]
Belki de şimdi, Brenner-Wallerstein tartışmasının nihai bir çözüme kavuşup kavuşmayacağını sormanın zamanı gelmiştir. Tartışmanın çözümlenmemiş belirsizliklerinin, tekno-feodalist tezin Durand gibi yaratıcı genç Marksist ekonomistlere inandırıcı gelmesini sağlayan analitik ve entelektüel açılımlar yarattığı söylenebilir. Neticede, devam eden mülksüzleştirme ve bunun öngördüğü siyasi güç, kapitalist gelişmenin sömürü odaklı açıklamasıyla kolayca bağdaştırılamadığı için, Harvey’in ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’, Veblen’in ‘yırtıcılık’, Vercellone’nin ‘bilişsel rant’ ya da Zuboff’un ‘davranışsal artı değerin hafriyatı’ gibi dışsal kavramlara ihtiyaç duyuluyor.
8. Daha Geniş Okyanuslar
Şu anda, sömürü ve gaspı tek bir modele sığdırmanın tek yolu, kapitalizmin kendisine dair daha kapsayıcı bir kavrayışa ihtiyacımız olduğunu savunmaktır—Nancy Fraser’ın bir ölçüde başarıyla yaptığı gibi. Fraser’ın hâlâ geliştirilmekte olan açıklamasının, daha geniş jeopolitik ve askeri unsurları hesaba katmada başarılı olup olmayacağı henüz belli değil. Ancak argümanın genel yönelimi doğru görünüyor. 1970’lerde, özgür olmayan emeği, ırksal ve cinsiyet temelli tahakkümü, enerjinin fiyatlandırılmamış kullanımını—ve çekirdeğin çevreden ucuz emtiaları sömürmesiyle ortaya çıkan eşitsiz ticaret koşullarını—sömürü odaklı kapitalist sistemin dışında analiz etmek mümkün olabilirdi, ancak bugün bu kolay bir iş değil. Bu tür argümanlar, cinsiyet, iklim, sömürgecilik, tüketim ve kölelik tarihçileri tarafından yapılan etkileyici ampirik çalışmalarla giderek daha fazla sorgulanıyor. Gasp hak ettiği ilgiyi gördü ve sermayenin hareket yasalarının formüle edilmesindeki analitik saflığı önemli ölçüde karmaşıklaştırdı. Wallerstein ve Giovanni Arrighi’nin öğrencisi Jason Moore, yeni uzlaşıyı şu sözlerle formüle etmiş olabilir: “Kapitalizm, meta üretimi ve mübadelesinin adaları, sermaye devresinin dışında ancak onun işleyişi için gerekli olan Ucuz Doğaların okyanuslarına el koyabildiği ölçüde gelişir.”[55] Elbette bu sadece Ucuz Doğa için geçerli değildir -el koyulacak pek çok başka faaliyet ve süreç vardır- dolayısıyla bu ‘okyanuslar’ Moore’un öne sürdüğünden daha geniştir.
Politik Marksizmin muhtemelen yapması gereken büyük bir taviz, kapitalizmi, feodalizm altındaki birleşmelerinin aksine, ekonomik ve politik arasında işlevsel bir ayrım ile karakterize edilen bir sistem olarak kavrayışını terk etmek olacaktır—yani, ‘ekonomik ihtiyaç, işçiyi artı emeğini kapitaliste aktarmaya zorlayan acil baskıyı sağlar’ ifadesine. Demokratik ilerlemenin fabrika kapılarında durduğunu, siyasi arenada verilen hakların ekonomik alandaki despotizmi ortadan kaldırmak zorunda olmadığını belirtmek için elbette iyi nedenler vardı. Tabii ki, varsayılan ayrımın büyük bir kısmı kurgusaldı: Ellen Meiksins Wood’un bu konudaki önemli makalesinde savunduğu gibi, ‘ekonomiyi’ toplumsal ve siyasi içeriğinden soyutlayan burjuva ekonomik teorisiydi ve kapitalizmin kendisi, esas olarak siyasi meseleleri—örneğin ‘üretimi ve mülk edinmeyi ya da toplumsal emeğin tahsisini kontrol etme gücü’ gibi—siyasi arenadan koparıp ekonomik alana sürmüştü. Gerçek sosyalist kurtuluş, bu ikisi arasındaki ayrımın yapay olduğunun tam bir farkındalığını gerektiriyordu.[56]
Ancak Wood’un genel açıklaması, kapitalizm altındaki zorlamayı fazlasıyla basitleştiren bir tablo çizdi: “Kapitalizm altında üretim ve mülk edinmenin entegrasyonu, eski zamanlarda merkezi ya da ‘parçalı’ bir zorlayıcı siyasi güçle ilişkilendirilen işlevlerin artık özel [ekonomik] alana sıkıca yerleşmiş olması, daha geniş toplumsal amaçları yerine getirme yükümlülüklerinden kurtulmuş özel bir mülk edinme sınıfının işlevi olarak, politikanın nihai ‘özelleştirilmesini’ temsil eder.” Bu görüşe göre, ‘salt ekonomik’ olana ilişkin ‘salt siyasi’nin kapsamı oldukça sınırlıydı: öncelikle mülkiyet haklarını korumaktan ibaretti. Siyasi olanın, ucuz enerji ve gıda tedarikini, özgür olmayan emek ve mineralleri, bilgiyi ve belki de nihayetinde veriyi güvence altına almakta da araçsal olduğunu— ‘ekonomik’ olanın (genişletilmiş) kavrayışını mümkün kılan olasılık koşullarını sağladığı— Wood tarafından sesli bir şekilde duymadıysak bunun nedeni belli: onun gözünde bunların hiçbirinin sömürüyle doğrudan bir ilgisi yok.
Ancak, eğer ‘siyasi’ olan ‘ekonomik’ olanın oluşumu için bu kadar araçsal ise, kapitalizmi ‘siyasi’ ile ‘ekonomik’i birbirinden ayıran bir sistem olarak sunmanın ne kazandırdığını sormak gerekebilir. Kapitalistlerin ve onların ideologlarının bu şekilde konuşması bir şey; bunun kapitalizm altında gerçekte olan bitenin doğru bir tanımı olup olmadığı—Wood’un makalesinin tezi—başka bir şeydir. Burada, Bruno Latour’un modernitenin çatallı bir dille konuştuğuna dair espirisi akla geliyor: bilim ve toplumun birbirinden tamamen ayrı olduğunu söyler—ancak bu stratejik kafa karışıklığı, onları bu kadar üretken bir şekilde birleştirmesini mümkün kılan şeydir. Kapitalizm altında siyasi ile ekonomik olanın hikayesi de buna çok benzer olabilir.
Geriye dönüp bakıldığında, Brenner’ın Harvey’in ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ kavramından neden hiç etkilenmediğini görmek kolay. Bu kavram, üretim yerine—piyasalar ve şiddet aracılığıyla gerçekleştirilen—yeniden dağıtıma atıfta bulunduğu için, ‘ilksel’ birikimden normal kapitalist birikime yükselemiyordu, en azından Brenner’ın terimi anlama biçimine göre. Ancak, özellikle 2008 krizi ve Covid pandemisi sırasında olmak üzere, son kırk yılda biriken tüm tarihsel kanıtlar göz önüne alındığında, yeniden dağıtımı fiilen var olan kapitalizme yabancı bir şey olarak dışlamak, Brenner için bile daha zor hale gelmiştir. Söz konusu miktarlar—birçok trilyon dolar—akıllara durgunluk verecek kadar büyük. Bu nedenle, 2020’de Covid kurtarma paketleri üzerine yazdığı ‘Escalating Plunder’ metninde şöyle diyordu: “Uzun bir süredir yaşadığımız şey, kötüleşen ekonomik düşüşün yoğunlaşan siyasi bir yırtıcılıkla karşılanmasıdır.”[57] ‘Siyasi’ kelimesi—Brenner için ‘normal’ kapitalist birikim sürecinin başarısız olduğuna dair bir ipucu—bu makalede sık sık karşımıza çıkıyor.
Yeniden dağıtım ve sömürüyü kapitalist birikimin daha geniş bir açıklaması içinde birleştirecek bir çerçeveden yoksun olan Brenner’ın elinde yalnızca bir hamle kalıyor: kapitalistlerin devlet kaynaklı servetin yukarıya yeniden dağıtımına olan bağımlılığının, kapitalizmi kendinden uzaklaştırdığını ve feodalizmle merkezi bir özelliği paylaşan bir ekonomik forma doğru ilerlediğini varsaymak. Bu, orijinal modelin saflığını koruyacaktır— ‘kapitalizm’ onursal unvanı, yırtıcılık ya da mülksüzleştirme yerine inovasyon yoluyla birikimin gerçekleştiği o etkileyici rejime saklanabilir—ancak bunun bedeli, sayısız ikincil analitik ve siyasi sorunla baş etmek olacaktır. Durand’ın argümanındaki zayıflıklar da bir ölçüde Brenner-Wallerstein tartışmasındaki çözülmemiş gerilimlerin bir ürünü.
Buradaki nihai ironi, ‘inovasyon yoluyla birikim’in—tıpkı kapitalizmin kendisi gibi—hâlâ çok canlı olduğuna dair en iyi kanıtın, Durand’ın feodalist ve rentier olarak bir kenara attığı teknoloji sektöründe bulunabilmesi. Anlattığımız analitik çerçevelerin aşırı belirlenmiş makro anlatılarını—ister Harvey’in siyasi bir proje olarak ‘neoliberalizm’i, ister Vercellone’nin ‘bilişsel kapitalizm’i olsun—bir kenara bıraktığımızda bunu açıkça görebiliriz. Teknoloji firmalarını Marx’ın düşüneceği gibi düşünmek—yani kapitalist üreticiler olarak—kesinlikle hepsinden daha iyi sonuçlar veriyor.
Bu arada, Marksistlerin mülksüzleştirme ve gaspın tarih boyunca birikimin kurucu unsurları olduğunu kabul etmeleri iyi olur. Belki de ‘düzgün’ kapitalist çekirdekte yalnızca ekonomik değer çıkarma yöntemlerini kullanma lüksü, her zaman kapitalist olmayan çevrede ekonomik olmayan değer çıkarma yöntemlerinin yoğun kullanımına bağlıydı. Bu analitik sıçramayı yaptığımızda, feodalizm çağrışımlarıyla uğraşmamıza gerek kalmayacaktır. Kapitalizm, her zaman olduğu yönde ilerliyor, harekete geçirebildiği her türlü kaynağı kullanıyor—ne kadar ucuz o kadar iyi. Bu anlamda, Braudel’in kapitalizmi bir zamanlar ‘sonsuz derecede adaptasyona açık’ olarak tanımlaması, benimsenecek en kötü perspektif değil. Ancak kapitalizm sürekli adapte olmaz ve adapte olduğunda da yukarıya yeniden dağıtıcı eğilimlerin üretici eğilimlere üstün geleceği kesin değildir. Bugünün dijital ekonomisinin büyük bir kısmının tam da bu şekilde işliyor olması mümkündür. Elbette bu, tekno-kapitalizmin bir şekilde tekno-feodalizmden daha hoş, daha rahat ve daha ilerici bir rejim olduğuna inanmak için bir neden değildir; ikincisini boş yere çağırdığımızda, birincisinin itibarını aklama riskini de göze alıyoruz.
Metnin aslı 2022’de New Left Review’ın Ocak-Nisan ayları için çıkan 133/134. sayısında basılmıştır.
Çeviren: Ege Çoban
[1] Şeffaflık adına, 2016 civarında ben de bu kavramlarla biraz flört ettiğimi belirtmeliyim. Ara sıra bir gazete köşesinde ve bir konuşmada kullandım. O zamanlar, ‘dijital feodalizm’ terimi, henüz yayımlanmamış kitabımın alt başlığında bile yer almıştı (son hali kesinlikle bunu içermeyecek); ayrıca 2018’de İspanya’da yayımlanan denemelerimin bir derlemesinin alt başlığında da kullanıldı. Ancak bu kavramların analitik zayıflıklarını fark ettikten sonra, hızla bu fikirlerden vazgeçtim.
[2] Eric Posner ve Glen Weyl, Radical Markets: Uprooting Capitalism and Democracy for a Just Society, Princeton 2018, s. 232. Weyl, kendisini neoliberal ekonominin asi çocuğu olarak görüyor. Ayn Rand’ın çocukluk hayranı olan Weyl, alanın büyük isimlerinden, 13 yaşındayken Milton Friedman’dan bile övgü almış. Son zamanlarda, kendisini artık ekonomist olarak kendini tanımlamadığını açıkladı, çünkü alanın temellerinin hatalı olduğunu düşünüyor. Teknoloji dünyasıyla bağları ise Microsoft Research’teki bir pozisyondan ve Bitcoin’in ana rakibi olan Ethereum blockchain’inin, kurucu ortağı Vitalik Buterin ile yaptığı iş birliklerinden geliyor.
[3] Feudl’ün arkasındaki fikirler, Yarvin’in blogu Unqualified Reservations‘da daha detaylı anlatılıyor. Yarvin için Google feodal değil aksine çok ‘woke’—yani fazla demokratikti. Bulduğu her web sayfasını, ona bağlanan diğer sayfalara göre sıralayıp dizinlediği için, arama motoru, Yarvin’e göre, toplumların doğal hiyerarşilerini göz ardı ediyordu. Yarvin, neo-feodal dijital altyapılar hakkındaki bazı fikirlerini Urbit projesinde hayata geçirmeye başlamıştı, ki bu projenin de kısmen Thiel tarafından finanse edildiğini belirtelin. Politikasının bir özeti için Harrison Smith ve Roger Burrows’un ‘Software, Sovereignty and the Post-Neoliberal Politics of Exit’ başlıklı yazısına bakabilirsiniz (Theory, Culture & Society, cilt 38, sayı 6, Kasım 2021). Yarvin hakkında daha fazla bilgi için ise Joshua Tait’in ‘Mencius Moldbug and Neoreaction’ adlı yazısını inceleyebilirsiniz (Key Thinkers of the Radical Right, Oxford 2019, s. 187–203).
[4] Varoufakis: 28 Haziran 2021’de Project Syndicate’te yayınlanan kısa yazısı ‘Techno-Feudalism Is Taking Over’ ve 26 Ocak 2022’de onunla yaptığım röportajım, ‘Yanis Varoufakis on Crypto, the Left, and Techno-Feudalism’ ‘Preventing Digital Feudalism’; Jodi Dean, Şubat 2020’de New Political Science dergisinde yayınlanan ‘Communism or Neo-Feudalism?’; Robert Kuttner: 8 Nisan 2020’de American Prospect’te Katherine Stone ile birlikte yazdığı ‘The Rise of Neo-Feudalism’ başlıklı yazısına bakabilirsiniz. Wolfgang Streeck’in ‘oligarşik eşitsizlik’ tartışması için— ‘neo-feodalizmden de söz edilebilir’—How Will Capitalism End? Essays on a Failing System (2016) adlı kitabına bakın, Londra ve New York, s. 28-30, 35, 187. Michael Hudson, neredeyse on yıldır neo-feodalizm üzerine yazıyor; örneğin, ‘The Road to Debt Deflation, Debt Peonage, and Neo-Feudalism’ başlıklı yazısına bakabilirsiniz, Levy Economics Institute of Bard College Çalışma Raporu No. 708, Şubat 2012. Robert Brenner’ın bu terimi kullanışı için, 27 Nisan 2021’de University of Massachusetts Amherst Political Economy Workshop’ta verdiği ‘From Capitalism to Feudalism? Predation, Decline, and the Transformation of US Politics’ adlı dersine bakın, YouTube’da mevcut.
[5] 1990’ların başlarından itibaren dijital kültür zaten ‘çitler’, ‘müşterek alanlar’, ‘yağmacı baronlar’, ‘teknoloji efendileri’, ‘dijital ortakçılık [sharecropping], hatta ‘dijital cadı avları’ gibi Orta Çağ imgeleriyle boğuluyordu—Umberto Eco’nun dos ve Mac kullanıcılarını Protestanlar ve Katolikler olarak karşılaştırmasından bahsetmiyorum bile. Bu yüzden, tekno-feodalist teşhis, verimli bir toprağa düşüyor.
[6] Bkz. Brett Christophers, Rentier Capitalism: Who Owns the Economy, and Who Pays for It?, Londra 2020
[7] Julia Tomassetti, ‘Does Uber Redefine the Firm? The Postindustrial Corporation and Advanced Information Technology’, Indiana Legal Studies Research Paper No. 345, Nisan 2016.
[8] Feodalizmin ekonomik bir mantık olarak Marksist okumasının yakın zamandaki en erişilebilir özeti Chris Wickham’a aittir, ‘How Did the Feudal Economy Work? The Economic Logic of Medieval Societies’, Past & Present, cilt 251, no. 1, Mayıs 2021.
[9] ‘Görünmez Leviathan’ ifadesini Murray Smith’in kitabına borçluyum bkz. Invisible Leviathan: Marx’s Law of Value in the Twilight of Capitalism, Leiden 2020
[10] Marc Bloch’un kitabı Feudal Society, Londra [1939] 2014, bu çevrelerin eskimez referans noktasıdır.
[11] Bu bağlamda dikkat çekici bir örnek, siyasi sağdan gelen Hollandalı düşünür Frank Ankersmit’in çalışmalarında bulunmaktadır. Ankersmit, 1997’den bu yana, liberal demokrasilerdeki sivil toplum kuruluşları (NGO’lar) ve diğer yarı resmi kuruluşların (quango’lar) önemli rolünün, ‘kendini düşünen yöneticilik alanlarından oluşan bir neredeyse-feodal takımadalar’ yarattığını öne sürmektedir. Bu durum, 2005 tarihli kitabının başlığını ödünç alacak olursak, ‘Yeni Orta Çağlar’ın ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
[12] Bkz. Sighard Neckel, ‘“Refeudalisierung”: Systematik und Aktualität eines Begriffs der Habermas’schen Gesellschaftsanalyse’, Leviathan, cilt. 41, no. 1, 2013; ‘Refeudalisierung der Ökonomie’, Soziologie der Finanzmärkte, Bielefeld 2014, s. 113–28; ‘The refeudalization of modern capitalism’, Journal of Sociology, cilt. 56, no. 3, Haziran 2020. Kapitalizme sık sık atıfta bulunulmasına rağmen, Neckel’in kullanımını bilgilendiren feodalizm açıklaması, burjuva devleti tarafından teşvik edilen eşitlik ve adaletin yanında özel gücün nötralizasyonunun feodal düzenlemeler altında olmadığını vurguladığı ölçüde, açık bir şekilde Marksist değildir.
[13] Bu konudaki görüşleri en net şu eserlerinde görülebilir: Joas and Knöbl, Social Theory: Twenty Introductory Lectures, Cambridge 2009; War in Social Thought, Princeton 2012.
[14] Supiot’nun argümanın özeti şu metinde bulunabilir: ‘The Public-Private Relation in the Context of Today’s Refeudalization’, International Journal of Constitutional Law, January 2013, s. 129–45.
[15] Supiot, Governance by Numbers, Londra 2015, s. 225. Burada, 1960’lardan itibaren Uluslararası İlişkiler teorisinde ‘neo-feodalizm’le ilgili kavramların çoğalmasıyla bir benzerlik bulabiliriz. Bu alanda, ‘neo-feodalizm’ aynı zamanda küresel dijital ekonomiye de erken dönemde uygulanmıştır: Stephen Kobrin, ‘Back to the Future: Neomedievalism and the Postmodern Digital World Economy’, Journal of International Affairs, cilt 51, sayı 2, Bahar 1998
[16] Ellen Meiksins Wood, ‘The Separation of the Economic and the Political in Capitalism’, nlr i/127, Mayıs–Haziran 1981, s. 80.
[17] Bu alandaki literatür fazlasıyla geniş olsa da Brenner Tartışmasına giriş olarak en iyi yer: Trevor Aston and Charles Philpin, eds, The Brenner Debate: Agrarian Class Structure and Economic Development in Pre-Industrial Europe, Cambridge 1987
[18] Immanuel Wallerstein, The Origins of the Modern World-System, New York 1974, s. 16–20.
[19] Robert Brenner, ‘The Origins of Capitalist Development: A Critique of NeoSmithian Marxism’, nlr i/104, Temmuz–Ağustos 1977.
[20] Robert Brenner, ‘What Is, and What Is Not, Imperialism?’, Historical Materialism, cilt. 14, no. 4, Ocak 2006, s. 79–105.
[21] Karl Marx, Kapital, Cilt 1, Nail Satlıgan çev., İstanbul, 2011, s.718. (alıntıda Yordam Yayınları’nın çevirisi kullanıldı)
[22] Politik Marksizm’in mevcut durumuna dair bir değerlendirme için, bu konuya adanmış olan Historical Materialism baskısına (cilt 29, sayı 3, Kasım 2021) bakılabilir. Dikkate değer bir şekilde, Brenner’ın Wallerstein’a yönelik önemli eleştirisi olan The Origins of Capitalist Development adlı makalesi, ‘inovasyon’ terimini 43 kez kullanır—bu, muhtemelen New Left Review dergisinde bir makale için bir ilk olmuştur.
[23] Bkz. Klaus Dörre, ‘Capitalism, Landnahme and Social Time Regimes: An Outline’, Time & Society cilt. 20, no. 1, Nisan 2011; ‘Finance Capitalism, Landnahme and Discriminating Precariousness: Relevance for a New Social Critique’, Social Change Review, cilt. 10, no. 2, October 2012. Fraser’ın katkıları için bkz. Nancy Fraser ve Rahel Jaeggi, Capitalism: A Conversation in Critical Theory, Cambridge 2018; ve Fraser, ‘Expropriation and Exploitation in Racialized Capitalism: A Reply to Michael Dawson’, Critical Historical Studies, cilt. 3, no. 1, Bahar 2016.
[24] Brenner, ‘What Is, and What Is Not, Imperialism?’
[25] Son on yılda, Brezilyalı sosyolog Daniel Bin, mülksüzleştirmenin kapitalist birikime yol açtığı koşulları daha dikkatli bir şekilde ele almıştır. Bu koşullar, proleterleşme, metalaşma ve Bin’in ‘kapitalizasyon’ dediği bir kombinasyonu içeriyor ve Bin bunu mülksüzleştirmenin yalnızca yeniden dağıtıcı etkiler yarattığı durumlardan ayırmaya çalışmıştır. Daniel Bin’in ‘So-Called Accumulation by Dispossession’ adlı makalesi, Critical Sociology dergisinin 44. cilt, 1. sayısında (Ocak 2018) ve ‘Dispossessions in Historical Capitalism: Expansion or Exhaustion of the System?’ adlı yazısı International Critical Thought dergisinin 9. cilt, 2. sayısında (Mayıs 2019) yer almaktadır.
[26] Hızlı bir genel bakış için, Verónica Gago ve Sandro Mezzadra’nın ‘A Critique of the Extractive Operations of Capital: Toward an Expanded Concept of Extractivism’ başlıklı makalesine bakılabilir. Makale, Rethinking Marxism dergisinin 29. cilt, 4. sayısında (2017), 574-591. sayfalar arasında yer almaktadır.
[27] David Harvey, Seventeen Contradictions and the End of Capitalism, New York 2014
[28] Bkz. Yann Moulier-Boutang, Cognitive Capitalism, Cambridge 2011; Carlo Vercellone, ‘From Formal Subsumption to General Intellect: Elements for a Marxist Reading of the Thesis of Cognitive Capitalism’, Historical Materialism, cilt 15, no. 1, Ocak 2007. Harvey’nin kendisinin ‘bilişsel kapitalizm’ konusundaki karışık duyguları bizi aralarında bir benzerlik bulma konusunda engellememelidir; terimi tartıştığı bölüm için bkz. Marx, Capital, and the Madness of Economic Reason, Londra 2017, Bölüm 5.
[29] Bu teorisyenlerin bakış açıları genellikle Batı Avrupa ile sınırlıdır, Moulier-Boutang dışında. Kendisi Afrikalı sömürge ve sömürge sonrası ekonomik tarih konusunda uzmandır.
[30] Bkz. George Caffentzis, In Letters of Blood and Fire: Work, Machines, and the Crisis of Capitalism, Bölüm 5 Oakland 2012
[31] Bu örneğin alındığı yer için bkz. Bryan Parkhurst, ‘Digital Information and Value: A Response to Jakob Rigi’, tripleC: Communication, Capitalism & Critique, cilt. 17, no. 1, February 2019, s. 72–85.
[32] Bkz. Peter Drahos, ‘Information Feudalism in the Information Society’, The Information Society, cilt. 11, no. 3, Nisan 1995; Drahos ve John Braithwaite, Information Feudalism: Who Owns the Knowledge Economy?, Abingdon 2002.
[33] ‘Kullanıcılar işçidir’ görüşü, Glen Weyl tarafından da savunulmuştur; Weyl, teknoloji uzmanı Jaron Lanier ve diğerleriyle birlikte ‘veri emek’ üzerine çok tartışılan bir makale yazmıştır; bkz. Imanol Arrieta-Ibarra ve diğerleri, ‘‘Should We Treat Data as Labour? Moving Beyond “Free”, American Economic Association Papers & Proceedings, cilt 108, Mayıs 2018. Ayrıca Carlo Vercellone’un ‘Les plateformes de la gratuité marchande et la controverse autour du Free Digital Labor: une nouvelle forme d’exploitation?’ başlıklı makalesine de bakılabilir, Open Journal in Information Systems Engineering, cilt 1, no. 2.
[34] Shoshana Zuboff, The Age of Surveillance Capitalism: The Fight for a Human Future at the New Frontier of Power, New York 2019.
[35] Zuboff, Google’un ‘bilgiyi sömürmesi’ ya da ‘keşfettiği davranışsal ekonomik artının sömürüsünden’ bahsederken kapitalist sömürüyü kastetmemektedir.
[36] Rantiyelerin geliri, dünyadaki en büyük ‘ticaret’ ülkesinin dış ticaretinden elde edilen gelirin beş katıdır! Bu, emperyalizmin ve emperyalist parazitizmin özüdür”: V. I. Lenin, Imperialism, The Highest Stage of Capitalism [1916], Pekin 1970, s. 121. Ironik bir şekilde, 2004 yılında Zuboff, neo-feodal çerçeveyi benimsediği bir makale yazmıştı: ‘From Subject to Citizen’, Fast Company, 1 Mayıs 2004.
[37] Rasmus Fleischer, “If the Song Has No Price, Is It Still a Commodity? Rethinking the Commodification of Digital Music,” Culture Unbound, cilt 9, sayı 2, Ekim 2017. Fleischer, platformun lisanslama için çok fazla ödeme yapmak zorunda olduğunu belirterek, “kaydedilen müziğin piyasadaki değer kaybı, Spotify’ın çıkarına olurdu” diye not düşer.
[38] Cédric Durand, Techno-féodalisme: Critique de l’économie numérique, Paris 2020.
[39] Bkz. Chris Harman & Robert Brenner, ‘The Origins of Capitalism’, International Socialism, no. 111, summer 2006.
[40] Bkz. Özgür Orhangazi, ‘The Role of Intangible Assets in Explaining the Investment–Profit Puzzle’, Cambridge Journal of Economics, cilt. 43, no. 5, March 2019, s. 1251–86; Herman Mark Schwartz, ‘Global Secular Stagnation and the Rise of Intellectual Property Monopoly’, Review of International Political Economy, 2021, s. 1–26.
[41] Durand bu tipolojiyi William Milberg ile yazdığı bir makalede de açıyor, ‘Intellectual Monopoly in Global Value Chains’, Review of International Political Economy, cilt. 27, no. 2, Eylül 2020. Çeşitli vaka örnekleri için, bkz. Céline Baud and Cédric Durand, ‘Making Profits by Leading Retailers in the Digital Transition: A Comparative Analysis of Carrefour, Amazon and WalMart (1996- 2019)’, Working Papers of the Department of History, Economics and Society, University of Geneva, Nisan 2021.
[42] McKenzie Wark, Capital Is Dead: Is This Something Worse? Londra ve New York 2021.
[43] Durand’ ile bir dönem ortak yazar olan Arjantinli iktisatçı Cecilia Rikap, ‘entelektüel tekelci kapitalizm’ adını verdiği son kitabında Veblen’den de yararlanarak yağma konusunda benzer argümanlar ileri sürmektedir (bkz. Cecilia Rikap, Capitalism, Power and Innovation: Intellectual Monopoly Capitalism Uncovered, Londra 2021). Küresel ekonomide feodalist eğilimler tespit etme konusunda Durand’ı takip etmeyen Rikap, önde gelen teknoloji firmalarını hem sömürüden hem de kamulaştırmadan yararlanan ve buldukları her yerde artı değeri emen kapitalistler olarak gören Wallerstein dostu bir açıklamayı tercih ediyor.
[44] Duncan Foley, ‘Rethinking Financial Capitalism and the “Information” Economy’, Review of Radical Political Economics, cilt. 45, no. 3, Eylül 2013
[45] Dominick Reuter, ‘1 out of Every 153 American Workers Is an Amazon Employee’, Business Insider, 30 Temmuz 2021
[46] Bkz. Kean Birch, D. T. Cochrane & Callum Ward, ‘Data as Asset? The Measurement, Governance, and Valuation of Digital Personal Data by Big Tech’, Big Data & Society, cilt. 8, no. 1, Mayıs 2021.
[47] Bu ekolün paradigmatik metni için bkz. Jonathan Nitzan & Shimshon Bichler, Capital as Power: A Study of Order and Creorder, Londra 2009. Bu yaklaşımın Marksist bir eleştirisi için bkz. Bue Rübner Hansen, ‘Review of Nitzan and Bichler’s Capital as Power: A Study of Order and Creorder’, Historical Materialism, cilt. 19, no. 2, Nisan 2011
[48] Bkz. Kean Birch & Fabian Muniesa, eds, Assetization: Turning Things into Assets in Technoscientific Capitalism, Boston 2020; Birch, ‘Technoscience Rent: Toward a Theory of Rentiership for Technoscientific Capitalism’, Science, Technology, & Human Values, cilt. 45, no. 1, Şubat 2020; Birch & D. T. Cochrane, ‘Big Tech: Four Emerging Forms of Digital Rentiership’, Science as Culture, Mayıs 2021
[49] Bkz. Durand, ‘Predation in the Age of Algorithms: The Role of Intangible Assets’, Marlène Benquet & Théo Bourgeron, eds, Accumulating Capital Today: Contemporary Strategies of Profit and Dispossessive Policies, Londra 2021, s. 149–62.
[50] Marx, Capital, Volume III, David Fernbach, çev., Londra 1991, s. 300.
[51] Zuboff şaheserinde Amerikan devletinin yokluğu için bkz. Rob Lucas, ‘The Surveillance Business’, nlr 121, Ocak–Şubat 2020.
[52] Weber’in Ekonomi ve Toplum’da Antik Roma’nın politik ekonomisini tanımlamak için -her ne kadar uygunsuz olsa da- kullandığı ‘politik kapitalizm’ terimi, Gabriel Kolko tarafından The Triumph of American Conservatism adlı eserinde, sözde İlerlemeci Dönemi [the Progressive Era] karakterize etmek için yeniden kullanılmıştır: A Reinterpretation of American History, 1900- 1916, New York 1963.
[53] Robert Brenner, ‘Escalating Plunder’, nlr 123, Mayıs–Haziran 2020, s. 22.
[54] Bkz. Mehrdad Vahabi, The Political Economy of Predation: Manhunting and the Economics of Escape, Cambridge 2016.
[55] Jason Moore, ‘The Capitalocene Part II: Accumulation by Appropriation and the Centrality of Unpaid Work/Energy’, The Journal of Peasant Studies, cilt. 45, no. 2, Mayıs 2018, s. 237–79.
[56] Wood, ‘The Separation of the Economic and Political in Capitalism’, s. 66–7
[57] Brenner, ‘Escalating Plunder’, s. 22.