Site icon Terrabayt

Günümüz ‘Paçavracılarına’ Dair Notlar: Brüksel’de Kolektif Mutfak Deneyimi


Kapitalizm ve Maddiyat

Daha önceki yazılarımdan birinde, geç kapitalizmin temel eğiliminin yer yüzünün maddiliğinin ağırlığından kesin bir biçimde kendini özgürleşme ve insanın yaşayan, organik bedeninin neden olduğu ekstra maliyetten kurtulma istediği olduğunu söylemiştim. Aslında bu ikisii piyasaya yönlendirilme, emek gücüne dönüştürülme girişimlerinden arzulayan bedenler, uyuyan bedenler, yaşlanan bedenler vs. olarak her daim kaçma eğilimindedir. Dahası, insan bedeni söz konusu emek gücünü oluşturmak için zorunlu olarak dinlenmek için zamana ihtiyaç duyar. Aynı zamanda (bütün sistemler gibi) duygulanımsal ve enerjetik ihtiyaçları da vardır, bütün bunlar beslenmek üzere gün be gün dönüştürülen maddi bir dayanak gerektirir: kısacası, dengede kalmak üzere her daim yeniden üretilmeleri gerekir (veya «sıhhat» dediğimiz şey). Maddi, kısmen insanın çevresiyle olduğu kadar gezegende yoldaşlarıyla ilişkisine de bağlı olan ve bedenli oluşundan kaynaklanan bu insani vasıf, insanın işe koşulmasına temel oluşturan ve bunu koşullandıran şeydir. Göreceğimiz üzere, bu unsurlar, kapitalist üretim mantığına büyük ölçüde köstek olur.

Sonrasında düşüncelerimi, Silvia Federici’nin Bedenin sınırlarının ötesinde isimli eserinde geliştirdiği düşüncelerle birlikte okudum[1]. Bana kalırsa en güçlü önermesi, arzuların ve fizyolojik ihtiyaçların kat ettiği, binlerce yıllık evrimsel süreç boyunca gelişen ve yapılanan insan bedeninin uzun zamandır kapitalist sömürüye karşı en dirençli doğal sınır olduğunu vurgulaması.

Felsefi düzlemde, kapitalizmin maddesizleştirme eğilimiyle Hegel’in Tin’inin hareketi arasındaki (nihai momenti Mutlak Tin’dir) rahatsız edici benzerliklere değinmiştim. Hegel bunu örgenselci model üzerinden düşündüğünden (yani biyolojik organizmaya dair hipotezlere dayalı işleyiş kipine göre), mutlak Tin’i, maddiyatından sıyrılmış bir tür süper-organizma gibi temsil etmenin mümkün olduğunu düşünüyorum, öyle ki nihayetinde kendine kapanma, kendi kendini üretme ve muhafaza etme idealiyle muvaffak olacaktır. Bir açıdan Marx’ın meşhur Makineler üzerine fragmanında “genel zekâ” dediği şeydir bu. Bu sonuncusu ise -maddiyatından kopmuş emeğe dair bir öngörü- toplumun ve tek tek insanların yaşamsal süreçlerine dair koşulları kontrol eder.

Sonrasında düşüncelerimi, Silvia Federici’nin Bedenin sınırlarının ötesinde isimli eserinde geliştirdiği düşüncelerle birlikte okudum[1]. Bana kalırsa en güçlü önermesi, arzuların ve fizyolojik ihtiyaçların kat ettiği, binlerce yıllık evrimsel süreç boyunca gelişen ve yapılanan insan bedeninin uzun zamandır kapitalist sömürüye karşı en dirençli doğal sınır olduğunu vurgulaması. İnsan bedeninin işleyişinin kısmen kapitalist mantığa dışsal olması (insan bedenleri sadece işe koşulamaz) sayesinde kapitalizm tam manasıyla insanları kendine temellük etmekte güçlük çeker: aslında insan bedenlerinin enerjilerini hobilerle, sanatla, üretken olmayan cinsel edimle, yine (daha ender olsa da) tembellikle ve ataletle boşa harcadıkları görülür. Zaman zaman bu direncin gönüllü (intihar) veya kazayla (iş kazaları) ölüm halini aldığı da görülür.

İşte genel özellikleri bu şekilde özetlenen bu sorunsal çerçevesinde Federici şunları yazmıştır:

Sermayenin giderek daha da ısrarlı bir hal alan yeryüzünü terk etme arzusunu nasıl açıklamalı? Bunu hem yeryüzünü mahvederek hem de onu aşarak gerçekleştirmek ister. Neden gemileri, uzayda kolonileri, Mars’a seyahati, uzayda ordu kurmayı hayal eder? Kapitalizm, bedenleri yeniden konfigüre etme isteğine benzer şekilde kaotik yeryüzünü de yıkmak mı istemektedir? Kötücül sırrı bu mudur: iki milyon yıllık kapitalist-olmayan oluşumun kalıntıları olan yeryüzünün ve inatçı bedenlerimizin yıkımı? Aynı anda uzaya ordu kurma ve kromozomlarımızı ve sinir sistemimizi yeniden kodlama iradesi nereden gelmektedir? Bunun nedeni, kapitalist bir plazmada yüzen ve safiyane kapitalist olaylar dizisinden geçen, yer çekimine maruz kalmayan sinir sistemlerine sahip, biçimsiz, sonsuzca konfigüre edilebilir tamamen kapitalist bir varlık yaratmak değil de nedir?

Kapitalizmin nihai isteği, donanımı maddi olan bütün sistemlerin ister istemez tabi olduğu bir olgu olan yıpranma, hasar ve entropiye karşı kendini tamamen bağışık kılmaktır. Sonuç olarak, kapitalizmin mevcut aşamasında hala mücadele ettiği sorunlardan biri, kendine rağmen yarattığı ve ne yapacağını bilemediği maddi ve insani atıkların idaresidir.

Federici’nin dedikleri kendi çıkarımları gibi görünebilir. Ancak kısa süre önce yaşanan bir olay bu dediklerine güzel bir örnek teşkil etti: Elon Musk’ın ve Grimes’un çocuğunun doğuşu. Musk, uzay keşfi, yapay zekanın gelişimi ve insanlığın geleceği alanlarında dünyanın en etkili şahsiyetlerinden biri, Grimes ise görsel ve müziksel dünyası büyük ölçüde yapay zekadan, maddeyle ilişkileri en hafif tabirle sorunlu olan transhümanizmden, ayrıca mistik asetizmden etkilenen, pop-eklektik türünde eserler veren bir şarkıcı. Elon Musk’ın, diğer amaçlarının yanı sıra, Mars gezegenini, insan yaşam formunun sonu gelmesin diye uzun vadede sömürgeleştirme amacı taşıyan SpaceX’in sahibi olduğunu anımsayalım. Aynı şekilde, Yaşamın Geleceği Enstitüsü’nün de üyesidir, bu enstitü bilhassa çaresizce biyolojik donanımının olumsal (yani yeryüzüne ait) belirlenimlerinin ağırlığı altında ezilen insan zekasının yapay zekâ karşısında eskimesi tehdidinin yarattığı sorunla ilgilenen bir düşünce grubudur. Grimes’a gelirsek, kısa süre önce “Güce Kıymet Veriyoruz” isimli bir single çıkardığını anımsayalım, burada “güç” terimi, insan ırkının hayran olması ve boyun eğmesi gereken bir Tanrı olarak takdim edilen “dünyanın en güçlü bilgisayarını” ifade ediyor. Başlık aynı zamanda “ölmek istemeyenlere”, “kendilerini prize takmalarını ve düşüncelerini sisteme yüklemelerini” salık veriyor (Baby, plug in and upload your mind) çünkü «hard diske kaydedilmedikçe aslında yaşamıyoruz» (Come on, you’re not even alive/ If you’re not backed up, backed up on a drive). Ben şahsen [Hegel’de] doğa felsefesinden tinin felsefesine geçişi, Maurizio Ferraris’in çalışmalarının çizgisinde, bu şekilde yorumlayacağım: biyolojik ölümün aşılmasıyla (Aufhebung) mutlak olarak maddesizleşen zekâ, Tinin ölümsüzlüğünü temin eder.

Kapitalizm, dışsallığın (ki buna organik beden de dahildir) temellük edilmesine dönük idealist bir hareket olarak anlaşılabilir; nihai eğilimi, el altındaki maddenin bütünlüğüne, onu kendi mantığına tabi kılmak ve zamanı gelince ondan tamamen özgürleşmek üzere hükmetmek, bu maddeyi kendine temellük edip onu dönüştürmektir. 

En çok ilgilendiğim nokta ise bu yapay zeka hayranının kendi biyolojik hamilelik deneyimine (Federici yeniden üretim emeği derdi) dair ifadeleri: şarkıcı, bunun “bir tür trajedi” olduğunu söylüyor çünkü bu bir kadın için “bedenini ve özgürlüğünü feda etmek  (…)  gücünden feragat etmek (…) boyun eğmek» demek. Açıkça hamileliğine değinen son albümü Mrs. Antroposen’in ilk başlığı bu söylediklerini doğrular: “Yeryüzünde Öyle Ağır Hissettim ki.” Genç kadının nihai amacının Mars’ta “özgür” bir yaşam sürmek için bilincini bilgisayara yüklemek olduğunu bildiğimizden bunun nasıl bir feda olduğunu tahayyül edebiliriz. Aslında hamileliği, gücünü (bundan zekayı anlamak gerekir) tam anlamıyla geliştirmesine ve özgürlüğün maddeden azade krallığına katılmasına mâni olan, bedeninin trajik bir biçimde yeryüzünün ağırlığına bağlı kalmasına neden olan bir deneyim olarak takdim eder. Nihayetinde, tarih çoktan sosyal medyada göründü, bu iki yapay zeka kantorunun biyolojik çocuklarının adı X AE A-12 : X bilinmeyen değişkeni, AE yapay zekayı ve A-12 dünyanın en hızlı süpersonik uçağı olan Lockheed A-12 Oxcart’ı ifade ediyor. Yeni doğan bebeğe tam teşekküllü bir gelecek planı sunulmuş işte. Yapay zekâ konusunda gezegenin en nüfus sahibi çiftinin zekayla madde arasındaki ilişkiyi ve belli ki kurtulmak istedikleri yaşayan bedenlerin yeniden üretim emeğini nasıl gördüğünü göstermek için bu bilhassa ikonik örneği seçtim.

Ancak, daha az “anektoda” dayanarak da sosyal tecridin başından beri “online çalışma devrimini hızlandırma” eğiliminin mevcut olduğunu görmek mümkün (bu ifade, Fransız PSA otomobil grubunun insan kaynakları müdürüne ait). Otomobil devi, aslında şirketin çalışanlarının ofiste çalıştıkları gün sayısını en kısa zamanda haftada bire indirmeyi öngörüyor. Aynı şekilde, Fransa Yüksek Öğrenim, Araştırma ve Geliştirme bakanı, Eylülde dönem başında %100 uzaktan eğitim sistemine geçilmesi gerektiğini ilan etti. Cambridge Üniversitesi, en geç 2021 yazına kadar tamamen sanal eğitime geçileceğini ilan etti. Bu fikir, ekonomileri hem yerel hem de kişisel düzeyde kurmak üzere sanalı dayatma ve mümkün mertebe emeği maddi kaynağından koparma idealine çok uygun görünüyor. Mevcut eğilim, o halde, insan maliyeti (ücret) ve mülk açısından yeni ekonomiler oluşturmak üzere belli hizmetlerin maddi kaynağından koparılmasının hızlandırılması yönünde.


Emek değerin yetimleri

Bu söylediklerimin hepsini düşününce, şu temel önermede bulunabiliriz gibi geliyor bana: Kapitalizm, dışsallığın (ki buna organik beden de dahildir) temellük edilmesine dönük idealist bir hareket olarak anlaşılabilir; nihai eğilimi, el altındaki maddenin bütünlüğüne, onu kendi mantığına tabi kılmak ve zamanı gelince ondan tamamen özgürleşmek üzere hükmetmek, bu maddeyi kendine temellük edip onu dönüştürmektir.

Başka bir şekilde ifade edecek olursak, kapitalizmin nihai isteği, donanımı maddi olan bütün sistemlerin ister istemez tabi olduğu bir olgu olan yıpranma, hasar ve entropiye karşı kendini tamamen bağışık kılmaktır. Sonuç olarak, kapitalizmin mevcut aşamasında hala mücadele ettiği sorunlardan biri, kendine rağmen yarattığı ve ne yapacağını bilemediği maddi ve insani atıkların idaresidir. O halde maddiyatın bütününü kendi normlarına tabi kılmak üzere kendine temellük etme, dönüştürme ve konfigüre etme girişiminde kısmi başarısızlığının bu rahatsız edici şahitlerini görünmez kılma ve çepere atma eğilimindedir.

Hepimiz, üstelik farklı iş kollarına bağlı olarak nispeten daha kısa vadede emek değerin öksüzleri haline gelme potansiyeline sahibiz.

Bu eğilim gerçekleşirse, Fransız filozof ve psikanalist Bertrand Ogilvie’nin ifadesiyle eskimiş olduğu düşünülen, giderek artan sayıda ‘atılabilir’ insan (ve kadın!) üretme riskini beraberinde getirecektir. Bu eleştirel çerçeveden, emeğin maddi temellerinden kopmasına bağlı olarak yaşanacak olan istihdam krizine, belki de «emeğin değerinin düşmesine bağlı olarak tahakkümün ve sömürünün oldukça vahşi bir biçimde mutasyona uğramasının mahlası” demek mümkündür[2] ». Bunu “emekten özgürleşme olarak değil etkinliğin geçici bir süre özelleştirilmesinden ziyade hareketi ve hızı savunan bir toplumda durağan, radikal bir faydasız-laşma lanetine tabi” insan sayısında daha önce hiç görülmemiş bir artış olarak görmek gerekir. Bunun sonucunda, «kriz, oldukça üretkendir: bir yandan yeni üretkenlik biçimleri getiren bir konfigürasyon tasarlarken diğer yandan da çeşitli “fazlalık” insan kategorileri “imal eder”[3] . O halde şu soru kendini dayatır: “Krizin kıyılarına birikmiş bu emek değerin öksüzleriyle ne yapmalıyız?” Bu sorunun hala “onlardan nasıl kurtulabiliriz” şeklinde formüle edilmesi mümkün. Bu anlamda, hepimiz emek değerin öksüzleri haline gelme potansiyeline sahibiz, iş kollarına göre bu daha kısa vadede de gerçekleşebilir. Şu anda evsizler, preker işçiler, göçmenler, sığınmacılar veya belgesizler söz konusu olduğunda kendini dayatan sorular preker saflar genişledikçe daha da artıyor.


Günümüz Paçavracıları: Brüksel’de Kolektif Mutfak Deneyimi

Maddesizleşme ve mekânın sömürgeleştirilmesi yolunda ilerlemenin kıyısına itilmiş, sayıca giderek artan bu “artık” bedenlerle ne yapacağız?

Bu uzun giriş beni şu soruya yönlendiriyor: maddesizleşme ve mekânın sömürgeleştirilmesi yolunda ilerlemenin kıyısına itilmiş, sayıca giderek artan bu “artık” bedenlerle ne yapacağız? Onlar en şiddetli araçlarla görünmez kılınmış olsa da varlar, mekânda yer kaplıyorlar ve beslenmeyi ve ilgilenilmeyi talep ediyorlar. Kapitalizm, nihayet maddi olandan kurtulmayı ve bunun entropik olarak çözülüp dağılmasını hayal edebilir, ancak hala durum bu değil. Bu yüzden mantığının çeperinde konumlanmış, bu hayallerin içeremediğiyle ilgilenebilecek kişilere ihtiyacı var. Gölgede kapitalist ilerlemenin kalıntılarını temizleyen bu huysuz kişileri en yerinde betimleyen şeyin Benjamin’in paçavracı figürü olduğunu düşünüyorum. Pasajlar’da Benjamin onları şöyle tanımlıyor:

İşte karşınızda kapitalist bir günün enkazını temizlemesi gereken biri. Büyük şehrin reddettiği, kaybettiği, hor gördüğü her şeyi (…)  katalog haline getiriyor, biriktiriyor. Sefahat arşivlerini, ıvır zıvırla dolu antikacıları inceliyor. Önceliklerini belirliyor, akıllı bir seçim yapıyor (…) ilahi Endüstri tarafından tekrar tekrar çiğnenip kullanım veya keyif nesnesi haline gelecek olan çöpleri topluyor.»

Paçavracı o halde zorunlu ilerleme piyasası tarafından reddedilen şeylerle ilgilenen ve onlara yeniden parıltı ve itibar kazandıran kişidir. Yolumun kesiştiği bir grup günümüz paçavracısının Ekim 2019’dan beri iştigal ettiği işi tam da bu şekilde tanımlayabileceğimizi düşünüyorum.

Geçen yıl Ekim ayında Brüksel’de ortaya çıkan öz-yönetime dayalı kolektif ve anarşist bir mutfaktan bahsetmek istiyorum. Somut olarak, siyaseten aktif birinin sahip olduğu serayı ödünç vermesiyle başlıyor. Başlarda mekanla, Calais ormanı, güney Fransa gibi yerlerde de mevcut ve aktif olan uluslararası anarşist ağa mensup birkaç kişi ilgileniyordu. Bu grup, Brüksel’de Maximilien Parkı’nda kalan sığınmacılara düzenli yiyecek desteği sunabilecek bir yapının eksik olduğunu gördü ve Brüksel’de bu meşhur mutfağı kurmak için bir müddet bir işgal evine yerleşmeye karar verdi. Belçikalı olmayan uluslararası üyelerden oluşan grubun başlarda umudu, birkaç ay içerisinde işe koyulacak kadar yerel gönüllü bularak sonrasında bu konsepti başka yerlere taşımaya devam etmekti. Ancak mutfağı kurmak için ciddi bir enerji harcanması gerektiğinden bu ilk gruba mensup gönüllülerden birinin yardımı olmaksızın mutfağı özerk ve yerel olarak işletebilecek sağlam, güvenilir ve düzenli bir gönüllü tabanı bulmakta zorluk çektiler. Bu kişinin deneyimi ve enerjisi başkaları tarafından kolayca üstlenilemedi. Aslında normal zamanda haftada dört kez ve sosyal tecrit anında altı güne kadar yemek çıkarmak gerekiyordu, bu da günde 700 vegan ve helal yemek, 80 kg pilav veya 150 litre çorba, aşağı yukarı 80 ila 100 kg geri dönüşüm ağından elde edilmiş sebze demekti.

Normal zamanlarda, gün sabahın sekizinde başlar ve öğlen dört civarı iş biter. Sabah sekizden öğlene kadar, 4-5 kişiden oluşan gönüllü ekibi, 100 kg sebzeyi keserken, iki gönüllüden biri sosu diğeri pilavı yapar. Bunlar gaz ocakları üzerinde kocaman kaplarda pişirilir. İlginçtir, gönüllü grubu cinsiyet açısından genelde oldukça eşittir, hatta erkekler sayıca biraz fazladır, grup esasen kısa veya uzun dönemli işsizlerden, işgal evinde kalanlardan, aktivistlerden ve toplumun çeperinde kalmış diğer kişilerden ibarettir. Öğlene doğru, genelde bir iki yeni gönüllü gelerek yemeği şehrin kuzeyindeki Maximilien Parkı’na dağıtır, kaplar mutfağın eski kamyonuna yüklenir ve parka götürülür. Bu süre zarfında, kalan gönüllüler bulaşıkları yıkar, kullanılan tabak çanak sayısına ve hizmetin ulaştığı kişi sayısına göre bulaşık yıkama aşağı yukarı bir saat sürer. İlk birkaç saatte dağıtım genelde kalabalıktır, dört gibi ise sona erer. Genelde yorgun argın, ağrı sızı içinde eve dönülür: bu ölçekte yeniden üretim emeği insanı bitkin düşürür.

Normal zamanlarda bütçe epey düşüktür: pilav yapmak için kullanılan litrelerce yağ, yemeklere konan baharatlar, tuz, karabiber, bulaşık deterjanı, ocak için tüp, araç için benzin ve en pahalısı yemeği hijyenik koşullar altında dağıtmak için kişiye özel tepsiler dahil olmak üzere gereken bütçe haftalık 800 avrodur. Bu mutfağın ekonomik bir biçimde işlemesini sağlayan esas faktör (ki bu şekilde normal zamanlarda her türlü kurumdan bağımsız bir şekilde etkinliklerine devam edebilir) sebzelerin ve ekmeğin, satamadıkları ürünleri vermeyi kabul eden marketlerden ve belli dükkanlardan alınmasıdır. Bu dükkanlar yardım olsun diye değil fazlalık ürünleri boşaltmanın üretici nezdinde yarattığı ekstra masraf yüzünden satılmayan ürünlerini böyle gönüllülere verir. Gönüllülerin bir diğer işi de bu satılmayan ürünleri Brüksel’in büyük hallerinden çok erkenden -sabah beş buçukla 6 arası- kamyonetle gidip almak ve taze sebzeleri ayırıp çürümüş olanları atmak.

Bu açıdan, korona virüsünün sebebiyet verdiği «patates krizi » oldukça manidardır. Belçika mutfağında önemli bir yere sahip olan bu sebze, bilhassa yiyecek sektöründe görülen aşırı durgunluktan ötürü tecrit aylarında fazla üretildi. Belçikalı üreticilerin elinde satamadıkları tonlarca patates kaldığından, stoklarını boşaltmak veya ürünleri ortadan kaldırmak için yüksek bir ücret ödemeleri gerekiyordu. Bu yüzden, ekonomik nedenlerden ötürü, bu patatesleri aralarında meşhur mutfağın da bulunduğu çeşitli derneklere vermeye kısmen mecbur kaldılar. Dolayısıyla bu dernekler ve mutfak, Benjamin’in paçavracısının rolünü üstlenerek satılamayan fazlalığı bedava toplayarak “ilerlemenin” geride bıraktığı kişilere dağıttılar. Mutfağın en aktif gönüllülerinden ikisi ve başka bir dayanışma derneği, patatesleri köyden şehre taşımaya yetecek kadar büyük römorklar, sonra zor durumdaki insanları beslemek için kriz esnasında açık kalan işgal evleri ve dernekler bulmak için telefonda saatler harcadı. Sonra patatesleri küremek, küfelere yerleştirmek ve şehirde bunları dağıtmak için uzun süre bir mekândan diğerine gitmek gerekiyordu. Bu iki gönüllü -işsiz- genelde işlerini saat on gibi omuzlarını hissetmeyecek kadar yorgun bir halde bitiriyordu.

Tecrit esnasında, mutfak organizasyonu, bu istisnai duruma uyum sağlamak için biraz değişti: haftada 5, 6 kez yemek çıkarmak ve tecridin son ayına denk gelen Ramazan’a göre yemek saatlerini ayarlamak gerekiyordu. Mutfak bir Belçika fonundan 10000 avro kadar istisnai bir “Covid” yardımı aldı. Hava geçirmeyen kapalı tepsiler, birkaç kullanımlık eldivenler ve hidroalkollü jel satın almak için bir bağış kampanyası düzenlendi. Pandemi döneminde marketlerden satılmayan ürünleri toplamak zorlaştığından sebze satın almaya da para ayırmak gerekiyordu. Nihayet grup virüsün yayılmasına mâni olmak için kolektif olarak tecrit esnasında aynı gönüllülerle -aşağı yukarı 8 kişi- çalışmaya ve yeni kişileri kabul etmemeye karar verdi. Gönüllülerin, zaten normal koşullar altında da preker ve kırılgan bir gruba virüs bulaştırmamak için kişisel yaşamlarında katı hijyen önlemleri alması gerekiyordu. Kamyonetin sürücüsünün sadece zorunlu olan koşullarda araçla bir yerden bir yere gitmeye izin verildiği bu dönemde işini yapabilmek için resmi izni olmasına rağmen polislerin pek çok kez işlerin “yolunda” gidip gitmediğini denetlemek için dağıtıma müdahale ettiklerini de belirtmek gerekir. Yine de yasal olmayan kişiler polisi görünce haklı olarak panik oldular ve “toplaşmalar” meydana geldi. Polis bu durumu bahane ederek “toplaşmaya neden olduğu için” mutfağa birkaç kez para cezası kesti. Aslında bunun nedeninin daha ziyade paçavracıların “keyiflerini kaçırması” olduğunu düşünüyorum. Öyle ya “durmaksızın devleti rahatsız ettiklerinden ve kapalı ve sorunsuz bir bütününün iyi işleyen döngüselliği içinde devlet kontrolüne durmaksızın mâni olduklarından” pek çok defa polisle karşı karşıya kalırlar.

Havada kalan güzel siyasi projelere inanmayan paçavracı, zamanın işine eşlik eder ve sermayenin istemediği bedenleri haysiyetli bir biçimde beslemek için yorulmaksızın neredeyse her gün patates ve soğan keser. Uzun zaman önce Silvia Federici’nin bir röportajını okuduğumu anımsıyorum. Orada Federici, ev-içi emek ve daha genel anlamda yeniden üretim emeği sorununun, işin tabiatından değil görünmezleştirilmesinden, eşitsiz koşullarda ve yalıtılmışlık içinde yürütülmesinden kaynaklandığını söylüyordu. Kendime ev-içi emeğin ve yeniden üretim emeğinin kolektifleştirilmesinin neye benzeyebileceğini sormuştum. Brüksel’deki bu kolektif, anarşist ve bağımsız -öz-yönetim usulü idare edilen- mutfak bu soruya en somut yanıtı verdi.


[1] Fransızca konuşulan dünyada materyalist feminizmin çağdaş temsilcilerinden biri olan Jules Falquet’e araştırmalarıma devam ederken bana yol göstermesi için önsözünü imzalayarak bu kitabı gönderdiği için teşekkürlerimi sunuyorum.

[2] Brossat Alain, « Comment s’en débarasser ? De l’« homme en bon » à « l’homme jetable », s. 29.

[3] s. 31.


Oriane Petteni’nin Terrabayt için kalem aldığı bu metni Fransızca’dan Türkçe’ye Öznur Karakaş çevirdi.

Exit mobile version