Site icon Terrabayt

Srećko Horvat ve Aşkın Radikalliği


Dimitris Dalakoglou: Rudyard Kipling’in The Finest Story of the World’ünü anımsıyorum; kitapta genç Charlie Mears -ki akıl hocasına göre dünyanın en iyi yazarıdır- dünyanın en iyi romanı üzerine çalışır. En sonunda Charlie âşık olur, bu yüzden her şey, tüm enerjisi boşa gider ve roman asla yazılmaz. Sevgi ve cinsel ilişkiler üzerine eleştirel bir yargıya varan aktivist ve devrimci çevrelerde ortaya çıkan tipik bir motiftir bu. Öyleyse, devrim ve aşk bir arada var olamaz mı, bunu merak etmiştim.

Srećko Horvat: İlk sorunuzu ve Kipling hikâyenizi gerçekten çok sevdim ama bunu tersine çevirmeye çalışacağım. Bilirsiniz bazen bunun tam tersi olabilir. Aşık olmak ve büyük romantik ilişkiler nihayetinde daha iyi sanat yaratmaya hizmet edebilir. Bu bir roman, film, resim veya başka bir şey olabilir. Hegel’in Thukydides hakkında söylediklerinin hâlâ doğru olduğunu düşünüyorum: Peloponnesos Savaşı, Thukydides’in bunun hakkında bir kitap yazabilmesi için gerçekleşti. Büyük aşk romansları bile yalnızca sanatçılar veya yazarlar onlardan harika bir sanat eseri çıkarabilsin diye gerçekleşir.

Belki de “âşık olmak” ile “sanat” arasında bir diyalektiğe ihtiyacımız var, aynısı devrim için de geçerli. Aşkın Radikalliği kitabımda yapmaya çalıştığım şey, devrim ile aşk arasında her zaman -tüm büyük devrimlerin kişisel, özel ve mahrem alan sorununu ele alması bakımından- derin bir bağ olduğunu göstermek. Bu bağın en iyi ifadesi devrimlerin totaliter sistemlere dönüştüğü andır. Söz gelimi Aşkın Radikalliği’nde İran Devrimi yahut Ekim Devrimi’nden sonraki Stalin hakkında yazıyorum. George Orwell veya Zamyatin’in distopik romanlarını okuduğunuzda bile totaliter sistemlerin daima ‘kalplerin özelleştirilmesine’ dayandığını göreceksiniz.

Hegel’in Thukydides hakkında söylediklerinin hâlâ doğru olduğunu düşünüyorum: Peloponnesos Savaşı, Thukydides’in bunun hakkında bir kitap yazabilmesi için gerçekleşti. Büyük aşk romansları bile yalnızca sanatçılar veya yazarlar onlardan harika bir sanat eseri çıkarabilsin diye gerçekleşir.

Totaliter sistem her zaman arzuyla uğraşmak zorundadır, sadece onu bastırmak için değil aynı zamanda arzuyu yönlendirmek ve en önemlisi yaratmak için. Özgürleşme, eşitlik ve radikal değişim için büyük bir arzuyla/ özlemle başlayan devrimlerde bunu esaslı bir şekilde fark edebilirsiniz. Sonra bazen, aslında çok sık, işler yanlış yönde gelişir. Ekim Devrimi, arzunun bastırılmasıyla sonuçlandı. Ekim 1917’de başladı ve aynı yılın Aralık ayında Alexandra Kollontai örneğin eşcinselliğe izin veren en radikal yasaları uyguladı, 1933’te ise Stalin eşcinselliği yeniden yasakladı.

Öte yandan, sözde “özgür aşk” ve poliamoriye dönük büyük bir arzu ile başlayan 68 Mayıs devrimi var. Ne yazık ki bu, aşk ve seksin piyasada herhangi bir ürün haline geldiği kapitalist bir tüketim distopyasıyla sonuçlandı.

Dimitris: Bu çok ilginç bir nokta. Tarihteki pek çok anarşist broşür ve propaganda materyali, pornografi ile birlikte sınır ötesine kaçırıldı. Bu, bu mahrem devrimci tarihin bir parçası.

Srećko: İnsanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri -Fransız Devrimi- tam olarak bunu kanıtlıyor. Pek çok insan, modern pornografinin köklerinin Fransız Devrimi’nde olduğunun ve pornografik broşürlerin tam da “Eski Rejim”in yıkılmasına yardımcı olduğunun farkında değil. Mirabeau veya Saint-Just gibi yazarlar, Fransız Devrimi’nin liderleri olmadan önce pornografi yazarıydı. Bu broşürlerdeki en popüler pornografik karakter Marie-Antoinette idi.

Dimitris: Neden Marie Antoinette’i seçsinler?

Srećko: Marie Antoinette, ulusun ve kraliyetin sembolü olduğu için. Dolayısıyla Antoinette bir iktidar simgesiydi. Bedenine saldırırsanız, bedeniyle bir şey yaparsanız, pornografi burada devreye girer, aslında iktidarı altüst etmiş olursunuz.

Bu, Marie Antoinette’in olduğu broşürlerin neden Fransız Devrimi sırasında en popüler broşürler olduğunu ve hatta bir dereceye kadar Fransız Devrimi’ne yol açtığını açıklıyor. Dolayısıyla Fransız Devrimi’nin ilk olarak pornografinin hala yıkıcı olduğu zamanlarda bu büyük özgürleştirici potansiyelle başladığını, daha sonraki yıllarda ise pornografinin çok yaygın bir şey haline geldiğini görebilirsiniz.

Pornografinin gelişimini takip ederseniz -ben buna pornografinin Fransız Devrimi’nden günümüze gerilemesi diyeceğim- çok özgürleştirici bir sanatın ya da pratiğin tüketim kültürümüzün bir parçası haline gelerek gerilemesini görürsünüz. Sadece pornografinin erkek işi olduğu gerçeğinden bahsetmiyorum. Ne de hala bir sorun olan kadınların sömürülmesinden bahsediyorum. İnsanların felsefi bir perspektiften, hatta antropolojik bir bakış açısıyla ele almadığı şey ise pornoda kategoriler adı verilen şey. Bir porno sitesine girdiğinizde genellikle “üçlü”, “genç”, “anal” veya artık ne isterseniz otuz ila kırk farklı kategoriyle karşılaşırsınız. Sorun şu ki, sonunda çok fazla seçeneğiniz var gibi görünse de aslında hayal gücünüzü daraltmaktır. Eğer insanlarla konuşursanız, karakterlerine dair gerçekten ilginç bir fikir edinirsiniz. Bazen, bilimsel olmayan araştırma mahiyetinde, arkadaşlarıma şöyle soruyorum: “Mastürbasyon yaparken, hangi kategorileri aratıyorsun?” Bunun üzerine kadınların pornografiden çok hayal güçlerini kullanarak mastürbasyon yaptıklarını gördüm. Buna dönmemiz gerek işte. Erkeklere, “tamam, neden özellikle bu üç kategoriyi izleyerek mastürbasyon yapıyorsun,” diye sorduğumda çoğu, “porno olmadan yapmaya vaktim yok, ondan bir kategori arıyorum, beş-on dakikam var olsa olsa, yapıyorum sonra işime dönüyorum,” diyor.

Bugün sorunumuz, hayal gücünün ortadan kalkması, malum hayal gücüne sahip olmak için zaman lazım. Daha fazla hayal gücüyle, sadece öncü paradigmanın dışında kalan farklı ilişkiler değil aynı zamanda farklı cinsel deneyimler de yaratabiliriz.

Dimitris: Çevrimiçi pornografiye yaklaşımınız oldukça eleştirel; onu, sonsuz seçimleri bir libidinal ekonomi olarak değerlendirdiğiniz daha geniş bir kapitalizm eleştirisi spektrumuna yerleştiriyorsunuz. Seks, aynı zamanda, işgücü piyasasında halihazırdaki mevcut her tür işçi sömürüsünü içeren kârlı bir endüstri. İnternetle birlikte muazzam artış gösteren bu sektörden geçimini sağlayan seks işçileri de var. İnternet üzerinden izin verilen amatör çevrimiçi pornografinin pazarı zorladığını görüyoruz.

Pornografi tüketimi ve erkeklerin hayal gücü ve insanların cinsel yaşamlarındaki rolü hakkındaki bu eleştirel bakış açısına katılıyorum. İnternet ve çevrimiçi pornografi ile büyüyen nesillerin diğer nesillere göre çok farklı cinsel davranışları olduğu sosyal bilimlerde ampirik olarak gözlemleniyor, bu da bazen uzmanları bunu olağandışı bir şey olarak gördükleri için korkutuyor.

Bu eleştiri, kısmen, beden politikasına dair alternatif görüşlerine yönelik tanıdık bir korkuyu mu yansıtıyor?

Srećko: Bir ya da iki yıl önce Londra’daki Birkbeck Üniversitesi’nde bir akademik konferansta konuşma yapmaya davet edildiğimde olmalı, dinleyiciler arasından bir kız yaklaşıp beni ve diğer konuşmacıları içki içmeye davet etti. Konferanstan sonra kokteyl içerken, “Hep beraber evime gidelim ister misiniz?” dedi. Yaklaşık yirmi kişiydik, erkek ve kadın, içki içiyorduk ve biri gitar çalıyordu. O anda, “Ne iş yapıyorsun?” diye sordum, “Sosyal bilimler alanında doktora yapıyorum, doktoramı ve çalışmalarımı finanse etmek için aynı zamanda seks işçiliği de yapıyorum,” dedi.

Devam ettim: “Bunu nasıl kavramsallaştırıyorsun? Sömürüldüğünü düşünüyor musun? Peki ya işçi hakları, vs.?” Ne dedi biliyor musun, harika bir yanıttı: “Seksi seviyorum, yani buradan para kazanabilmek iyi bir şey.” Eğer gerçekten hem işinden hem de aldığın maaştan böyle memnunsan ne güzel ama korkarım bu geçerli bir argüman değil çünkü çoğu seks işçisi için durum bu değil, bu genel işgücü piyasasını yansıtmıyor.

Sözgelimi, her gün Boko Haram tecavüz kamplarını okuyoruz, buralarda sekiz yaşından küçük kurbanlar var. Ayrıca mülteci kriziyle beraber bazı çocuklar köle işçiliğine ve seks işçiliğine maruz kalıyor. Aslında tarif ettiğin şey şu: evet bu iş piyasasının var olduğunu ve belirli işçi haklarıyla düzenlenebileceğini kabul etmeliyiz. Bu benim başlıca cevabım olacaktır. Yakın dostum olan filozof Laurent de Sutter’ın The Metaphysics of the Whore adlı kitabında geliştirdiği felsefi yaklaşımı da seviyorum.

Laurent’in ana tezi, fahişenin gerçeğin anahtarına sahip olduğu. Fahişe, toplumun tüm gerçeklerinin kesiştiği noktadır ve buna ‘libidinal ekonomi’ denir. Fahişe figüründe her şey var. Fahişe çok yıkıcı bir karakterdir. Bugün seks ve arzu hâlâ yıkıcı olabilir, sadece onu yeniden icat etmeliyiz.

Sorun şu ki, bunu Amsterdam’da Red Light Mahallesi’nden geçerken de görebilirsiniz. Bana göre, fahişelerin sizi içeri almak için el salladığı pencerelerde artık cinselliğe dair bir şey yok. Dünyanın farklı yerlerindeki diğer seks işçilerinden muhtemelen daha fazla haklara sahip olduklarından buna emek açısından bile değil hayal gücü perspektifinden karşı çıkıyorum, yani artık yıkıcı bir yanı yok. Bu tüketim kültürünün sorunu -cinsellik metalaştı.

Daha da büyük bir sorun şu ki, gerçek aşk da- ki aşk ile seks arasında bir fark var- metalaştı. Aşk da piyasada birbirinin yerine ikame edilebilir bir ürün olarak karşımıza çıkıyor, bu yüzden birini bulamazsanız, başka biri çıkar.

Dimitris: Antropolojide, Fransız sosyolog Marcel Mauss’un layığıyla tanımlandığı armağan teorisi vardır. Mauss’a göre, o pek modern çağdaş kapitalist para piyasaları da dahil olmak üzere her bir değiş tokuş, hediye ekonomisi içerir ve onu uygular. En metalaşmış tarz veya borsayı düşündüğümüzde, arz ve talep ‘yasalarının’ hüküm sürdüğü ekonominin en saf versiyonu gibi görünen şey bile, söz gelimi, hala bir ikram, bilgi ekonomisine veya pek çok başka parasal olmayan değiş tokuş ekonomisine dayanır.

Açıkça söylemek gerekirse birine bir şey verdiğinizde, ancak ve ancak karşılığında hiçbir şey beklemediğinizde, ki bu borç olmayan bir hediyedir, bu durum gerçekten radikal olacaktır. Zira bu şekilde, hakim paradigmayı, yani “borçlu erkekler ekonomisi”ni altüst edersiniz. Bunu en iyi, Almanca’daki ‘borç’ etimolojisinin, aynı zamanda ‘suç’ ve ‘borç’ anlamına gelen ‘Schuld’ sözcüğünden geldiğine işaret eden Nietzsche tarif etmiştir.

Borç, ekonominin işlev görmesini sağlayan bir şeyken, prensipte bir tür armağan tarzıdır. Doğrudan geri ödeme beklemeden başka birine bir şey veren bir kişidir söz konusu olan. Aşk ve cinsellik de dahil olmak üzere her türlü ilişkinin bu tür bir değiş tokuşa dayandığını düşünüyor musunuz?

Srećko: Tam olarak değil. Örneğin üreme amaçlı olmayan seks gibi kazanç düşünülmeden harcanması gereken, herhangi bir ekonominin fazlalık ve telafi edilemez kısmı olan “lanetli pay”dan bahseden Georges Bataille’ı düşünün. Bu “fazlalık” kavramı Bataille için çok önemli.

Bu fazladan enerjiyle, aşkın radikalliğiyle, hatta cinselliğin radikalliğiyle karşılaştığınızda, bunun artık değiş tokuş edilemeyecek bir şey olduğunu anlarsınız. Sadece Georges Bataille da değil; mesela Malawi’de Nyau denen bir kültür vardır. Nyau aynı zamanda felsefelerinin de adıdır. Bu felsefede, Bataille’den önce Nyau, klasik ekonomi terimleriyle hesap edilemeyen veya değiş tokuş edilemeyecek bir şeyin her zaman mevcut olduğuna ve olması gerektiğine inanır. Malawi’den Samson Kambalu adlı ilginç bir sanatçı bununla ilgileniyor.

Açıkça söylemek gerekirse birine bir şey verdiğinizde, ancak ve ancak karşılığında hiçbir şey beklemediğinizde, ki bu borç olmayan bir hediyedir, bu durum gerçekten radikal olacaktır. Zira bu şekilde, hakim paradigmayı, yani “borçlu erkekler ekonomisi”ni altüst edersiniz. Bunu en iyi, Almanca’daki ‘borç’ etimolojisinin, aynı zamanda ‘suç’ ve ‘borç’ anlamına gelen ‘Schuld’ sözcüğünden geldiğine işaret eden Nietzsche tarif etmiştir.

Bugün örneğin Yunanistan’daki borçlu insanlar aynı zamanda ‘suçludurlar’ çünkü borçludurlar ve – Avrupa finans kurumları ve özel bankalarla birlikte -Uluslararası Para Fonu değildir aslında borçlarından ötürü gerçekten suçlu olan. Nietzsche ile ilgili burada ilginç olan nokta ise bunu zamansallıkla ilişkilendirmesidir. Bana para veriyorsun, ben de sana geri ödeyeceğime söz veriyorum.

Söz vermek bir pratik olarak var edildiğinde bir zamansallık yaratılır. İnsan toplumu gelecekte armağanı iade edeceğim diye rehin vererek çoktan daha fazla kalkınma, gelecekteki eylemler ve ne yapacakları üzerine düşünmeye başladı. Bugün sorun Franz Kafka’nın Ceza Kolonisi’nde tanımladığı bir düzeye gelmiş olmamız. Söz konusu parçada belirli suçları işlemiş olan insanlar, günahlarını derilerine dövme yaptırır ve onlardan asla kurtulamazlar.

Kanımca, bugün -herkesin borçlu olduğu- böyle bir ceza kolonisinde yaşıyoruz, -ister önümüzdeki otuz yıl boyunca geri ödeyeceğiniz bir ev kredisi ister doktoranızı ödemek için önümüzdeki on yıl içinde ödemek üzere çektiğiniz kredi ister sadece American Express veya MasterCard olsun. Bu tür bir ekonomiye dahil olan herkes çoktan bir tür libidinal ekonominin de parçası olurlar ve bir ceza kolonisinde yaşarlar diyebilirim. Borçlu olduğunuzda gelecekteki tüm eylemleriniz – duygular da dahil – aslında en başından beri bu borçluluk tarafından yönetilir ve ondan etkilenir.

Bugün sorun Franz Kafka’nın Ceza Kolonisi’nde tanımladığı bir düzeye gelmiş olmamız. Söz konusu parçada belirli suçları işlemiş olan insanlar, günahlarını derilerine dövme yaptırır ve onlardan asla kurtulamazlar.

Giderek daha çok insan aşkı bir tür yatırım olarak algılar oldu; bir şeye başka bir şey kazanmak için yatırım yapıyoruz. Eğer diğer kişi mükemmel bir meta gibi görünmüyorsa, o zaman yatırım yapmazsınız çünkü karşılığında hiçbir şey elde edemeyeceksinizdir. Bir kez daha ‘libidinal ekonomi’ye geri dönüyoruz.

Bu röportajı verecek miyim? Hayır, bu röportajı kabul etmeyeceğim çünkü zamanım yok. Zamanım yok çünkü para kazanacağım bir şey yapmalıyım ve borcu geri ödemek için para kazanmam gerekiyor. Tanrıya şükür hiç borcum yok, bu yüzden böyle sorunlarım yok. Sanırım bugün gerçekten farklı bir psikoloji türü, dahası başka bir varoluş tarzı üzerine konuşabiliriz. Ve sorun şu ki, bu işleyiş şekli en mahrem alana da aktarılıyor.

Dimitris: Başka bir konuya geçmek istiyorum. Son zamanlarda Köln, yılbaşında mülteciler tarafından kadınlara yönelik sözde kitlesel cinsel tacizin bahane edildiği bir mülteci kriziyle ilgili büyük bir tartışmanın merkezi haline geldi.

Gerçek deneyimlerle karşılaşıldığında eleştirel tartışmaların nasıl durma noktasına geldiğini görmek ilginç. Diyaloğa sokabileceğiniz etraflı bir ırkçılık karşıtı argümanınız olsa bile biri size “evet, özel parçalarını rızası olmadan kaptıran benim” dediğinde bu argüman duvara çarpıyor.

Giderek daha çok insan aşkı bir tür yatırım olarak algılar oldu; bir şeye başka bir şey kazanmak için yatırım yapıyoruz. Eğer diğer kişi mükemmel bir meta gibi görünmüyorsa, o zaman yatırım yapmazsınız çünkü karşılığında hiçbir şey elde edemeyeceksinizdir. Bir kez daha ‘libidinal ekonomi’ye geri dönüyoruz.

Srećko: Şu anda Köln’de olduğum için öncelikle politikacıların ve yurttaşların Köln’de yaşanan tacizlerle yüzleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Bazı tacizler gerçekten yaşandı ve evet, kimi solcuların inanma eğiliminde olduğu üzere mültecileri yeni devrimci özne ilan edecek şekilde hepten fetişleştirme oyununa devam edemeyiz. Öte yandan bazıları mültecilerin kötü olamayacağını söyleyecek kadar ileri gidiyor. Savaş alanlarından kaçanlar nasıl kötü olabilir?

Temel bir gerçek şu ki, hepimiz insanız, bu yüzden iyi insanlar da kötü insanlar da var. Köln’le ilgili sorun şu ki, istatistiklerin de şimdi gösterdiği üzere faillerin çoğu mülteci değildi. Epey bir süredir Köln’de yaşayan göçmenlerdi ve en başta kaydedildiği kadar çok suç da olmamıştı, yaşanan bir tür karnavaldı. Bu, bazı suçların gerçekleşmediği anlamına gelmez, bunu söylemiyorum.

Köln hakkında konuşurken, bugün Batı’da, bilhassa Paris saldırılarından sonra ve şimdi Brüksel’den sonra görülen bir eğilimden bahsetmek önemli. Bu bir yandan “olağanüstü hâl” diğer yandan Almanların “Denkverbot” dediği şey, yani düşünme yasağı. En karanlık politik doğruculuk zamanlarına geri dönüyoruz, öyle ki Paris veya Brüksel’den sonra şehirlerimizin savaş bölgeleri haline geldiğini bile söyleyemezsiniz. Yakın zamanda Köln’e giderken Brüksel aktarmasında, Köln’e giden trenimi neredeyse kaçırıyordum çünkü havaalanı kahrolası bir savaş bölgesine benziyordu. Her beş metrede bir askerler vardı.

Şimdi, elbette, “bu sadece yaşanan terörist saldırılara bir tepki değil mi,” diyebilirsiniz. Saldırılar olmadı demiyorum, bu oyuna düşmeyeceğim, terörist eylemleri kınamıyorum demiyorum; Paris’te bu yaşandı ve çok korkunçtu. Brüksel’de de yaşandı ve bu da korkunç. Söylemeye çalıştığım şey, şehirlerimiz bir tür iç savaş alanına dönüştüğünde gerçekten dikkat etmemiz gerekiyor. Yugoslavya’da doğup büyüdüm ve savaş sırasında orada yaşadım. Ordu sürekli sokaktayken ne oluyor biliyorum.

Polis ile ordu arasındaki farkı kaybederseniz, ancak bir iç savaş yaşadığımız sonucuna varabilirsiniz. Suçun mültecilere atıldığı tehlikeli, sinik zamanlarda yaşadığımızı düşünüyorum. Ve saf sayılarda da sinizm bulunabilir.

Dimitris: İlginçtir bu saldırıları orada gerçekleşen olaylara bağlama eğilimindeyiz, oysa bu saldırıların asıl failleri son derece Avrupalı özneler, burada doğup büyüyen insanlar. Aslında onlar neoliberal nihilist öznenin en iyi örneklerinden birkaçı. Belçika hükümeti reddetse de Göçten Sorumlu Bakanın Yunanistan Göçten Sorumlu Bakanına mültecilerin boğulmasına izin vermeyi teklif ettiği söyleniyor, bu tür politikalar ne tür özneler üretecek?

Bize neredeyse Avrupa sınırlarında ölen 5.000 kişiyi önemsemememiz söylendi çünkü sınır nihayetinde insan yaşamından çok daha önemli, bu tamamen nihilist bir mantık. Kuşkusuz neoliberal sosyal sınıf yapılanmalarında başka bir sorun da olduğunu düşünüyorum. Avrupa’da tam olarak nasıl çalıştığını görüyorsunuz. Mülteciyseniz veya göçmen bir geçmişiniz varsa, o zaman iyi maaşlı bir iş bulma şansınız çok azdır, üniversiteyi bitirme şansınız daha azdır vb. Gelgelelim, hegemonik söylem artık herhangi bir sınıf çatışması yaşamadığımızı iddia ediyor.

Sınıf eşitsizliği yoksa eşitsizliğin sorumlusu yapısal şiddet ya da sömürüye dayalı emek ilişkisidir. Sonuç olarak, Avrupa’da güçlü bir depolitizasyon gördüğümüz için, bize ne olduğuna dair ortada pek siyasi analiz yok.

Srećko: Bugün klasik Margaret Thatcher sloganının son noktasına ulaştığını görüyoruz: “Toplum diye bir şey yoktur, sadece bireyler vardır.”

Peki bunun anlamı ne? Artık toplum, sağlık sistemi, sosyal güvenlik ya da eğitim sistemi, bir dereceye kadar sözde ‘refah devleti’nde işleyen şeyler olmadığı anlamına gelir. Şimdilerde artık işiniz yoksa, eğitiminiz yoksa veya ciddi sağlık sorunlarınız varsa sorumlu olan toplum veya devlet değildir. Eğer işiniz yoksa, kaliteli bir eğitim almamışsanız veya hastaysanız, sorumlu olan sizsiniz. Filozof Maurizio Lazzarato’nun -herkesin iş insanı olduğu- kendi kendinin girişimcisi olma ideolojisi olarak adlandırdığı yeni bir ideoloji bu.

Şimdilerde artık işiniz yoksa, eğitiminiz yoksa veya ciddi sağlık sorunlarınız varsa sorumlu olan toplum veya devlet değildir. Eğer işiniz yoksa, kaliteli bir eğitim almamışsanız veya hastaysanız, sorumlu olan sizsiniz. Filozof Maurizio Lazzarato’nun -herkesin iş insanı olduğu- kendi kendinin girişimcisi olma ideolojisi olarak adlandırdığı yeni bir ideoloji bu.

Göstermeye çalıştığım şey, bu tür bir ideolojinin bir adım daha ileri gittiği. Mesele sadece ücretli iş bulmaktan veya eğitim ve kaliteli sağlık hizmetlerine ulaşmaktan sorumlu olanın biz olmamız değil. Bu sistemin bir başarısızlığı değil, yok, multimilyonerlerin, vergi kaçakçılarının bir başarısızlığı değil: bu bizim kendi başarısızlığımız. Bence daha da endişe verici olan şey bu paradigmanın en mahrem alana nüfuz etmesi; öyle ki uygun bir eş bulamazsak bu da bizim başarısızlığımız. İşte bu nedenle geç kapitalizmde aşk hakkında konuşmak ve kapitalizm ile aşk arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışmak her zamankinden daha önemli hale geliyor.


Extraextramagazine’de yayımlanan söyleşiyi Nalan Kurunç çevirdi, Öznur Karakaş çeviriyi redakte etti.

Exit mobile version