Site icon Terrabayt

Yeni Bir Duyumsama: “Nietzsche ve Felsefe”


 “Anti-Felsefe, felsefenin devamlılığı ve direnci üzerine konuşur. Felsefe hakikate ilişkin eylem olarak, eyleminin dünyanın değerini feshetme gücüne sahip  olmadığını bilir. Ve olumsuz cevap verme işinin büyük Dionysosçu olumlamada feshedilemeyeceğini bilir.”

Alain Badiou


Genel olarak sol siyasal angajman içerisinde teorik olarak konumlanan birçoğumuz, aşina olduğumuz kavramların; anlam, düşünce, pratikler yaratma ve sürdürmede adeta sarsılmaz, konforlu bir alan yarattığına tanık olmuşuzdur. Bu, bir bakıma varoluşu belli kategoriler ve şemalar üzerinden (daha çok dilsel kategorilerdir bunlar) kavramsal bir çerçeveye oturtmak, siyasi karar ve eylemlerimizi bu çerçeve içerisinden görünür kılmak ve üretmek için gereklidir belki de. Düşünce ve ona yön veren eylemlerimizin arkasındaki kavramları, kimi zaman politik ilkenin bir ürünü olarak, kimi zaman gündelik yaşam ve pratikleri düzenleyen etik ve inanç yaratımı olarak, kimi zaman da Adornocu bir “doğru yaşam” arayışının kılavuzu olarak sistematik bir bütünlük içinde kavrarız. Kavramlarla farklılaşan düzeylerde kurduğumuz bu gibi her ilişkinin ve yaşamımızı dizayn eden tüm ilkelerin türediği bir ilksel ilke, bağlı olduğu köken ya da öz arayışının, ki dinsel inançta bir kuraldır adeta, kimi zaman felsefi düşünüş ve yaşayış biçimlerine etki ettiği yönünde bir uzlaşıdan da söz edebiliriz hatta. Antik Yunan’dan, pre-modern, modern ve sonrasını kapsayan metafizik, fenomonolojik, materyalist ve diyalektik tüm felsefi içerik ve yönelimlerin çoğunda gözlemlenebilecek bir durumdur bu: devraldığımız kavramları, konumlandığımız ideolojileri destekleyen, kuvvetlendiren ya da tersine karşıt konumlanmaları çürüten, çelişkiye düşüren bir diyalektik mekaniğin süreci olarak görme alışkanlığı. Her durumda kavramları belli bir düzeneğin, tutarlılığın, ilkenin ve soyut bir ‘iyi’nin yapıtaşları gibi düşünme kolaycılığıdır burada esas olan. Felsefeyi de bir bütün olarak kavramlar dünyası, kavramların bir arada, ayrık, çapraşık ya da dizgesel bir ilişkilenmesi, çatışması yahut yaratımı olarak anlıyorsak; onu da belli bir bütüne oturtma, ona düzen verme, bu vesileyle onu anlaşılır kılma yönünde genel bir eğilimden bahsedebiliriz pekâlâ. Kavramlara bir kere sahip olduktan sonra ideoloji ve yaşamsal ögeyi, kavramların tutarlı ve tümel sürekliliği ile varsayımsal bir ‘iyi’nin ve ‘erdem’in ön koşulu olarak kurarız. Bu durumu felsefenin en azından belli bir veçhesi için de iddia etmek güç olmayacaktır. Genel felsefi eğilim de kavramların, kendinde bir güç belirlenimi değil bir tür uzlaşı zemininde var olduğunun öne sürer. Bu haliyle, verili olanın evrensel doğasında, evrenselin yasa ve değerler bütünü olarak işlerlik kazandığı alanda, bu alanın temsil, uzlaşı ve sınırlamalarla görünür olduğu bir düzlemde hareket etmeye zorlanacaktır kavramlar.

Kavramların bu yönde alımlanmasına ilişkin herhangi bir eleştiri getirilecekse şayet, öncelikli olarak onların konforlu, temsil edilebilir, uzlaşımcı ve evrensel olarak görülmesinden mutlak suretle kopmak gerekecektir. Kavramları etkin bir güç olarak, haklı çıkmaya dönük yerleşikliğe karşı yıkıcı bir yersizyurdsuzluk olarak kurabilmek gerekir. Yazının asıl konusunu oluşturan Nietzsche felsefesinin üzerine eğilirken, daha doğrusu onu Deleuze felsefesinin dolayımıyla okurken bunları düşündüm. Buradaki temel itki(m) Nietzsche’nin hiçbir şekilde dizginlenemez, zapt edilemez, tam elde ettiğinizi düşündüğünüz anda elinizden kayıp giden bir felsefe olarak okunması değil sadece; evet bu da var, ama esasında her şeye ‘ihanet’ edebilen, felsefe tarihini bizzat kendisini de dahil edecek biçimde büyük ‘ihanet’e uğratan/uğratabilen bir filozof belki de “anti-filozof” olarak Nietzsche üzerine düşünmemdi. Kavramlara ‘ihanet’ eden daha doğrusu onları ‘yıkım’ a sürükleyen bir ‘güç’ olarak. Buradaki amaç Nietzsche’nin böylesi bir güç şeklinde etkinleştirdiği “istenç felsefesi”ni (“yeryüzünü olumlayabilecek bir istenç”, “bir yeryüzü istenci”[1]ona eşlik eden etkin kuvveti, yeni bir felsefe pratiğinin bir tür çekim kuvvetine dönüştürme girişimi belki de.  “Güç istenci” ya da “etkisel kuvvet” şeklinde olumlama ile gelen eşgüdümlü bir ‘siyaseti’ kovalama fikri de diyebiliriz. Tekrar bu meseleye dönme kaydıyla öncelikle Deleuze’un uzun uzadıya söz ettiği ‘kuvvet’ ve ‘istenç’ kavramlarını Nietzscheci “güç istenci”ne bağlayan hattı kotarabildiğim ölçüde, kısaca takip etmeye çalışacağım.    

Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, NorgunK Yayıncılık 2016

Öncelikli olarak, felsefeyi yapıcı ya da uzlaşımsal bir şey olarak değil (sonraki kısımlarda değineceğim üzere) bir ‘yıkım’ olarak anlamak, kavramları korunaklı, sağlam bir ikamet yeri, sığınak ya da ‘haklılık’ araçları değil uçucu bir form, savruk, biçimsiz, hatta tekinsiz bir ‘kuvvet’e dönüştürmek (bizzat eyleyen bir ‘güç’ olarak). Yaşamı ve varoluşu yadsıyan, onu ‘hiç’liğe mahkum eden (“nihilizm” Nietzsche’de bizzat olumsuzlanan bir kavramdır), yaşamı bütünüyle felce uğratan değerler ve “tepkisel kuvvet”lerin ‘köle’liğini deşifre etmek. Deleuze’un  “Nietzsche ve Felsefe” isimli çalışması bu izlek doğrultusunda epey zor bir işe kalkışıyor. Nietzsche felsefesinin hemen hemen tüm yanlış anlaşılmalarını, beraberinde yanlış okumalarını ve onu modern felsefe tarihi içerisinde sağlam bir zemine oturtma çabalarını ve tabi bunun beyhudeliğini merkezine alıyor.

Deleuze, Nietzsche felsefesinde “ebedi dönüş”, “güç istenci”, “kuvvet”, “üstinsan” gibi belli kavramların sıklıkla yanlış anlaşılan ve onları yanlış okumalara tabi kılan özelliğini, belki de onları ete kemiğe büründürme, bir ideolojinin ve yaşantının merkezine yerleştirme, Marksist perspektifin bir tür destekleyicisi (ya da tersi) olarak görme ısrarında yattığını iddia eden bir okumayı da tınlıyor sıklıkla. Belki de Nietzsche’yi bu kısır döngüden çıkarmak için öncelikle onun ele aldığı kavramların neleri ifade ettiği ve özellikle Nietzsche’de “tepkisel” ve “etkin kuvvet” farklarının, buna bağlı olarak “ebedi dönüş”ün ve “güç istenci”nin neleri barındırdığını iyi görmemiz bekleniyor. Bu doğrultuda Nietzsche’de etkin ve tepkisel kuvvetlerin ne olduğunu, bu kuvvetler arasındaki fark ve hiyerarşiyi, “mutlak farklının sentetik düşüncesi” olarak “ebedi dönüş”ü ve “kuvvetin tamamlayıcısı” olarak “güç istenci”ni Nietzsche ve Felsefe bağlamında açmaya çalışacağım.

‘Etkin’ ve ‘Tepkisel’ Kuvvetler 

Deleuze, Spinoza’ya atıfta bulunarak bir bedenin nelere muktedir olabileceğini soruyordu. Spinoza’nin Ethica’sının özellikle 3. bölümünü anımsatarak “bilinçten ve zihinden bahsediyoruz, bütün bunlar üzerine gevezelik ediyoruz, ama bir bedenin neye muktedir olduğunu, kuvvetlerinin ne olduğunu bilmiyoruz.”[2] diyordu. Ardından ekleyerek “bir bedeni tanımlayan ya da yöneten kuvvetler ile itaat eden kuvvetler arasındaki ilişki” den bahsederken doğrudan Nietzsche’ye bağlanarak, onun bir bedende “üstün ya da yöneten kuvvetleri etkin”, “aşağı ya da yönetilen kuvvetleri de tepkisel” olarak adlandırdığı yere geliyordu. “Etkin” ve “tepkisel” kuvvet farkı Nietzsche’ de adete bir hiyerarşi oluşturarak karşımıza çıkıyor. Nietzsche’de “kuvvet” derken genişleyen, taşkınlaşan, hemen hemen tüm kavramlarında olduğu gibi sınırlarını aşarak aşkın bir hale gelen güç olarak anlamamız gerekiyor. Deleuze bu yüzden Nietzsche’nin “etkin kuvvet”lerini tanımlayabilmenin çok zor olduğundan söz ediyor. Zira, “etkin kuvvetler”i tanımadığımız için deneyimleyemeyiz ve onu bilinçle algılayamayız. “Bilinç temel olarak tepkisel olandır”[3], tepkisel kuvvetlerin alanındadır derken de kast ettiği tam olarak “etkin kuvvetler”in alanından uzak oluşumuzdur çünkü pek çoğumuz “tepkisel kuvvetler”in egemenliğinin boyunduruğunda yaşar ve hissederiz. Peki, burada “tepkisel kuvvetler“ denilen tam olarak nasıl bir şeydir? Deleuze şöyle tanımlar; “Etkin kuvveti yapabildiğinden ayıran, etkin kuvveti yadsıyan kuvvet”[4]. “Zayıfların ve kölelerin zaferi” olarak  olumsuzlanan bir kuvvet şeklinde karşımıza çıkar “tepkisel kuvvetler”.

Kavramsal ezberlerimizi büyük ölçüde tersyüz eden bir durumdur bu Nietzsche’de. “Zayıf” ve “köle” kavramları örneğin yaygın Marksist okumada bir eylemin, hareketin öznesi olabilecek bir konuma tekabül edebilecektir. Fakat Nietzsche felsefesinde “zayıf” ve “köle” tamamıyla olumsuzlanan, tüm yaşamı kurumlarla, inanç, değer ve duygularla felç eden, Nietzsche’nin adeta lanetlediği “çileci ideal”in, “hınç” ve “nihilizmin”in zaferini ilan eden kavramlara dönüşürler. “İnsan yeryüzünün deri hastalığıdır, yeryüzünün tepkisidir.” [5]

Tepkisel kuvvetlerin her yerde olduğu, yaşamın en gözle görülür somut eylemlerinde saklı kalarak, yerleşik tüm kurum ve inançlarda kendini gizleyerek, varoluşu değersiz kılıp mutlak zafer ilan ederek her yeri kuşattığını söyler Nietzsche felsefesi bize. “Zayıf”ın ve “köle”nin kuvvetidir işte bu. Biraz daha açacak ve somutlaştıracak olursak, “tepkisel kuvvetler” Ben’i tepkiselleştiren, mümkün olanaklar oluşumunu kısıtlayan, kurulu değer ve yasalara uyumu imleyen bir kuvvet olarak belirir. ‘Zayıf’ ve ‘köle’ kavramları bizi burada yanıltmamalı. Deleuze özellikle altını çizerek Nietzscheci “tepkisel kuvvetler” in hiç de azımsanmaması gerektiğinden, yaşamın bütününü kuşatan ve tahakküm eden bir ‘güç’ olarak kendini her daim dayatan bir oluş olduğundan bahseder. Hatta “tepkisel kuvvetler” in üstün bir güç oluşturduğunu teslim edecek kadar ileriye götürür işi. (“Zayıflar üstün bir kuvvet oluşturmasalardı nasıl galip gelirlerdi.”)[6]. Buna göre “tepkisel kuvvetler” bir güç olarak insan varoluşunun o denli geniş yelpazesine dağılırlardır ki her birini kendi içerisinde yeni baştan göstermek gerekir. Mesela Nietzsche’nin “olguculuk” dediği durumla giriştiği mücadele de bu durum daha berraklaşır. Özgür düşüncenin yanılsamasına karşı çıkarken de (“özgür düşünür, dinin içeriğini geri kazanmak ister, ama dinin tam da insanın dışarıda bırakılmasını tercih edilebilecek en aşağı kuvvetleri içerip içermediğini sormaz”[7]), “özgür düşünürün pozitivizmi ve hümanizmine” her zaman şüpheyle yaklaşmak gerektiğinden söz ederken de hepsinin özünde saklı olan “olguculuk”a saldırır: (“Çünkü, “olgu” her zaman zayıfların kuvvetlilere karşı sahip olduğu şeydir”)[8].  “Olguculuk” eleştirisi aynı zamanda özgür düşünce eleştirisi ve ona eşlik eden “farklı ideolojilere (pozitivizm, hümanizm, diyalektik)” dönük eleştiriyi içeren bir şekilde genişleyecektir:

Deleuze bunu “Pozitivizmde olguya düşkünlük, hümanizmde insani olgunun yüceltilmesi, diyalektikte ise insani içeriklerin kazanılması hastalığı”[9] diye yorumlayacaktır.

“Kuvvetlileri zayıflardan korumak gerekir”

Nietzsche buradan hareketle modern felsefeye hakim olan belli bir gelenekle de hesaplaşmayı ihmal etmez. Örneğin Darwin’i “evrim ve evrimdeki rastlantıyı tamamen tepkisel açıdan yorumladığı için eleştirir[10]”  Kurulu değerler bağlamında “güç istenci”ni yanlış ele aldıkları için Hobbes ve Hegel’e karşı çıkar. Deleuze ayrıca Nietzsche’ nin Kant ile ilişkisini Marx’ın Hegel ile ilişkisine benzetir: “Marx’ın diyalektik için yaptığı gibi, Nietzsche de eleştirinin ayaklarının üstünde durmasını sağlar.” der. Schopenhaur’un “istenç felsefesi”ni sonuna kadar götüremediğini söyler. Her şekilde baskın felsefi gelenekleri tamamen veya kısmen “tepkisel kuvvet”lerin içine dahil eder Nietzsche.

“Tepkisel kuvvetler” denildiğinde bunu, Nietzsche felsefesinin diğer kavramlarına, özellikle ebedi dönüşten güç istencine, anti diyalektikten üstinsana geçişin bir formu olarak görmek yanlış olmayacaktır. Ama bir farkla: (“tepkisel kuvvetleri”) kat ederek, onlardan kurtularak onları aşan bir form olarak. Bunun yolu yine tepkisel kuvvetlerin karşıtı olan etkin kuvvetlerin Nietzsche felsefesinde çok farklı bir kuvvet oluşturduğu gerçeğini akılda tutmak olacaktır. Diğer kavramları, özellikle “ebedi dönüş” ve “güç istenci”ne geçiş formu olarak “etkin kuvvetlerin” bir tür sıçrayışını yansıtır. Deleuze, metnin genelinde etkin kuvvetlerin Nietzscheci kavranışlarını çok yerinde tespit etmekle meşgul olur. “Bildiğimiz başka bir oluş” der ona, “kuvvetlerin etkin oluşudur.”[11] Sık sık “tepkisel kuvvetler” ile ayrıştığı noktaları hatırlatır. Nasıl ki tepkisel kuvvetler “etkin kuvveti yapabildiğinden ayıran, etkin kuvveti yadsıyan, kendine karşı dönen” zayıf ve kölenin kuvveti ise “etkin kuvvetler” de “egemen olan ve boyun eğdiren”, “yapabildiğinin sonuna kadar giden, farkını olumlayan, farkını bir haz ve olumlama nesnesi haline getiren egemen ve güçlünün kuvvettir.”[12] Burada “egemen” ve “güçlü” Marksist felsefenin aksine Nietzsche’de olumlanan kavramlara dönüşür.  Öyleyse “etkin kuvvetler”, “egemen” ve “güçlü”yü yaratan kuvvetlerdir. Yaşamı yadsıyan, kendi acziyetini dayatan kurumsal (“ahlak”, “din”, “yasa”) dinamikler ile yaşamı hiçleştiren, onu tepkiselleştiren “hınç” ve “vicdan azabı”nın (“kendine karşı dönen bir kuvvet”) birlikteliğinden doğan kuvvetin sahipleri ise “zayıflar” ve “köleler” olacaktır. Şöyle der Nietzsche: “Kuvvetlileri, zayıflardan korumak gerekir.”)[13]

“Egemen” ve “güçlü”nün kuvveti olarak etkin kuvvetler, “yeni bir duyumsama ve düşünme biçimi, yeni bir var olma biçimi “[14] olarak karşımıza çıkar böylece. Nietzsche’nin diğer iki kavramı “ebedi dönüş” ve “güç istenci” tam da bu noktada anlam kazanır. Deleuze,  tıpkı “güç istenci” gibi en çok yanlış anlaşılan kavramlarından biri olduğunu söyler “ebedi dönüş”ün çünkü, “ebedi dönüş”,  “aynının dönüşü” olarak kavranmıştır bir kere. Israrla bu fark üzerine yoğunlaşır Deleuze. Eğer her şey döngüsel Bir’in aynı dönüşümüyse “oluş” ulaşılacak bir amaca dönüşürdü, der. (“eğer evrende bir denge hali olsaydı, eğer oluşun bir amacı ya da son aşaması olsaydı ona zaten ulaşılmış olurdu”)[15]. Buna göre, “oluş, olmaya başlamış olamaz, olup bitmiş bir şey değildir. Olup bitmiş bir şey olmadığı gibi, bir şey-oluş da değildir. Olmuş olmadığı gibi, bir şey olacak olsaydı, şimdiye dek olacağı şeyi zaten olmuş oldurdu.”[16]  Burada Deleuze, Nietzsche’nin “oluş” ile kurduğu ilişkide zaman ve uzamsal boyutların içerik değiştirdiğinin; özellikle uygarlığın zamanı bölerek, kategorize ederek onu rasyonelleştirmesine dönük bir ters yüz edişin, Derridacı “yapısökümü”nün de işaretlerini verir gibidir. Şöyle bir soru yöneltir mesela: “Olmakta olanın, ne olmaya başlayanın, ne de olmayı bitirenin varlığı nedir?”[17] “Ebedi dönüş” ün boşlukta asılı kalan varlığının dönüşü burada belirir belki de: “Geri geliş, olanın varlığıdır.” Bu minvalde “ebedi dönüş”ün hem bir “geçiş” hem de zamanlar arasında kurulan ilişkisel bir süreç olarak kavranmasının yolu açılır böylece. “Anın diğer anlarla ilişkisini kuran, onun kendisiyle şimdi, geçmiş ve gelecek olarak kurduğu sentetik ilişkidir.”[18] Geri dönen kendisini “oluş”ta yaratarak ve “geçiş”de olumlayarak gelir. Bu doğrultuda “ebedi dönüş” asla “aynının dönüşü” olarak görülemez. “Geri dönüş kendisini çeşitli ve çok olanda olumlayan “Bir” olarak geri döner. “Farklılaşanın geri dönme olgusu”[19] dediği şey budur. Deleuze, “ebedi dönüşün” “etkin kuvvetler” ile ilişkisi üzerinden onu “güç istenci”ne bağlayacaktır burada. Bir bakıma, “tepkisel kuvvetler”den ayrılarak “etkin” hale gelen kuvveti “ebedi dönüş”ün varlığında “güç istenci”ne yönelten bir hattı takip eder. Bir geçiş de denebilir buna: “etkin kuvvetler”den “ebedi dönüş”e oradan “güç istenç”ine bağlanan bir geçiş. Bir ilke ortaya çıkar böylece: “Ebedi dönüşle yalnızca çeşitliliğin ve onun yeniden üretiminin, farkın ve onun tekrarının sebebi olan ilke diyecektir” buna Deleuze: “Güç İstenci”[20]

Üç düzlemde “Güç İstenci”: “Bir Yıkım Neşesi”

“Güç istenci”nin ne olduğundan önce onun yanlış okumalarına ilişkin Deleuze üç farklı düzlemden hareket eder. İlki, anlaşıldığı düz şekliyle “güç istenci”nin, negatif bir gücü, tahakkümü ya da bir iktidar arzusunu onayan bir ‘kuvvet’e karşılık geldiğini öne süren epey yaygın bir okumadır. Bu okuma Marksist düzlemde de pekala karşılık bulabildiği gibi aynı zamanda “güç istenci”nin olumsuzlanmasına, ondan kaçınılmasına dönük bir enerjinin oluşmasına neden olmuştur. Yine bu düzlemden hareketle “güç istenci,” Nietzsche felsefesini, “yıkım” ideolojilerine (“faşizm”, “sosyal Darwinizm”), karşı-devrimin taarruz ‘kuvvet’ lerine, modern felsefenin korunaklı evinden kovulmaya itmiştir. Birincisine bağlı olarak ikinci düzlem ise, “güç istenci”ni bir şekilde Nietzsche’den önce kullanan, ona farklı içeriklerle yaklaşan ama onu yeteri kadar ileri götüremeyen ya da farklı yerlere götüren bir geleneğin gerçekleştirdiği yanlış okumadır. Özellikle Nietzsche’nin bu doğrultuda Kant, Schopenhauer ve Darwin ağırlıklı olmak üzere kimi zaman da Hobbes ve Hegel ile bazen dolaylı bazen açık şekilde hesaplaşmalara giriştiği olur. “Güç istenci”nin, Schpenhauer’da bir tür “kendi kendini yok edişe”, bir yok-oluş olarak istencin yadsınmasına vardığını; Darwin’de doğa durumundaki çatışma ve kavgaya indirgendiğini; Kant’ da istencin bir “uzlaşıya” dönüştüğünü ve sınırlandığını; Hegel’de diyalektik oyunun bir parçası olduğunu; Hobbes’da ise “kurulu değerlerin öngörüsüne,” bir çeşit “konformizm”e dönüşme tehlikesi taşıdığını söyler. Bu anlamda Nietzsche “güç istenci”nin kavranışında bir ilki temsil eder. Onu bambaşka bir içeriğe büründürür: “Nietzsche’den önce bir güç istencinden ya da benzer bir şeyden söz etmiş olanlar çoktur; Nietzsche’ den sonra bundan söz etmiş olanlar da çoktur. Birinciler Nietzsche’nin hocaları olmadıkları gibi, ikinciler de onun öğrencileri değildir.”[21]

“Güç istenci”nin yanlış okunmasına ilişkin üçüncü düzlem ise istencin bir temsil nesnesine dönüştürülmesidir. Burada güç ve temsil birbirinin yerine geçer. Yine ilk düzlemle ilintili olarak “istenç tahakkümü istiyor” dediğimizde gücün temsil edilmiş haliyle karşılaşırız. Böylece, gücün bir “tanınma nesnesi”ne dönmesi kaçınılmazdır.[22] Burada küçük bir parantez açarak Nietzsche’yi faşist ideolojilere öncü kılan düşüncelere de bir cevap verilebilir belki. Çünkü, gücün bir kere temsil içerdiğini düşünüyorsak, gücü bir “tanınma nesnesi” olarak kavrıyorsak “üstünlüğünü nasıl olursa olsun temsil etmek isteyen” bir gücü varsayıyor olmamız gerekir. Bu anlamda faşist ideolojileri, “üstünlüğünü temsil etmek isteyen” tepkisel kuvvetler olarak adlandıramaz mıyız? Nietzsche’nin faşizme mal edilmesi tam da bu yanlış anlamanın kendisiyle ilgili olabilir mi?  Deleuze, gücün temsil ve tanınma nesnesi olarak algılanmasına dönük okumayı ayrıca “kurulu ve kabul edilmiş değerlerin” ancak “tanınma ölçütleri” ile kabul edilebildiğini söyler. Dolayısıyla, Nietzsche’de kurulu değerlerin yadsınması ancak “güç istenci”ni temsil/tanınma nesnesinden kopararak mümkün hale getirilebilir.

Böylece “güç istenci”nin birbirini içeren üç farklı düzlemden hareketle yanlış okumalarını deşifre etmek, onun bambaşka biçimde ele alınmasını sağlamak adına oldukça önemli bir yerde duruyor. Şimdi sorabiliriz: “Güç istenci” nedir? İstenç, neyi ister? Deleuze buna oldukça yalın bir şekilde cevap verir: “Güç, istencin içinde isteyendir.” Nietzsche buna “istenç felsefesi” diyecektir. Böylece  ikili bir denklem oluşur: “istenç=yaratmak”, istenç=neşe.”[23] “Benim istencim her zaman neşe habercisi ve kurtarıcı olarak gelir. İstemek özgürleştirir.”[24] Böyle Söyledi Zerdüşt‘te ikili denklemden türeyen “yaratma” ve “neşe”yi “bir çekicin vuran ve koparan iki ucu” olarak tanımlar Nietzsche. “Güç istenci”ni bir etkin kuvvetin tamamlanması, kuvvetin sonuna kadar gidebilmesi kadar, ebedi dönüş içerisinde farkın bir olumlama ve neşe ile geri dönüşü olarak da kavramalıyız. (“istediğin şeyi, onun ebedi dönüşünü de isteyecek şekilde iste”). Bu aynı zamanda “kuvvet”in tepkisel-oluşundan kopan, etkin bir kuvvet-oluşa yönelen bir müjdeyi de haber vermez mi bize? “İstenç felsefesinin”, “güç istenci”nin Nietzscheci bir neşe ile buluştuğu yerdeyiz artık. Sadece “neşe”de değil aynı zamanda “tepkisel kuvvetlerin etkin hale geldiği;” “istemenin bir yaratıma dönüştüğü” ve “olumlamayı etkin-oluş” olarak var ettiği yerdeyiz: “Nietzsche böylece oluşun sonsuz neşesinden bahseder; bu neşe yine de kendinde bir yıkım neşesi barındırır.”[25]

 “Yeni bir duyumsama”

Deleuze artık Dionysosçu bir felsefe diyecektir bu duruma: “Yıkmanın ve yok etmenin olumlanması” şeklinde beliren o ters yüz oluş, konforlu kavramların adeta birer birer elden kayıp gitmesi, aşkın bir forma dönüş süreci felsefeyi de bambaşka bir oluşa zorlayacaktır. Evet, bir “yıkım”dır burada gerekliliği söz konusu olan: “Bilinen bütün değerlerin yıkımı olarak yıkım”dır. “Her şeyin sonsuz olumlanması”ndan doğan “neşe”nin başlı başına yaratıcı bir unsura dönüşmesidir. Yaratıcı unsur yeni bir insanı, değerlerin yıkımından oluşan bir var-oluşu, onun aynı eksende beliren varlığını da müjdeleyecektir. Varlığın varlık kavramından taştığı, var-olanın başka bir var-oluşa yöneldiği bir tür varlık aşımı. Nietzsche “varlığın en yüksek takım yıldızı” diyecektir buna. [26] Bu türden bir varlık olumlayıcı bir varlıktır artık.  Buradaki varlık ve ondan türeyen gücü “etkin” hale gelen bir olumlama olarak anlamalıyız. Koca bir yaşamı ancak bir “yıkım”a dönüştürerek elde edilen bir olumlama pratiği. Böylece, “aşılmak isteyen insanın etkin yıkımı” olarak “yıkım”a, “yaratıcının birliği”ne dönüştüren kuvvet diyecektir Nietzsche: Kurulu değerlerin yıkımı, tepkisel kuvvetlerle zehirlenmiş bir hayatın reddi, temsil siyasetinin alt üst oluşu. Değerlerin, yasanın, temsilin, dinin, tepkisel kuvvetin zaferinde yadsınan tüm bu hayatın gerçek bir “yıkım”ı, “yıkımın neşesi”ni olumlama diğer deyişle. “Yeni bir duyumsama ve düşünce biçimi, yeni bir var olma biçimi”ni arzuluyorsak şayet “Nietzsche ve Felsefe” bu yönde bulunmaz bir kılavuz olacaktır kuşkusuz.


Dipnotlar

[1] Deleuze, Gilles, “Nietzsche ve Felsefe”, çev. Ferhat Taylan, NorgunK Yayınları, 2016, S.103

[2] A.g.e, S.58

[3] A.g.e, S.60

[4] A.g.e, S.83

[5] A.g.s, S.87

[6] A.g.e, S.81

[7] A.g.e, S.81

[8] A.g.e, S.81

[9] A.g.e, S.82

[10] A.g.e,S.61

[11] A.g.e,S.87

[12] A.g.e,S.83

[13] A.g.e,S.79

[14] A.g.e,S.94

[15] A.g.e, S.66

[16] A.g.e, S.66

[17] A.g.e, S.67

[18] A.g.e, S.68

[19] A.g.e, S.68

[20] A.g.e, S.69

[21] A.g.e, S.103

[22] A.g.e, S.104

[23] A.g.e., S.108

[24] A.g.e, S.108

[25] A.g.e, S.94

[26] A.g.e, S.214

Exit mobile version