Site icon Terrabayt

Taşra Akademisine Dair İlgili Makamlara Sunulmamak Üzere Hazırlanmış Gayriresmî Rapor

Ein Landakademiker in der Provinz: Ein Bericht über die Akademie

Taşra Akademisine Dair İlgili Makamlara Sunulmamak Üzere Hazırlanmış Gayriresmî Rapor[1]

Raportör: Yasin Karaman

Türkiye’deki “taşra üniversitesi” denilen yapının mevcut hali Aristoteles fiziğini reddetmek için mükemmel bir örnektir. Bu fiziksel kurama göre doğada varolan her şeyin kendine ait doğal bir yeri vardır. Her şey bu doğal yerine erişmek için hareket eder: Ateş gökyüzüne doğru yükselir, bir taş doğal yeri olan yeryüzüne düşer… İçinde bulunduğumuz akademik dünyada ise ne öğretim üyeleri ne de öğrenciler olmaları gereken yerdedir (yalnızca idari personel dünyanın kuruluşundan beri o kurumdalarmış gibi dekorla mükemmelen uyumludurlar). Bu akademik dünya doğrudan böyle bir şeyi amaçlamış olmasa da sırf mevcudiyetiyle bile Aristotelesçiliği çürütmeyi başarabilmiş bir karşıt-evreni temsil eder. Mühim olmasına mühim elbette, ama birazcık geç kalmış bir başarı sayılmaz mı?

Nitekim bir akademide olmaması gereken ne varsa kasten ve rastgele içine tıkıştırılmış gibidir. Karşıt-evren terimiyle kimseyi yanıltmak istemiyorum: Bir kozmos değildir kısacası. Böyle bir düzen/sizlik ancak dışarıdan, cebren müdahalede bulunan “ilahî” bir elin yardımıyla açıklanabilir. Günümüzde “ilahî” olanla “politik” olan arasındaki ilişki varsayım olmaktan çoktan çıkmış, İsviçreli bilim insanlarının yapacağı araştırmalara gerek kalmadan bu ilişkinin varlığı artık kanıtlanmıştır (çağdaşlar için bkz. Alexandre Kojève, Carl Schmitt, Ernst Kantorowicz, René Girard; yok ben illa old school tercih ederim diyenlere Spinoza, Feuerbach ve Marx).

O halde yapılan müdahalenin ilahî değil, basbayağı politik olduğu söylenebilir. Burada olası bir yanlış anlamayı düzeltmem lazım: Politik olan (Grekçe politikos’tan, polis’ten, şehir devleti ile ilgili olandan yola çıkarak) kamunun işleri ile, res publica ile ilgili olan demektir özünde. Daha düz ifadeyle halkın iyiliği için yapılan işler demektir. Buradaki politik olanla kastedilenin kamu yararıyla ilgisinin, kaba bir benzetmeyle bir hapishanenin kamu yararıyla ilgisi mesabesinde olduğu söylenebilir: Toplum içinde serbestçe gezmesinin tehlike oluşturduğuna karar verilenlerin devlet eliyle kapalı mekânlarda gözetim altında tutulmaları. Şaka yaptığım zannedilebilir-idi, şayet son yıllarda ülkemizde en çok açılışı yapılan kurumların üniversiteler ve hapishaneler olduğu söylenmemiş olsaydı: 208 üniversitede her unvandan 184 bin 90 öğretim elemanı varmış[2], memleketimizdeki 384 cezaevinin resmi kapasitesi ise 275 bin 859’muş[3] (anlaşılan suç işlemek akademik çalışma yapmaktan daha revaçta, YÖK’ün resmî fetvalarla ve üst düzey toplantılarda alınan kravatlı kararlarla üniversiteleri biraz daha cazip kılması lazım[4]). 2002 yılında ülkemizde 76 üniversite varmış[5] (demek ki sonradan 132 tane daha açılmış), son 14 yılda açılan hapishane sayısı ise 178’miş.[6] Rakamlarla adeta dans eden ve topluma faydalı olmaya çalışan bir eğitim neferi olarak yukarıdaki sayıların birbirine ne kadar yakın olduğuna dikkat çekmek isterim. İtiraza, gereksiz münakaşaya hiç gerek yok, Leibniz’in arzu ettiği gibi: calculemus. Bırakınız hesaplayalım.

Kısacası akademimiz disiplin (ve elbette cezalandırma) teknikleri açısından adeta bir kışlaya yahut zindana benzetilebilir (Foucault’nun kulakları çınlasın): Üstelik kışla ya da hapishanede olduğu gibi üniversitede de her türden karaktere rastlayabilirsiniz: Memur, amir, asosyal, kader mahkûmu, hem gerçek hem fahri olanlarından bolca sivil polis, koğuş-bölüm ağası, muhbir, güvenlik uzmanı, dinbaz, doğuştan müdür, tüccar, çapkın, projeci, erken emekli, dedikoducu, agresif, borsacı, hasta, yaşayan ölü, kifayetsiz muhteris, yancı, avantacı… İnsan keşke bir Theophrastos’umuz olsaydı da bu renkli karakterleri yazsaydı diye içinden geçiriyor (aklına David Lodge gelenler kitaplıklarına yönelebilir). Fakat imkân bulup bu karakterler kalabalığında kendine yer açmayı başarabilmiş, adına layık bir araştırmacı, eğitici ve çok daha vahimi, öğrenci bulmak bir tür sünger avcılığıdır. Biliyorum, edebi etkiyi arttırmak için tabloyu biraz abarttım. Elbette akla gelen her kurumda nitelikli, işinin hakkını vermeye çabalayan insanlar illaki vardır, zaten işler de bir biçimde onlar sayesinde ağır aksak da olsa yürüyordur. Fakat tek bir çiçekle bahar gelmediği gibi tek tük istisnai örnekler de bir kurumun “üniversite” adını hak etmesi için yeterli olmuyor. Hayat fena halde futbola benzer denir: Diego Maradona, Napoli’yi tek başına şampiyon yapmış olabilir, gelgelelim kadronuzda değerli bir veya birkaç akademisyen var diye, akademik fikstür öyle ya da böyle tamamlanıyor diye orası evrensel bilginin kalesine derhal dönüşemiyor. Bordro mahkûmunuz Aristoteles, Hypatia, İbn-i Sina, Leonhard Euler, Marie Curie, Paul Erdös, Mircea Eliade, Fernand Braudel, Georges Dumézil, Cahit Arf olsaydı bile bu çölde bir mucize gerçekleştiremezlerdi.

Ara sıra hepimiz yüksek öğretimden sorumlu kişilerin makalelerine rastlarız. Taşra üniversitesi (bundan sonra t-üniversitesi) bir refleks olarak -ona dâhil olsun olmasın- “Marksist” etiketiyle damgaladığı ne varsa nefret eder. Eder etmesine de şaşırtıcı olan, uygulamada işlerin tam tersi yönde ilerlemesidir. Bu insanlar tuhaf davranır, zira varlıkları Aristoteles’i çürüttüğü gibi eylemleri de Marx’ın şu sözünü her seferinde haklı çıkarır: Ne yaptıklarını bilmiyorlar, ama yapıyorlar (Sie wissen das nicht, aber sie tun es).[7] T-üniversitesinin yayın üretme prensibi diyalektik sıfatlı materyalizmin nicelik-nitelik ilişkisine kaba, üstelik yanlış yorumlanmış bir tarzda bağlıdır esasında: Niceliksel artışın eninde sonunda niteliksel bir dönüşüme yol açacağına safça inanır. Bu nedenle personelini niteliğine aldırmaksızın ha babam makale yayımlatmaya şevklendirir. Esas niyet bilgi elde etmek değil, akademisyen nezdinde sözleşme sürelerini uzatmak, idareci nezdinde ise ortak toplantılarda bir araya gelindiğinde diğer üniversitelerin yöneticilerine, teftişe geldiklerinde denetleyicilere mahcup olmamaktır (geçenlerde İtalyan bir dostum sohbet esnasında -nedense Latin dilinde- “denetleyicileri kimin denetlediğini merak ettiğini” söyledi). Nihayetinde kimin okuduğu, faydalandığı, üzerine kafa yorduğu, çalışmalarında hasbî atıf yaptığı belli olmayan bir makaleler yığını elde edilir. İrice unvanlı hocaların internetteki akademik bilgi sayfalarına baktığınızda uzayıp giden makale dizileri görebilirsiniz. Bunlar henüz yolun başında olanların gözünü hiç korkutmasın. Bir t-üniversitesi mensubunun nitelikli kaç makalesi olabileceği hakkında kabaca fikir edinmek için henüz lisedeyken öğrendiğimiz logaritmayı kullanabiliriz. Örneğin, fen veya mühendislik bilimlerinin herhangi bir alanında çalışan bir hocamızın yayınlanmış 25 makalesi olduğunu düşünelim. Bunları ortalama beş kişiyle birlikte yazdığı düşünülürse, log525=2 sonucuna ulaşırız. Sosyal bilimler, beşerî bilimler, insan bilimleri; Anglosaksonların toptan humanities dediği mecrada üretilen makaleler için durumun çok daha vahim olduğunu söyleyebilirim. Dahası, bazılarının yayınlarının akademik performansımıza yaptığı katkının ancak negatif sayılar aritmetiği ile hesaplanabileceğinden korkuyorum (diyeyim ki yaptıkları her yayın için performans puanına negatif bir değer eklenmeli, yok yok, katran ve tüye bulamak birazcık aşırıya kaçmak olabilir).

Varsayalım bir gün uyandınız, nerede ve kim olduğunuza dair hiçbir fikriniz yok. Öğrenmek için derhal size en yakın bilgisayardaki e-posta hesabını gözden geçirin. Gelen kutusunda emekli öğretim üyelerinin ölüm ilanlarını görüyorsanız ülkemizin önde gelen üniversitelerinden birindesiniz demektir. Yok, aynı kurumda çalışan iki personelin düğün davetiyesi veyahut yeni doğmuş bebekleriyle ilgili bir kutlama mesajı yoğunluğu varsa tebrikler; bir t-üniversitesinde pozisyon işgal ettiğiniz ipucuna ulaştınız. Şimdi sıra “Ben kimim?” ve “Quo vado?” (Nereye gidiyorum?) sorularının yanıtını bulmakta[8].

Son olarak, bir t-üniversitesi öğrencisini nasıl tanırsınız? Merak ettiği ilk (umalım yegâne olmasın) mevzu şu olacaktır: “Hocam, test mi klasik mi?” It’s a classic, indeed.


[1] Almanca başlık Franz Kafka’nın (Bir Taşra Hekimi, Akademi İçin Bir Rapor) ve eser miktarda da Mihail Bulgakov’un (Genç Bir Taşra Hekiminin Anıları) yazdıklarına eğlencesine birer gönderme. Utku Özmakas’a ve editöre teşekkür ederim. Yazıdaki hata ve eksiklerden tümüyle onlar sorumludur.

[2] https://istatistik.yok.gov.tr

[3] https://teyit.org/dosya-turkiye-avrupada-en-cok-mahpusa-sahip-ikinci-ulke

[4] Bu satırları yazdığımda Prof. Dr. Erol Özvar henüz YÖK Başkanı değildi ve haliyle üniversiteye giriş puanlarında baraj uygulamasının kaldırılması açıklamasını da yapmamıştı. https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/son-dakika-yok-baskani-prof-dr-ozvardan-baraj-puani-aciklamasi-1907789

[5] https://www.dunya.com/egitim/10-yilda-92-universite-acildi-haberi-188507

[6] https://www.birgun.net/haber/akp-14-yilda-178-cezaevi-acti-268486

[7] Belki zannettiğimiz kadar saf değiller, ideolojinin nasıl işlediğini çözmüşler. Hatta Lacan’ı da bilmeden gayet iyi biliyorlar: “Gayet iyi biliyorum ama yine de… (je sais bien… mais quand-méme; bu ünlü deyiş Octave Mannoni’ye ait) O halde koca bir aferin diyelim bu külyutmaz zevata. Selçuk Altun’un Kemal Tahir’den sıkça alıntıladığı gibi: ulan iyi, ulan aferin.

[8] Ünlü bir tasavvuf anekdotu var: Bir sûfi adayı tekkenin kapısını çalar. İçeriden biri “kim o?” diye seslenir. Aday “bilseydim bu kapının önünde duruyor olmazdım” diye yanıt verir. Türkçeye “başkalarının ne yaptığını fişlemektense kendi işine bak” diye de çevrilebilecek gnothi seauton (kendini bil) antik deyişini de hatırlatmak iyi olur.

Exit mobile version