Site icon Terrabayt

Onca Ütopya Eleştirisinden Sonra: Hâlâ “Başka Türlü” Bir Ütopya Aramaya Dair Birkaç Not

Bütün ayrıntıları önceden planlanıp içinde yaşayacaklara hiçbir özerklik ve dönüştürme gücü tanımayan şablon (blueprint) ütopya formu, yani Thomas More’un türün kurucu metni olan Ütopya’sında ilk kusursuz örneğini bulan ütopyacılık tarzı, sadece kapitalizm dışında bir dünyanın olabilirliğini inkâr eden liberaller tarafından değil[1] başka türlü bir sosyalizme inançlarını koruyan, yani içlerindeki ütopyacı itkiyi koruyan birçok Marksist, anarşist ve sosyalist tarafından da eleştirilmiştir. Zaten Marx ile Engels tarafından geliştirilen tarihsel materyalist komünizm anlayışı, özgüllüğünü büyük ölçüde tam da Saint-Simon, Fourier ve Owen’ın bu tarz şablon ütopyalarındaki anlayışı eleştirerek ortaya koyduğu için “ütopik” sıfatı ortodoks Marksist gelenekte hemen her zaman pejoratif bir sıfat olmuştur. Bununla ilgili devasa literatüre burada girmek imkansız ve gereksiz olsa da Eagleton’dan Marx’ın ütopyalara bakışını biraz mizahi bir biçimde ama gayet derli toplu özetleyen şu saptamayı biraz uzunca aktarmakla yetineceğim:

“Marx gelecek hakkında konuşmayı kararlı biçimde reddetmiştir. Bir devrimci olsa olsa farklı türden bir geleceğin mümkün olabileceği koşulları betimleyebilirdi ona göre. Geleceğin tam nasıl görünebileceğini öngörmek, özgürlüğü programlamaya çalışmak olurdu. Marx bir peygamberdiyse bile bunun nedeni geleceği öngörmeye çalışması değildi. Peygamberler –en azından Eski Ahit’tekiler- kâhin değildir. Gözlerini geleceğin derinlerine dikmektense, açları beslemez, göçmene kucak açmazsanız bir gelecek olmayacağı, olursa da fena halde nahoş olacağı konusunda uyarırlar sizi… Marx insanı kusursuzlaştırmakla hiç mi hiç ilgilenmiyordu. Eserinin hiçbir yerinde kapitalizm-sonrası toplumların yırtık tiplerden, psikopatlardan, beleşçilerden… veya ardında 50 kişinin kuyruk olmasına aldırmadan uçaktaki bagajını yerine gerçeküstü bir yavaşlıkla yerleştirenlerden sihirli bir değnek değmiş gibi kurtulmuş olacağını anlatmaz.”[2]

Buna sadece şu iki şerhi düşmek gerektiğini düşünüyorum: Birincisi Marx gelecek hakkında hiç ama hiç konuşmamış sayılamaz; Alman İdeolojisi gibi metinlerinde, ama ütopya tarihçisi Ruth Levitas’ın da vurguladığı üzere, en net Gotha Programının Eleştirisi’nde meşhur “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” formülü şerh edilirken işbölümünün ve zihin emeği ile kol emeği arasındaki ayrımın sona ermesinden, üretici güçlerin gelişmesiyle bireyin potansiyelinin tam manasıyla gerçekleşebileceğinden vs. bahsettiği olmuştur.[3] O yüzden şu iki kısa eki yaparak, sosyalist literatürde zaten uzun uzadıya tartışılmış olan bu faslı çabuk geçeceğim: Birincisi, Marx’ın ütopyacı sosyalistlerde topa tuttuğu şey, öngörüde bulunma eyleminin kendisinden ziyade, bu öngörüyü kapitalizmin temel dinamiklerini açıklayabilen teorik bir çerçeveye yerleştirme, bugünden o muhayyel geleceğe çıkmayı sağlayacak siyasi aktörleri saptayıp nesnel bir yol haritası çizme başarısızlığıydı. İkincisi, David Harvey, Marx’ta (ve ondan önce Hegel’de) farklı bir ütopik yönelim, yani uzamsal değil, yerselliği olmayan bir zamansal ütopya olduğuna işaret ederek yerleşik kavrayışa önemli bir düzeltmede bulunuyor bana kalırsa[4], ama burada sadece mim koymakla yetinmek durumundayım.

Anaakım Marksizmin geliştiği koşullardan epey farklı koşullardayız bugün. Bütün hepsini sayıp dökmeyeceğim (zaten pek de mümkün değil), sadece ütopya fikriyle yakından bağlantılı bir tanesindeki radikal dönüşüm üzerinde duracağım. O zamanlar bir gelecek hayali enflasyonu vardı; liberalinden komünistine, dincisinden milliyetçisine envai çeşit ideolojiden sürüsüne bereket ütopya serpilmişti, ama hiçbiri içinde yaşanan bugüne dair gerçekçi ve somut bir analizin ürünü olmadığından ezilenlere sadece hayali kalmaya mahkum gelecekler pazarlıyorlardı. Marksizm en çok buna tepki göstererek, komünizmi bir ideal diye değil “mevcut durumu ortadan kaldıran gerçek hareket” diye tanımlayarak farkını ortaya koymuştu[5]. Bugün ise reel sosyalist rejimlerin muazzam başarısızlığının da katkısıyla, ama asıl kapitalizmin kendisini yüzyıllardır kolayca yeniden üretebilmesini sağlayan temel koşullardan biri olan doğayı sonuna kadar hiçbir bedel ödemeden sömürme rahatlığı sona erdiği halde bildiğini yapmaktan (daha fazla kâr etmekten, büyüdükçe büyümekten) bünyesi gereği vazgeçemediği ve bunu sürdürebilmek uğruna da eskiden olduğu gibi geniş halk kitlelerini nimetlerinden ucundan kıyısından da olsa yararlandırma kaygısını artık bütün bütüne bir kenara koyduğu için çok yaygın bir “geleceksizlik” hissiyatı bütün ufku kaplamış durumda. Büyük kapitalist dijital sermayenin kimseyi heyecanlandırmayan, hiçbir özgürleşme vaadi olmayan ucube teknolojik gelecek-tasarımları (Metaverse vs.) sayılmazsa insanlara daha iyi bir gelecek hayali bile sunan yok, zira herkeste bir sonuna gelmişlik hissi hakim (Bunu başka bir yazımda daha ayrıntılı anlatmıştım). Kapitalizm, artık tarihin sonuna gelindiği, kendisinden daha iyi bir toplum düzeni olamayacağı fikrini telkin etmekte hiçbir reel sosyalist rejimin olamadığı ölçüde başarılı olduğu için dev bir distopya içinde yaşıyoruz. Bizler artık sırf geleceği mümkün kılabilecek, gelecek diye bir ufuk açabilecek “gerçek bir hareket”i, kapitalistlerin başına uzun zaman musallat olmuş o hayaleti, yeniden hayata döndürebilmek için bile ütopya eskizleri çizmek, ama geleceği şimdiden sabitlemeye kalkmayacak, bütün ayrıntılarına şimdiden şekil verip gelecek kuşakların ve (belli mi olur, ölmez sağ kalırsak, gelecekteki kendimizin) özerk failliklerine set çekmeyecek hayaller kurmak durumundayız.    

Jameson buradaki “biz”in kim olduğunu çok iyi tarif ediyor: “Eleştirmenlerinin [yani esasen liberallerin] saiklerini şaibeli bulan, ama Ütopya’nın yapısal muğlaklıkları konusunda da bir o kadar bilinçli olanlar, günümüzde Ütopya fikrinin ve programının son derece gerçek siyasal işlevinin farkında olanlar”[6]ız biz.  Bu “biz”in, özellikle Frankfurt Okulu çevresinde olmak üzere, epey öncüsü var. “Ütopya denen arzu”yu hayatta tutmanın önemine inanan, ama ince ince tasarlanmış, şablon olarak kullanılması beklenen ütopyaların, hayata geçirilme şansı bulacak olursa, ileriki kuşakların özgürlüğüne ve özerkliğine kastetme olasılığının çok yüksek olduğunu bilen bu tür öncülerin fikirlerine şöyle kuşbakışı bir bakmakta fayda var.

Bu öncülerin benimsediği tavrın Marx’ın tavrının devamı niteliğinde olduğunu en iyi gösterecek şey, Adorno’nun Bloch ile ütopya hakkındaki sohbetinde On Emir’den ikincisini ütopyanın resmini çizmekle irtibatlandırarak söyledikleri olsa gerek:  “Marx ve Hegel gibi ütopya ‘resmetmeme’ buyruğuna  veya ayrıntısıyla belli ütopyalar tasarlamama buyruğuna” kendisinin de inandığını belirterek “ütopya adına bir ütopya resmi çizmenin yasaklanmasının… ‘Kendine put yapmayacaksın!’ buyruğuyla derin bir bağlantısı” olduğunu vurgular Adorno. Başka bir yerde de “doğru olan şey kendisini yanlış olan şey yoluyla veya kendini yanlış biçimde bilinir kılan şey yoluyla belirler. İşte, ütopya resmini çizmemize imkân tanınmamış olsa da, doğru olan şeyin ne olacağını bilmesek de, hiç kuşku yok ki, yanlış olan şeyin ne olduğunu kesin biçimde biliriz. İşte, bize ütopyanın verildiği tek form gerçekte budur.”[7] Yani aslında temel tavır Marx’ınkinden çok farklı sayılmaz; kapitalizm denen “yanlış”ı yıkmayı becerebilenlere önceden ayrıntılı hayat kılavuzları vermek de “kavramsız olanı kavramla eşitlemek” gibi büyük bir yanlış, büyük bir densizlik olacaktır. Jameson, Adorno’nun ütopyayı mümkün olduğunca sade tutmaktan, mesela “kitlesel açlığı” ortadan kaldırma düzeyinde tutmaktan yana olduğunun,  “ayrıntılar konusundaki coşkusunu sadece menfur bir lüks olarak gördüğü Ütopyacı fantezi faaliyetinden tiksin[diğinin]” altını çizer.[8]

Bu tavrın yirminci yüzyıl sonlarında ve yirmi birinci yüzyıl başlarında ütopyacı ruhu diriltmeyi önemseyen iki düşünürde, Russell Jacoby ile Miguel Abensour’da aynen devam ettirildiğini görürüz. Jacoby şablon ütopyalar ile putkırıcı ütopyalar, Abensour ise sistematik ütopyalar ile bulgulayıcı (heuristic) ütopyalar arasında benzer bir ayrıma giderler. Jacoby’ye göre şablon ütopyacılar geleceğin haritasını “santim santim, en ufak ayrıntısına kadar çizerler”; yaptıkları planlarla “çoğunlukla bir özgürlük iradesinden çok tahakküm iradesini dışa vurur; özgür insanlara sanki bunu kendileri halledemezlermiş gibi nasıl davranılacağı, yaşanacağı ve konuşulacağı konusunda reçeteler verirler” Putkırıcı olanları ise kulak ile göz arasında hoş bir ayrım çizerek anlatır Jacoby: Ona göre putkırıcılar “geleneksel olarak ütopyayla ilişkilendirilen uyum, kendine vakit ayırabilme, huzur ve haz gibi fikirleri kullanırlar ama bunların ne olduğunu telaffuz etmektense, kulaklarını onlara açık tutmuşlardır deyim yerindeyse… geleceği görselleştirmemiş, ona kulak kesilmişlerdir. Göze değil, kulağa ayrıcalık tanımışlardır.”[9] Biraz açarsak, bu tür ütopyacılar gelecekte uygulanacak projeler tasarlamakla değil, geçmişteki ve bugünün hayatındaki onca tahakküme rağmen, yani fondaki kesintisiz ideoloji gürültüsüne rağmen asla bütünüyle bastırılamayan ütopyacı itkinin, ancak dikkat edilirse işitilebilecek ezgilerine kulak kabartır, onların sesini yükseltirler. Benjamin’den, Bloch’dan, hatta Mannheim’dan aşina olduğumuz fikrin ses terimlerine çevrilmiş halidir Jacoby’deki. Ve elbette insanlara bir plan dayatmaktan ziyade onlarda zaten varolan ama gerçekliğe ancak çok cılız biçimlerde yansıyan özgürlükçü, özgürleştirici arzu ve yönelimleri teşvik edip yönlendirme kaygısının hükmü altındadır.

Yani o da tıpkı Abensour gibi insan hayatının her yönünde tezahür eden ortak ütopya arzularını “eğitmek”ten yanadır denebilir. Abensour’un “bulgulayıcı ütopya” adını verdiği şeyin özünde “arzu eğitimi” vardır çünkü (“Sistematik” ütopyadan kastı, Jacoby’nun şablon ütopyasıyla hemen hemen aynıdır). [10] Ona göre ütopyacılık tarzında 1850 civarından (belki de Komünist Manifesto yayınlandıktan sonra) başlayarak köklü bir değişim olmuş, sistematik olarak alternatif düzenleme modelleri üretimi yerini daha açık, bulgulayıcı nitelikte bir alternatif değerler söylemi üretimine bırakmıştır.[11] Bulgulayıcı ütopya toplumsal ve siyasal yapılardan yola çıkıp kısır, statik bir kusursuzlukla sona ermez; esasen yeni bir değerler ve kültürel biçimler kümesi denecek bir şeyi cisimleştirmeye çalışır.

Bunlar benim gibi okurların yıllardır Adorno ve Bloch okumalarından da aşina olduğumuz, kulağa hem makul hem de kesinlikle çok cazip gelen önermeler ama insanı tam tatmin etmeyen bir yanları var (Jameson’ın anti-anti-ütopyacılık yaklaşımında da aynı şeyi hissettiğimi söylemiştim hatırlanırsa). Bunun ne olduğunu tam ifade edemiyordum; ama More’un inanılmaz detaylı bir gelecek planı çizdiğini bildiğim için (yıllar önce vazife duygusuyla okumuştum zira) doğal olarak hep şüpheyle, hatta bayağı soğuk yaklaştığım Ütopya’sını çevirirken, bu sefer özellikle Birinci Kitap’taki muazzam tutkusundan, İkinci Kitap’ta da o tutkuyla yepyeni bir dünya yaratma cüretinden çok etkilendim; çeviri süreci boyunca o şüphenin haklılığına kani olacak çok şeyi yakından gördüm görmesine de alttan alta öbür (bulgulayıcı, putkırıcı, olumsuzlayıcı vs.) yaklaşımın aşırı ihtiyatlılığının verdiği tatminsizlik hissi de arttıkça arttı. Herhalde bu sebepten olacak, Williams’ın Abensour’a getirdiği eleştiriyi okuyunca içimden hemen bir “işte budur, ağzına sağlık, üstat!” nidası yükseldi.

Neden, anlatayım: Williams bu iki ütopyacı moddan birine bütün çağları aşan bir olumluluk yüklemek yerine, hangisinin pozitif değere sahip olduğunu tarihsel bağlamın belirlediğine dikkat çeker. “Baştan sona alternatif bir toplum hayal etmek sadece model-kurmak değildir, tıpkı yeni duygu ve ilişkiler tasarlamanın illaki dönüştürücü bir tepki olmadığı gibi” der. Ona göre bunlardan ilki, yani Abensour’un “sistematik” adını verdiği ütopya tarzı birbirinden epey farklı iki toplumsal durumun, ya mevcut düzeni bütün ayrıntılarıyla değiştirebileceğini bilen, yükseliş halindeki bir toplumsal sınıfa ait toplumsal özgüvenin ya da içinde yaşadığı dünya cehenneme döndüğü için yeni bir cennet yaratmak durumunda kalan, gerileme halindeki bir sınıfa (ya da onun bir parçasına) ait ruh halinin ürünü olan toplumsal ümitsizliğin doğurduğu bir tarzdır (Bu bakımdan aşina olduğu, bildiği dünya fena halde çatırdayan More’unki gibi bir ütopya ikinci durumun, yükselen burjuvazinin sözcüsü olarak nitelenebilecek Bacon’ınki ise ilkinin bir örneğidir diyebiliriz). Daha açık yapılı ama aynı zamanda daha muğlak (bulgulayıcı veya putkırıcı) ütopya tarzının toplumsal temeli ise toplumsal değişimin zaten mevcut olduğu, ama esasen tam da egemen toplum düzeninin istediği doğrultu ve şartlarda devam ettiği toplumlardadır. Williams, bunun “tahakküm, baskı ve manipülasyonu sert bir biçimde reddetmesi bakımından olumlu, yapıları, sürekliliği ve maddi kısıtlamaları bile isteye ihmal etmesi bakımından olumsuz olan bir anarşizm” için her zaman verimli bir moment olduğunu söyler. Sistematik tarz genellikle istibdat veya çözülmeye, bulgulayıcı tarz ise esasen sınırlanmış bir reformizme verilen tepkidir ona göre. “Demek ki”, der Williams, “mesele hangisinin daha iyi veya daha güçlü olduğunu sorma meselesi değildir. Bulgulayıcı ütopya halihazırdaki gidişata karşı güçlü bir vizyon sunarken, sistematik ütopya dünyanın gerçekten de farklı olabileceği yolunda güçlü bir kanaat verir. Sistematik ütopyanın zayıflığı, ısrarlı düzenlemeleriyle hayata benzer herhangi bir şeye pek yer bırakmaz gibi görünmesi ise bulgulayıcı ütopyanın zayıflığı, tecrit edilmiş ve son tahlilde duygusal bir ‘arzu’ haline gelebilmesi, yabancılaşmayla beraber yaşamanın bir tarzı derekesine inebilmesidir”[12]. Vurguyu ben yaptım, zira demin bahsettiğim tatminsizliğin kaynağı tam da buydu işte.

Biraz önce geleceksizlik mevzuunda çekerken yarım bıraktığım nutka biraz daha devam etme zamanı geldi: Dünya kapitalizminin kendisiyle birlikte dünyayı da yok etmeyi, yeryüzü ekolojisinin insan türünün yaşaması için zorunlu narin dengesini geri dönmez biçimde değiştirmeyi bile göze alır bir çılgınlık halinde sonuna yaklaştığı, bu arada belli bir süre saflarına çekmeyi başardığı emekçi sınıfına artık köleliliğe yakın çalışma koşullarından, hatta uzun süre en coşkulu destekçisi olan “orta sınıf”a da proleterleşmekten öte bir vaat sunamaz hale geldiği bir cehennem konjonktüründeyiz. Böylesi sert bir konjonktürde artık sadece kültürel enkazdan çıkacak ütopyacı sesleri dinlemeye odaklı, yapılardan uzak durup sadece “yanlış”a dikkat çekmekle yetinen ve en önemlisi “yabancılaşmayla beraber yaşamanın bir tarzı”na dönüşme tehlikesi yüksek bu ütopyacılık tarzıyla yetinemeyiz. İnsan varlığının ve bildiğimiz yeryüzünün sürebilmesi için bile son derece sistematik, son derece yapısal, son derece radikal dönüşümlere ihtiyaç duyarken yeni yapılar ve yeni sistemleri de önce hayal edebilmek (ütopyalar kurmak), sonra da siyasal bir program haline getirebilmek zorundayız. Bunun öncelikle üretim araçlarının ve diğer müştereklerin özel mülkiyet haline getirilmesine ve insanların hayatta kalabilmek için emeğini satmak zorunda kalmasına son vermesi gerektiği, yani kapitalizmi ortadan kaldıracak komünist bir ütopya ve program olması gerektiğinden herhangi bir şüphem yok.

Ama More’un ütopyasının ve reel sosyalizmlerin “hayata benzer herhangi bir şeye yer bırakmayan”, kitleleri asla özerk yorumlama/anlamlandırma potansiyeline sahip failler olarak görememe takıntısı ve denetleme paranoyasıyla hayatlarının her ayrıntısını yanlışlayıp “doğrusunu” reçeteyle verme derekesine düşen hali pür melali (reel sosyalist rejimler için buna bir de kapitalizmin “sınırsız gelişme/kalkınma” ütopyasını paylaşma iştiyakını da eklemek gerek), sadece “özel mülkiyeti ortadan kaldırma”nın tek başına insanca, özgür bir hayatı garanti altına almaya yetmediğini gösteriyor. Yani hayal edilip hayata geçirilmesi gereken yapılar arasında mutlaka bildiğimiz devletlerin yerini alacak (devlet denen heyulayı geleneksel Marksist teoride olduğu gibi “kendiliğinden sönümlenmeye” terk edemeyeceğimizi söyleyen anarşistler son derece haklı çıktılar bana kalırsa!) sahiden denetlenebilir büyüklükte ve şeffaf (demek ki türün kurucusu More’un Ütopya’da yaptığının tersine şeffaflaştırılması, arkasına saklanacak bir yer bulamaması gereken şey, yurttaşların özel hayatı değil, yönetim mekanizmaları olmalı!) kamusal birimler haline getirecek yapıların da mutlaka olması gerek. Sosyalist gelenekteki özyönetim mekanizmalarını günümüz toplumlarının karmaşıklığının bir düzeyde kaçınılmaz kıldığı “temsil” mekanizmalarıyla demokratik bir biçimde kaynaştıracak, “temsil”i olabildiğince zayıflatacak yapılar olmalı bunlar.

Ayrıca yine Marksist geleneğin bazı kollarında olduğu gibi “üretici güçler”in sınırsız gelişimi tabirini yanlış yorumlayarak “kalkınmacılık” paradigmasını canı gönülden destekleme eğiliminin son bulacağı, hayatı doğanın sınırlarını, insan dışındaki canlıların haklarını her yönüyle hesaba katacak ekolojik bir vizyonla uyumlu şekilde düzenleyecek yapı ve mekanizmalar hayal etmek zorundayız. Tabii ki söylemeye gerek yok; insanlık tarihinin en büyük baş belalarından patriyarka, ırkçılık ve etnik, cinsel, dini, kimliksel vs. her türlü ayrımcılığın kaçınılmaz tezahürlerini ıslah etme ve cezalandırmaya yönelik  yapılar da oluşturulmak zorunda hayal edeceğimiz yeni toplumda.

Bir başka önemli nokta: bilimin özgürleşeceği, hayatı acı, angarya ve eziyetten kurtarma amacına hizmet ettiği ölçüde her zaman ilerici olan “teknoloji”nin de kapitalist şirketlerin kârlarını arttırma derdi yerine gerçekten kamunun, bütün insanlığın hizmetine verildiği zaman tekrar sahiden ne kadar heyecan verici hale dönebileceğini, başdöndürücü gelişmelere yol açabileceğini gözler önüne seren hayaller kuracak, teknolojiyi toplumun baştan ayağı yeniden örgütlenmesinin çok önemli bir ayağı olarak selamlayacak ütopyalar da gerek bize.

Bir de –burası sahiden çok önemli- ütopyanın bir ütopyalar çoğulculuğunu içermesi, “kişisel olarak sıkıcı ve boğucu, hatta korkutucu bulduğumuz” ütopyaları reddetmeye de imkân tanıması elzemdir. Jameson, Nozick’ten çıkarak güzel özetliyor bunu: “Ütopya, ütopyalar için bir çerçevedir – insanların ideal toplulukta iyi bir yaşam hayallerinin peşine düşüp bunu gerçekleştirmeye çalışmak için gönüllü olarak bir araya gelme özgürlüğüne sahip oldukları, ama hiç kimsenin kendi Ütopya hayalini diğerine dayatamadığı bir yerdir. Ütopya toplumu ütopyacılığın toplumudur… ütopya meta-ütopyadır”[13]. Jameson Nozick’i alıntılıyor, ama bu satırlarında LeGuin’in, özellikle de Mülksüzler’in derin bir etkisi var bence. LeGuin’in geçmişte Ütopya kurma tasarılarının esasen hep “öklitçi, Avrupalı ve eril” olduğunu; “karanlık, zayıf,  kuru, net, güçlü, katı, etkin, saldırgan, çizgisel, ilerlemeci, yaratıcı, genişlemeci, ilerleyici ve sıcak”, yani yang olduğunu; belki de artık “aydınlık, yaş, muğlak,  zayıf, esnek, edilgin, katılımcı, döngüsel, barışçıl, besleyici, geri çekilen, büzüşen ve soğuk”, yani yin ütopyalar kurmayı deneme zamanı olduğunu söylemesini[14] ben sadece bir edebiyatçı fantazisi, basit ikili karşıtlıkların tersine çevrilmesi gibi görmeyip ciddiye almaktan, özünde bastırılmışları azat etme ve yeni bir dünyanın hayal edilip yaratılmasına onları da sahiden katma çağrısı olarak görmek gerektiğini düşünüyorum.

Yeni bir dünya kurmak mümkün ve bunun için de hemen hemen sadece bu “yapısal” düzeyde sahiden ayrıntılı tutulacak ama bizden sonraki kuşakların müstakbel hayatlarının bütün ayrıntılarını bugünden programlamaya kalkmayacak sosyal ütopyalara ve onlara dayalı, nasıl, hangi mevcut güç ve aktörlerle gerçekleştirileceği netleştirilmiş sade programlara ihtiyacımız olduğu kesin. Tarihin vs. değil de insan varlığının sona ermesinin çok ciddi bir ihtimal haline geldiği bu konjonktürde, artık mütehakkim ütopya geleneğinin eleştirisi kabilinden çok önemli bir işlev görmüş “putkırıcı/bulgulayıcı” ütopya arayışlarıyla yetinemeyiz.

Bir yazı en iyi nasıl biter? Elbette güzel bir Benjamin alıntısıyla: “Bir şeyleri tutmayı yeni öğrenen bir çocuk nasıl elini topa uzattığı kadar aya da uzatırsa, bütün devrimler de gözlerini menzilindeki hedefler kadar halihazırda ütopik olan hedeflere de diker.”[15] Yaşasın ütopya!


[1] Liberallerin ütopya kavramından duydukları tutkulu nefreti, More’un Ütopya’sı için yazdığım uzun sonsözde epey ele aldığım için burada sadece değinip geçiyorum. More’un bu klasik eserini analiz etmeye çalışırken ütopya türünün ortaya çıktığı olağanüstü toplumsal-tarihsel koşullar, türün biçimsel özellikleri, ütopyanın güncelliği vb. gibi meseleleri de tartıştığım bu yazıyı merak eden olursa şuraya bakabilir:  Tuncay Birkan, “Ütopya: Yün Ticareti, ‘Ciddi Oyun’ ve Şeffaflık Üzerine”, Thomas More, Ütopya içinde, çev. T. Birkan, Koridor, 2022, s. 154-204. Zaten şu an okuduğunuz yazının ilk varyantı bu sonsözün bir parçası olarak yazılmıştı.

[2] Terry Eagleton, “Utopias, past and present: why Thomas More remains astonishingly radical”, The Guardian, 16 Ekim 2015 (https://www.theguardian.com/books/2015/oct/16/utopias-past-present-thomas-more-terry-eagleton )

[3] Ruth Levitas, The Concept of Utopia, Peter Lang, 1990, s. 49. Levitas’ın bahsettiği pasajı hatırlayalım: “Komünist toplumun daha yüksek bir evresinde, bireyin işbölümüne köleleştirici bağımlılığı ve bununla birlikte aynı zamanda kafa emeği ile kol emeği arasındaki karşılık ortadan kalktıktan sonra; çalışmak, geçim aracı olmanın ötesine geçip en önemli yaşamsal gereksinim haline geldikten sonra; bireylerin çok yönlü gelişimiyle birlikte üretici güçler de arttıktan ve ortak zenginliğin tüm pınarları gürül gürül akmaya başladıktan sonra, ancak bu noktadan sonra, burjuva hukukunun dar ufku tümüyle aşılabilir ve toplum, bayrağına şunu yazabilir: Herkesten yeteneklerine göre, herkese gereksinimlerine göre!” (Karl Marx,  “Gotha Programının Eleştirisi”, Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programları Üzerine içinde, der. ve çev. Erkin Özalp, Yordam, 2017, s. 28)

[4] David Harvey, Umut Mekanları, çev. Zeynep Gambetti, Metis, 2008 , s. 214.

[5] Adorno Negatif Diyalektik’in bir yerinde ayrıca devrimin eli kulağında olduğu beklentisinin de bu tavırda önemli bir rol oynadığını vurgular: “Marx ve Engels’i insanın ilk günahını, kadim tarihini mübadele ilişkisinin bütüncüllüğüne kenetlenmiş, bizzat geç bir kavram olan ekonomi politiğe tercüme etmeye teşvik eden şey, eli kulağındaki devrim beklentisiydi. Devrimin hemen ertesi gün gerçekleşmesini istediklerinden, bir tehdit oluşturan oluşumları yok etmek en güncel öncelikleriydi, bu akımların zamanında Spartakus’un ya da ayaklanan köylülerin alt edildiği gibi alt edileceğinden korkuyorlardı. Ütopyanın gerçekleşmesini arzulayan ütopya düşmanlarıydı onlar”(Theodor W. Adorno, Negatif Diyalektik, çev. Şeyda Öztürk, Metis, 2016, s. 288).

[6] Fredric Jameson, Ütopya Denen Arzu, çev. F. B. Aydar, Metis, 2009, s. 16. Bu cümlenin öncesinde “Sartre’ın kusurlu bir komünizmle ondan da kabul edilemez olan bir anti-komünizm arasında kendine bir yol bulabilmek için icat ettiği dahiyane siyasal slogan”dan, yani “anti-anti-komünizm”den bahsetmiş olan Jameson aktardığım cümleyi şöyle bitiriyor aslında: “…açısından,  anti-anti-ütopyacılık en iyi slogan olabilir.” Çok şık bir çözüm! Ama insanda bir eksiklik hissi de bırakmadığını söyleyemem.

[7] Ernst Bloch-Theodor Adorno, “Bir Şeyler Eksik. Ütopik Özlemin Çelişkileri Üzerine”, çev. H. Hünler, Defter, Sayı 42, Kış 2001. Alıntılar sırasıyla s. 161 ve 153’ten. İkinci alıntının çevirisindeki “hakiki-sahte” terimlerini “doğru-yanlış” olarak ben değiştirdim.

[8] Jameson, a.g.y., s. 236. Adorno’nun “kavramsız olan”la ilgili tespitini bir “bilgi ütopyası”ndan bahsederken yapması anlamlı geliyor bana: “Kavramların soyut kapsamları aşıldığında karşılaşılacak olan hakikat her ne ise, ancak kavramlar tarafından bastırılmış, hor görülmüş ve bir kenara atılmış unsurların sahnesinde arzı endam eder. Bilginin ütopyası kavramsız olanın üzerini kavramla açmak ama bunu, onu kavramla eşitlemeden yapmaktır.” (Adorno, Negatif Diyalektik, s. 19). Ütopyanın ayrıntılandırılıp somutlaştırılması da kavramıyla eşitlenmesi, bilgi ütopyasının kaba ihlali demek olacaktır ona göre, diyebiliriz o halde.

[9] Russell Jacoby, Picture Imperfect.Utopian Thought for an Anti-Utopian Age, Columbia University Press, 2005. Alıntılar sırasıyla s. xiv-v ve 13.

[10] Abensour’un kitaplarına, özellikle de More ile Benjamin’ bir arada düşünen kitabına ulaşmayı maalesef başaramadığım için çeşitli kaynaklarda aktarılanlardan yola çıkarak yapıyorum bu özeti.

[11] Abensour’dan aktaran Raymond Williams, “Utopia and Science Fiction”, Problems in Materialism and Culture, Verso, 2005 [1980], s. 202.

[12] Williams, a.g.y., s. 203.

[13] Jameson, s. 293

[14] Ursula K. LeGuin, “A Non-Euclidean View of California as a Cold Place to Be”, Thomas More, Utopia, Verso, 2016 içinde.

[15] Benjamin fragman olarak kalan “A Different Utopian Will” (Selected Writing, cilt 3, 1935-38, Belknap Press, s. 135) yazısındaki bu cümleyi sonra meşhur “Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri” yazısının bir varyantına not olarak eklerken “bütün devrimler”i “canlanmaya/asabiyet kazanmaya [innervation] çabalayan insanlık” olarak değiştirmiş. Sanırım bizim bağlamımızda bu ikincisi daha bir yerine oturuyor.

Exit mobile version