Birçok liberal ve Solcu, koronavirüsü salgınının, halkın kontrolüne ve düzenlenmesine dönük tedbirlerin meşrulaşmasına ve temellendirilmesine nasıl da hizmet ettiğinden söz etti, ki bu demokratik Batı toplumlarında şu ana kadar düşünülemez bir durumdu. Peki İtalya’nın böylesine tümden tecrit hali, totaliterlerin ıslak rüyalarının gerçeğe dönüşmesi değil midir? Dijitalize edilmiş sosyal kontrol biçimlerinin çoktan geniş bir biçimde uygulandığı Çin’in (en azından göründüğü kadarıyla), iş felaket boyutlarında salgınlarla baş etmeye gelince, en donanımlı devlet olmasına şaşırmamak lazım. Peki bu, en azından belli açılardan, Çin’in geleceğimiz olduğu anlamına mı gelir? Küresel bir istisna haline mi gidiyoruz? Giorgio Agamben’in yaptığı analiz yeniden güncelleşiyor mu?
Agamben, sürmekte olan salgınlarda devlet kontrolünün fiili işlevinin önemli bir veçhesini betimliyor. Fakat hala izaha muhtaç sorular var: Neden Devlet iktidarı, beraberinde devlete karşı güvensizliği getiren (çaresiz kaldılar, yeteri kadarını yapamıyorlar), ayrıca sermayenin mükemmel yeniden üretimini bozan böyle bir paniği desteklemek istesin ki?
Agamben’in bizzat şu sonuca varması şaşırtıcı değil: koronavirüsü salgınına yaklaşımı, konu hakkında yazanların çoğunluğundan daha radikal bir biçimde farklıydı. O, “varsayımsal bir koronavirüsü salgınına karşı alınan hummalı, irrasyonel ve hepten yersiz acil durum önlemleri”nden şikayet etti, ki bu virüs ona göre gribin bir versiyonuydu, ardından şöyle soruyordu: “Gerçek durum buysa neden medya ve yetkililer, panik havası yaratarak hareketi ciddi oranda kısıtlayacak ve bütün bölgelerde gündelik yaşamın ve iş etkinliklerinin askıya alınmasına neden olacak gerçek bir istisna halini kışkırtmak için ellerinden geleni yapıyorlar?”[i]
Agamben’e göre, bu “ölçüsüz yanıt”ın esas sebebi, “istisna halini normal bir yönetim paradigması olarak kullanma eğiliminin artması”dır. Dayatılan bu tedbirler, iktidara idari kararlarla bizim özgürlüğümüzü kısıtlama olanağı verir. “Bu kısıtlamaların NRC’ye göre her sene etkisi altında kaldığımız grip vakalarından pek de farklı olmayan normal bir grip tehdidi karşısında epey ölçüsüz olduğu barizdir. Terörizmin istisnai önlemler almaya bahane olarak kullanılma ihtimali tüketildiğinde, bir salgın icat etmenin her türlü kısıtlamanın ötesinde böylesi önlemleri genişletmeye ideal bir bahane olduğu pekala söylenebilir.” İkinci sebep ise “son yıllarda tek tek şahısların bilincine yayılan ve kolektif panik hallerine dönük gerçek bir gereksinime dönüşen korku halidir, salgın buna da ideal bir bahane sunar.”
Agamben, sürmekte olan salgınlarda devlet kontrolünün fiili işlevinin önemli bir veçhesini betimliyor. Fakat hala izaha muhtaç sorular var: Neden Devlet iktidarı, beraberinde devlete karşı güvensizliği getiren (çaresiz kaldılar, yeterli değiller), ayrıca sermayenin tıkır tıkır işleyen yeniden üretimini bozan böyle bir paniği desteklemek istesin ki? Gerçekten kendi sultasını canlandırmak için küresel bir ekonomik krizi tetiklemek sermayenin ve devlet iktidarının çıkarına mı? Yalnızca sıradan insanların değil aynı zamanda devletin ta kendisinin de panik içinde olduğunu, durumu kontrol edemediğinin tamamen farkında olduğunu gösteren bariz işaretler aslında sadece savaş hilesi mi?
Alternatif sağ (alt-right) ve sahte Solun her ikisi de salgının tüm gerçekliğini kabul etmeyi reddediyor ve onu indirgemeci bir sosyal-inşacılık üzerinden sulandırıyor, söz gelimi salgını, sosyal çıkarımları adına kınıyorlar.
Agamben’in tepkisi, virüsün yayılmasıyla ortaya çıkan “abartılı panik”i, toplumsal kontrol amaçlı iktidar uygulamalarıyla dizginsiz bir ırkçılığın ifadesi olan belli unsurların karışımı olarak gören yaygın Sol duruşun uç bir formu (“ya doğayı ya da Çin’i suçla”). Gelin görün ki böyle toplumsal bir yorum tehdidin gerçekliğini ortadan kaldırmıyor. Bu realite bizi kendi özgürlüklerimizi azaltmaya itiyor mu? Karantinalar ve diğer tedbirler elbette özgürlüğümüzü kısıtlarlar, bu konuda olası istismarları ortaya çıkarmak için yeni Assange’lar lazım. Fakat viral enfeksiyon tehdidi, yeni yerel ve küresel dayanışma biçimlerine muhteşem bir ivme verdi, dahası bizzat iktidarı kontrol etme gereksinimini aşikâr hale getirdi. İnsanlar devleti sorumlu tutmakta haklılar: İktidar sende, hadi göster ne yapabileceğini! Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı zorluk, Çin’in yaptığının daha demokratik ve daha şeffaf bir şekilde yapılabileceğini ispat etmektir:
“Çin, Batı Avrupa ve Amerika için, muhtemelen kendi aleyhlerine olacak şekilde, tolere etmesi pek mümkün olmayan birçok tedbir uyguladı. Açıkça söylemek gerekirse, hayatta kalma adına yürütülen bütün değerlendirme ve modellendirme biçimlerini ‘denetim’, aktif yönetimi ise ‘sosyal kontrol’ olarak yorumlamak bir hatadır”. Bu müdahalelere dair daha farklı ve incelikli bir sözlükçeye ihtiyacımız var.”[ii]
Her şey bu “daha incelikli bir sözlükçe”ye varıyor: salgının gerektirdiği tedbirler otomatik olarak, Foucault gibi düşünürlerin ortaya attığı olağan denetim ve kontrol paradigmasına indirgenmemeli. Beni bugün Çin’in uyguladığı tedbirlerden (ve İtalya’nın ve…) daha çok korkutan şey, yetkililer gerçek verileri manipüle edip gizlediğinden, bu tedbirlerin salgını kontrol altına alamayacak şekilde uygulanmasıdır.
Alternatif sağ (alt-right) ve sahte Solun her ikisi de salgının tüm gerçekliğini kabul etmeyi reddediyor ve onu indirgemeci bir sosyal-inşacılık üzerinden sulandırıyor, söz gelimi salgını, sosyal çıkarımları adına kınıyorlar. Trump ve partizanları, sürekli, salgının Trump’ın gelecek seçimleri kaybetmesi için kurulmuş, Demokratlar ve Çin menşeili bir komplo olduğunda ısrar ediyor, onlar bunu derken Sol görüşten bazıları ise devlet ve sağlık mercilerince sunulan tedbirleri yabancı düşmanlığıyla suçluyor, bu yüzden tokalaşmaya falan devam ediyorlar. Böylesi bir durum, mevcut halin paradoksunu kaçırıyor: el sıkışmamak ve gerekirse kendini diğerlerinden izole etmek bugün bir dayanışma biçimiDİR.
Bugün kimin gücü tokalaşmaya ve sarılmaya yetebilir? Ayrıcalıklı olanların. Boccacio’nun Decameron’u, şehri kırıp geçiren vebadan kaçmak için Floransa’nın çeperinde yer alan terk edilmiş bir köşkte barınan yedi genç kadın ve üç genç erkeğin anlattığı öykülerden oluşur. Mali elitler, tecrit edilmiş bölgelere çekilip Decameron tarzı hikayeler anlatarak kendilerini eğlendirecekler. (Çok zenginlerimiz özel uçaklarına üşüşüp Karayipler’deki kendilerine mahsus ufak adalarına gittiler bile). Bizler, yani virüslerle birlikte yaşamaya mecbur olan sıradan insanlar ise durmaksızın tekrarlanan “paniğe gerek yok” formülünün bombardımanına tutulup akabinde yalnızca paniği tetikleyecek verilerle baş başa kalıyoruz. [iii]Vaziyet, komünist bir ülkede geçen gençliğimi hatırlatıyor: ne zaman hükümet yetkilileri halkı paniğe kapılmalarını gerektirecek hiçbir şey olmadığı hususunda temin etse, hepimiz bu güvencelerin aslında onların çok net panik içinde olduğunu gösterdiğini düşünürdük.
Ama panik gerçek tehditlerle başa çıkmak için uygun bir yol değildir. Panik içinde tepki vermek aslında tehdidi çok da ciddiye almadığımızı gösterir. Aksine önemsizleştiriyoruzdur. Sadece haddinden fazla tuvalet kağıdı satın almanın ne kadar saçma olduğunu düşünün: sanki ölümcül bir salgında tek derdimiz yeterli sayıda tuvalet kağıdıymış gibi. Peki koronavirüsü salgınına verilecek uygun tepki ne olabilir? Ne ders almalıyız, salgını ciddiyetle karşılamak için ne yapmalıyız?
Koronavirüsü salgınının komünizme yeniden yükselme şansı verebileceğini söylediğimde, beklendiği gibi iddiam alaya alındı. Hem de krize dönük Çin devletinin ciddi yaklaşımının işe yaradığının görülmesine rağmen, – en azından şu an İtalya’dan daha iyi durumda, aynı zamanda iktidardaki komünistlerin eski otoriter mantığı da açıkça kendi sınırlılıklarını ortaya koydu. Bu sınırlılıklardan biri şuydu: kötü haberleri yöneticilere (ve kamuoyuna) iletmekten duyulan korku, karşılaşılacak sonuçlardan duyulan korkuya ağır bastı – söylenenlere bakılırsa, salgının başında yeni virüse dair bilgi paylaşanların gözaltına alınması belli ki bu sebepten gerçekleşti ve haberlere göre şimdi de buna benzer olaylar meydana gelmekte:
“Koronavirüsü nedeniyle duran Çin’i yeniden işinin başına koşmak için yapılan baskı, eskiden cazip gelen bir müdahaleyi yeniden gündeme getiriyor: verileri, üst düzey yetkililerin görmek istediklerini gösterecek şekilde manipüle et,” diye aktarıyor Bloomberg. “Bu olay, doğu sahilindeki bir endüstri merkezi olan Zheijang bölgesinde, elektrik tüketimi üzerinden vuku buluyor. Meseleye aşina olan insanlara göre, en az üç şehirde, yerel fabrikalara belli enerji tüketimi hedeflerine ulaşmaları gerektiği söylendi, çünkü bu verileri üretimin yeniden canlandığını göstermek için kullanacaklardı. İnsanlar, bu durumun kimi kuruluşları boş dahi olsa tesislerinin çarklarını döndürmeye yönelttiğini söylüyor.”
İktidardakiler bu hileyi fark ettiğinde ne olacağını da tahmin edebiliriz: yerel yetkililer sabotajla suçlanıp ağır şekilde cezalandırılacak, böylelikle kısır döngü içinde güvensizlik yeniden yeniden üretilecek… Salgınla Çin’in nasıl mücadele ettiğini ortaya çıkarmak için Çinli bir Julian Assange gerekiyor. Peki komünizm bu değilse komünizm derken aklımda ne var, neyi kast ediyorum? Anlamak için DSÖ’nün yakın zamanda yaptığı kamuoyu açıklamasını okumak yeterli:
Geçtiğimiz hafta DSÖ başkanı Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus, dünyanın dört bir yanında halk sağlığı yetkilileri virüsün yayılmasıyla başarılı biçimde mücadele etme kabiliyetine sahip olsa da örgütün, bazı ülkelerdeki siyasi kararlılık seviyesinin tehdidin seviyesi ile örtüşmediğinden kaygılandığını söyledi. “Bu bir tatbikat değil. Şimdi vazgeçmenin zamanı değil. Şimdi mazeret bulmanın zamanı değil. Şimdi var gücümüzle çalışma zamanı. Ülkeler bunun gibi senaryolar için onlarca yıldır hazırlık yapıyor. Şimdi bu planları hayata geçirme zamanı,” diyor Tedros. “Bu salgın geri püskürtülebilir ama ancak tüm hükümet mekanizmasını işin içine dahil eden kolektif, koordine ve kapsamlı bir yaklaşımla.”
Böylesi kapsamlı bir yaklaşımın, tek tek hükümetlerin ötesine geçmesi gerektiğini ekleyebiliriz: Güçlü ve etkili bir uluslararası koordinasyon ve işbirliğinin yanı sıra, devlet denetiminin dışında yerel halk seferberliğini de kapsamalıdır. Solunum sorunlarıyla binlerce insan hastanelik olacaksa, çok ama çok daha fazla solunum cihazına ihtiyaç olacaktır, bunları hazır etmek için devlet savaş koşullarında binlerce silah gerektiğinde nasıl müdahale ediyorsa aynen o şekilde doğrudan müdahale etmeli ve diğer devletlerin işbirliğine de başvurmalıdır. Tıpkı bir askeri kampanyada olduğu gibi, bilgi paylaşımı yapılmalı ve planlar tam manasıyla koordine edilmelidir – Bugün ihtiyaç duyduğumuz ‘komünizm’den kastım BUDUR. Ya da Will Hutton’ın tarif ettiği üzere:“Şimdi, krizlere ve salgınlara yatkın, her tür düzenlemeden azade serbest piyasa küreselleşmesi kesinlikle ölmekte. Ama karşılıklı birbirimize bağımlı olduğumuzu, kanıtlara dayanan kolektif eylemin önceliğini kabul eden başka bir küreselleşme biçimi doğmakta.” Şu an halen hakim olan duruş şu: “Her ülke tek başına kendisi için mücadele eder.” Will Hutton Guardian‘da bunu şöyle ifade etmiş: “Yerel eksikliklerin ve salgını kontrol altına almaya dönük plansız, ilkel yaklaşımların ortasında, ülkeler tek tek krizle ilgili kendi münferit analizlerine döndü, bu yüzden tıbbi malzemeler gibi kilit önemdeki ürünlerin ihracına ulusal yasaklamalar getirildi.”
Koronavirüsü salgını sadece piyasa ekonomisine dayalı küreselleşmenin sınırlarına işaret etmekle kalmıyor, aynı zamanda devletin tam bağımsızlığında ısrar eden milliyetçi popülizmin sınırlarının daha bile ölümcül olduğunu gösteriyor: ‘Önce Amerika (ya da her kimse)!’ sloganı artık bitti, çünkü Amerika ancak küresel işbirliği ve koordinasyon sayesinde kurtarılabilir. Ütopyacı değilim, insanlar arasında ideal bir dayanışmanın kurulması çağrısında bulunmuyorum. Aksine, mevcut kriz, küresel dayanışma ve işbirliğinin tek tek hepimizin hayatta kalabilmesi için nasıl gerekli olduğunu, yapılacak tek rasyonel bencilce şeyin bu olduğunu net şekilde gösteriyor. Ve mesele sadece korona virüsü de değil: bizzat Çin aylar önce dev bir domuz gribi salgını geçirdi, şimdi de bir çekirge istilası ihtimali ile karşı karşıya. Artı, Owen Jones’un da dediği gibi, iklim krizi dünya üzerinde muhtemelen korona virüsünden daha çok insanı öldürüyor ama bu konuda ortada bir panik yok.
Sinik dirimselci bir bakış açısıyla, korona virüsüne, insanlığın çürümüş otları ayıklarcasına yaşlı, zayıf ve hastalardan kurtulmasına imkan veren, küresel sağlığa katkıda bulunacak faydalı bir enfeksiyon gözüyle bakmak insanın aklını çelebilir. Benim savunduğum kapsamlı komünist yaklaşım ise böylesi dirimselci bir bakış açısını gerçekten ardımızda bırakmamızın tek yoludur. Süregiden tartışmalarda, koşulsuz dayanışmanın engellendiğini gösteren işaretler halihazırda ortaya çıkmış durumda. Birleşik Krallık’ta salgınların daha felaket-vari bir hal alması durumunda “üç akil adam”ın rolüne ilişkin şu notta olduğu gibi: “Deneyimli doktorlar, Britanya’da ciddi bir koronavirüsü salgınının patlak vermesiyle yoğun bakım ünitelerinin yetersiz kalması halinde, Ulusal Sağlık Sistemi hastalarının hayat kurtaran tedavilerden mahrum bırakılabileceği konusunda uyarıda bulunuyorlar. Buna benzer bir “üç akil adam” protokolü uygulamaya konması halinde, hastanelerin hastalarla dolup taşması durumunda, her hastanede üç üst düzey danışman, solunum desteği ve yatak gibi bakım hizmetlerinin kimlere verileceğine karar vermek zorunda kalacaktır.”Bu “üç akil adam” hangi kriterlere göre karar verecek? En zayıf ve yaşlıları mı kurban edecek? Peki bu durum çok derin bir yozlaşmaya zemin hazırlamayacak mı? Bu gibi prosedürler en güçlü olanın hayatta kalmasına dayalı en zalimane mantığı uygulamaya geçirmeye hazır hale geldiğimizi göstermiyor mu? Dolayısıyla, bir kez daha tekrarlayalım, nihai bir tercihle karşı karşıyayız: bu yolu mu yoksa yeni baştan tasarlanmış bir komünizm türünü mü seçeceğiz?
Fakat işler bundan da derine iniyor. Özellikle can sıkıcı bulduğum şey, ne zaman medyada bir yerlerin kapatıldığından veya bir şeylerin iptal olduğundan bahsedilecek olsa, illa bunun belli bir zaman zarfında yapılacağının eklenmesi: “Okullar 4 Nisana kadar kapalı olacak” formülü. Büyük beklenti şu: salgın süratle gelmesi gereken zirve noktasına ulaştıktan sonra, şeyler normale dönecek. Bu bağlamda, hali hazırda bir üniversite sempozyumunun Eylül’e ertelendiği bilgisini aldım. Yakalanması gereken nokta şu, nihayetinde hayat normale dönse bile, bu bizim salgından önce bıraktığımız normallik olmayacak. Günlük hayatımızın bir parçası olmuş olan şeyler artık böyle verili kabul edilemeyecek; artık bir köşede gizlenmiş daimî tehditlerle dolu çok daha kırılgan bir yaşamı sürdürebilmeyi öğrenmemiz gerekecek.[iv]
Bu yüzden viral salgınların, diğer insanlarla ve kendi bedenlerimiz dahil etrafımızdaki nesnelerle olan en temel ilişkilerimizi etkilemesi beklenebilir; (görünmez) kirli olabilecek şeylere dokunmaktan kaçınmak gibi: tutamaklara dokunma, klozete veya banklara oturma, insanlarla kucaklaşma veya insanların elini sıkma. Spontane jestlerimiz karşısında bile belki ihtiyatlı olacağız: burnuna dokunma veya gözlerini ovuşturma. Yani, bizleri sadece devlet veya diğer kurumlar kontrol etmeyecek, kendimizi kontrol etmeyi ve disipline sokmayı da öğrenmemiz lazım. Belki sadece sanal gerçek güvenli görülecek, açık havada özgürce hareket etmek sadece ultra zenginlerin adalarında mümkün olacak.
Burada, sanal gerçeklik ve internet düzeyinde bile, son yıllarda “virüs” veya “viral” sözcüklerinin genellikle web-ortamına bulaşan, yıkıcı güçleri (diyelim verilerimizi veya hard diskimizi mahvetme gücü) kendini gösterene kadar farkında bile olmadığımız dijital virüsleri ifade etmek için kullanıldığını anımsamamız gerek. Şu anda kavramın harfi harfine, orijinal anlamına muazzam bir dönüş yapıldığını görüyoruz: viral enfeksiyon, gerçek ve sanal her iki yönde de bir arada gidiyor.
O halde, hayata ve diğer yaşam biçimleriyle birlikte yaşayan varlıklar olarak var oluşumuza karşı tüm duruşumuzu değiştirmek mecburiyetindeyiz. Diğer bir ifadeyle, “felsefe”den anladığımız şey, yaşama dair temel yönelimimiz ise, gerçek bir felsefi devrimi deneyimlememiz gerekecek. Belki koronavirüs salgınına karşı gösterdiğimiz reaksiyon hakkında Elisabeth Kübler-Ross’tan bir şeyler öğrenebiliriz. O, ‘Ölüm ve Ölme Üzerine’ isimli eserinde, ölümcül bir hastalığa sahip olduğunu öğrendikten sonra insanın nasıl tepki gösterdiğini anlatan beş aşamalı meşhur bir şema önerdi: inkar: (durumu kabul etmeyi reddederiz: “Hayır, olamaz, benim başıma gelmiş olamaz”); öfke (durumu inkar edemediğimizde patlarız: “Neden ben?”); pazarlık “(olacakları erteleyebileceğimizi veya durumun etkisini azaltabileceğimizi umarız: “Hiç olmazsa çocuklarımın mezuniyetini görsem); depresyon (libidinal yatırım geri çekilir: “Nihayetinde öleceğim, ne diye uğraşıp durayım ki”) ve kabul (“Ölüme direnemem, bari kendimi buna hazırlayayım”).[v] Ardından, Kübler-Ross bu aşamaları, yıkıcı herhangi bir şahsi kayba uygular (işsizlik, sevilen birinin ölümü, boşanma, madde bağımlılığı), ayrıca bu beş aşamanın hep aynı şekilde birbirini takip etmediğini, ne de bu beş aşamanın tüm hastalarca tecrübe edildiğini vurgular.
Ne zaman toplum travmatik bir kırılmayla karşı karşıya kalsa, bu beş aşama fark edilebilir. Ekolojik felaket tehdidini ele alalım mesela: önce onu inkar etmeye meylederiz (bu sadece bir paranoya, ne olmuş yani, meteorolojik düzende birkaç olası dalgalanma görülmüş); sonra öfke gelir (havayı kirleten büyük şirketlere, tehlikeyi umursamayan hükümetlere); bunu pazarlık izler (çöplerimizi geri dönüştürürsek, belki biraz zaman kazanabiliriz; hem iyi yanları da var bu küresel ısınmanın, Grönland’da sebze yetiştirebiliriz, gemiler Çin’den Amerika’ya kuzeydeki rotayı kullanarak daha hızlı gidebilir, Sibirya’daki bereketli alanlar donmuş toprakların erimesi sayesinde kullanılabilir…), depresyon (artık çok geç, mahvolduk…), ve nihayet kabul: ciddi tehditlerle karşı karşıyayız ve tüm hayat şeklimizi değiştirmemiz gerek!
O halde, hayata ve diğer yaşam biçimleri arasında yaşayan varlıklar olarak var oluşumuza karşı tüm duruşumuzu değiştirmek mecburiyetindeyiz. Diğer bir ifadeyle, “felsefe”den anladığımız şey, yaşama dair temel yönelimimiz ise, gerçek bir felsefi devrimi deneyimlememiz gerekecek.
Aynı şey hayatlarımızın dijital olarak kontrol edilmesinin yol açtığı gitgide büyüyen tehdit için de geçerlidir: önce bunu reddetmeye meylederiz (bu sadece bir abartı, bir Solcu paranoyası, hiçbir ajans bizim günlük aktivitelerimizi kontrol edemez…), sonra bir öfke patlaması yaşarız (bizi bizden iyi bilen ve bu bilgileri bizi manipüle edip kontrol altına almak için kullanan büyük şirketlere ve gizli devlet dairelerine), bunu bir pazarlık takip eder (otoriteler teröristleri aramakta haklılar ama bunu bizim gizliliğimizi ihlal etmeden yapsınlar..), depresyon (hayır artık çok geç, gizli saklı hiçbir şeyimiz kalmadı, kişisel özgürlüğün devri bitti), ve nihayetinde kabul: dijital kontrol özgürlüğümüzü tehdit ediyor, kamunun her veçhesini bilmesini sağlamalıyız ve bu konuda savaşmalıyız!
Politik alanda dahi, aynı şey Trump’ın başkanlığınca sarsıntıya uğramış kişiler için de geçerlidir: İlk olarak inkar vardı (endişelenmeyin canım, Trump sadece yapmacık yapmacık davranıyor, iktidara gelse de hiçbir şey değişmez), bunu öfke takip eder (iktidarı almasını sağlayan karanlık güçlere, onu destekleyen ve ahlaki var oluşumuzu tehdit eden popülistlere) ve pazarlık başlar (henüz her şey kaybedilmedi, belki Trump dizginlenebilir, bazı aşırılıklarına tahammül edelim), sonra depresyon gelir (faşizme giden yoldayız, Amerika’da demokrasi falan kalmadı) ve kabul: Amerika’da yeni bir siyasi rejim var, Amerikan demokrasisinin eski, güzel günleri sona erdi, hadi tehlikeyle yüzleşelim ve sakince Trump popülizmini nasıl yeneceğimizi planlayalım.
Orta Çağ’da, vebadan etkilenen kasabalarda halk hastalığın emarelerine karşı buna benzer bir tepki verirdi: Önce inkar ederlerdi, sonra öfke gelirdi (cezalandırılmamıza neden olan günahkar yaşamlarımıza, hatta buna izin veren zalim Tanrı’ya), sonrasında pazarlık gelirdi (çok da kötü değil, hasta kimse ondan uzak duralım yeter…) ve depresyon (hayatımız bitti…), ve sonra ilginç bir şekilde sefahat alemleri başlardı (bizim hayatımız bitti hala mümkün olan zevklere sarılalım- alkol, seks…), ve nihayetinde, kabullenme: İşte buradayız, hadi mümkün mertebe hayat normal seyrinde akıyormuş gibi davranalım…
2019 yılının sonunda patlak veren koronavirüs salgınına karşı da böyle tepki vermiyor muyuz? Başta inkar vardı (ciddi bir şey yok, bazı sorumsuz bireyler panik yayıyorlar); sonra öfke (genelde ırkçı ya da devlet karşıtı biçimde: pis Çinliler suçlu, devletimiz yeterince etkin değil…); ardından pazarlık gelir (tamam, bazı mağdurlar var ama SARS’a göre daha az ve zararı sınırlayabiliriz…); bu da işe yaramazsa, depresyon yükselir (bizi kandırmayın, hepimiz hapı yuttuk). Peki, bu durumda kabul neye benzer? Salgının son toplumsal eylemler dalgasına benzer özellikler göstermesi tuhaftır (Hong Kong Ya da Fransa’daki gibi eylemlerin): bu eylemler bir an patlak verip sona ermiyor, daha ziyade kalıyor ve sebat ediyorlar, hayatlarımıza daimî bir korku ve kırılganlık getiriyorlar. Fakat bu kabul iki yönlü olabilir. Hastalığın yeniden normalleştirilmesi anlamına gelebilir: TAMAM, insanlar ölmeye devam edecekler fakat hayat da devam edecek, hatta belki iyi etkileri bile olabilir. Ya da bu kabul bizi panik ve yanılsamalardan uzak harekete geçmeye, kolektif dayanışma içinde davranmaya sevk edebilir (ve etmelidir de).
Kabul etmemiz gereken, uzlaşmamız gereken şey şu: hayatın bir alt tabakası var, bu zombi-vari, aptalca kendini tekrar eden, cinsellik-öncesi, virüslere mahsus yaşamın katmanı bu. Hep vardı ve hep karanlık bir gölge olarak bizimle birlikte olacak, hayatımızı tehdit edecek ve en ummadığımız anda birden patlayıverecek. Daha genel bir düzeyde, viral salgınlar, bize hayatımızın nihai olumsallığını ve anlamsızlığını hatırlatır. Bizler, insanlık olarak ne kadar muhteşem manevi yapılar ortaya çıkarsak da virüs veya asteroid gibi aptal bir doğal tesadüf, her şeyi sona erdirebilir… İnsanlık olarak, bizim de bilmeden buna katkıda bulanabileceğimizi öne süren ekolojik dersten bahsetmiyorum bile.
Bu hususu daha açık hale getirmek için, izninizle utanmadan çok meşhur bir ifadeyi alıntılıyorum: virüsler “bir protein içinde RNA veya DNA’dan birisi ile nükleik asitten oluşan genellikle ultra mikroskobik, her türlü bulaşıcı ajandır: hayvanlara, bitkilere, bakterilere bulaşırlar ve kendilerini sadece yaşayan hücrelerin içinde kopyalayabilir. Virüsler, canlı olmayan kimyasal birimler olarak görülür, bazen de canlı organizmalar olarak adlandırılırlar.” Hayat ve ölüm arasındaki bu salınım kritiktir: virüsler terimin genel anlamında ne canlı ne de ölüdürler. Onlar yaşayan ölülerdir. Bir virüs kendini kopyalama çabası sayesinde yaşar, fakat bu bir tür sıfır-seviyesinde yaşam, ölüm itkisinden çok tekrarın ve çoğalmanın en budalaca seviyesinde yaşamın biyolojik karikatürüdür. Gelin görün ki, virüsler daha kompleks yapıların kendinden neşet edip geliştiği temel yaşam formları da değildir. Onlar tamamen asalak yapılardır. Kendilerini daha gelişmiş organizmaları enfekte ederek kopyalarlar (virüs bize bulaştığında, ona basit bir kopyalama makinesi olarak hizmet ederiz). Virüsün gizemi de karşıtların böylece birbirine tesadüf etmesidir – temel ve asalak olan: Onlar Schelling’in “der nie aufhebbare Rest” dediği vakalardır: daha üst düzey çoğaltma mekanizmalarının işleyişinde görülen arızaların ürünü olarak ortaya çıkan ve bu mekanizmalara musallat olan (onlara bulaşan) bir kalıntıdır; daha üst düzey bir yaşamın alt momenti olarak asla yeniden ona entegre edilemeyen bir kalıntı.
Kabul etmemiz gereken, uzlaşmamız gereken şey şu: hayatın bir alt tabakası var, bu zombi-vari, aptalca kendini tekrar eden, cinsellik-öncesi, virüslere mahsus yaşamın katmanı bu.
Bu noktada Hegel’in “spekülatif muhakeme” dediği şeyle karşı karşıya kalırız: en yüksek ve en alt düzeyin özdeşliği iddiası. Hegel’in Tin’in Fenomenolojisi’nde yer alan frenoloji analizinde görülen en bildik örnek, “Tin kemiktir” ifadesidir, bizim örneğimiz ise “Tin bir virüstür” olmalı. İnsan tini, aynı zamanda insan hayvanını parazitleştiren ve kendi kendini yeniden üretmek adına onu sömüren, hatta bazen onu yok etmekle tehdit eden bir tür virüs değil midir? Ve tinin aracının dil olduğu düşünüldüğünde, en temel seviyede, dilin aynı zamanda mekanik bir şey olduğunu, öğrenip takip ettiğimiz kurallara dair olduğunu unutmamalıyız.
Richard Dawkins memlerin, insan zihnini “kolonize eden” parazit teşekküller olduğunu, insan zihnini kendilerini çoğaltmak için kullanan aklın virüsleri olduğunu iddia etti. Kaynağı Leo Tolstoy’dan başkası olmayan bir fikirdir bu. Tolstoy genelde Dostoyevski’den daha az ilgi çekici olduğu düşünülen bir yazardır- Dostoyevski’nin varoluşsal kaygısının aksine kendisine modernitede yer olmayan umutsuzca modası geçmiş bir realisttir. Belki de Tolstoy’un ve – Dawkins’in mem kavramında yankı bulan- eşsiz sanat ve genel anlamda insanlık kuramının itibarını iade etme zamanı gelmiştir. “İnsan, enfekte olmuş bir beyne sahip, milyonlarca kültürel ortak-yaşara ev sahipliği yapan bir insanımsıdır, bunu mümkün kılan belli başlı yapılar ise dil adı verilen ortak-yaşar sistemlerdir”[vi]. Bu pasaj Dennett’in midir yoksa sadece Tolstoy’a mı aittir? Tolstoy antropolojisinin temel kategorisi bulaşmadır: İnsan öznesi, bulaşıcı basili gibi bir kişiden diğerine bulaşan duygulanım dolu kültürel unsurların bulaştığı edilgen, boş bir ortamdır. Ve Tolstoy sadede gelir: O, bu duygulanımsal bulaşıların karşısına hakiki bir manevi özerkliği koymaz; bulaşıcı basiliden kurtularak olgun, özerk, etik bir özne olma yolunda kendini eğiten kahraman-vari bir vizyon öne sürmez. Tek mücadele, iyi huylu ve kötü huylu enfeksiyonlar arasındaki mücadeledir: Hristiyanlık başlı başına bir enfeksiyondur, -Tolstoy için- iyi huylulardandır.
Belki, bu süregiden viral epidemiden öğrendiğimiz en rahatsız edici şey şudur: Doğa bize virüslerle saldırdığında, bu bize kendi mesajımızı geri göndermenin bir yoludur. Burada mesaj ise şudur: Bana yapmış olduğun şeyi, işte şimdi sana ben de yapıyorum.
Philosophical Salon‘da yer alan bu yazıyı Türkçe’ye Mehmet Semih Öztekin, Koray Kırmızısakal ve Öznur Karakaş çevirmiştir.
[i] Giorgio Agamben’in tırnak içindeki alıntıları için kaynak metin kullanıldı. Sözü edilen metnin çevirisi sitemizde yayılandı: https://terrabayt.com/dusunce/covid-19-gerekcesiz-bir-acil-durumun-yarattigi-istisna-hali/ (ed. notu)
[ii] Benjamin Bratton, kişisel görüşme.
[iii] Bu cümleden itibaren izleyen sekiz paragraf, Zizek’in daha önce yayınladığımız, https://terrabayt.com/dusunce/zizek-koronavirusu-karar-vermeye-zorluyor-ya-kuresel-komunizm-ya-orman-kanunlari/ yazısında birebir mevcut bulunuyor. Bu kısımları yayınladığımız yazıdaki halleriyle kullandık. (ed. notu)
[iv] Sonraki iki paragraf, Zizek’in daha önce yayınladığımız, https://terrabayt.com/manset/zizek-koronavirusu-kapitalizme-kill-bill-vari-bir-darbedir-komunizmin-yeniden-icat-edilmesine-yol-acabilir/ yazısında mevcut bulunuyor. Bu kısımları yazıdaki halleriyle kullandık. (ed. notu)
[v] Zizek, burada kendi kitabı Ahir Zamanlarda Yaşarken’den alıntı yapıyor. Biz kavramların uyumluluğu adına bu kısımda Erkal Ünal’ın çevirisini kullandık. Kaynak: Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, İstanbul: Metis Yayınları, 2014, s.14. (ed. notu)
[vi] Daniell Dennett, Freedom Evolves, London:Penguin Books 2004, p. 173.