Site icon Terrabayt

Bizi Beslenmemizi Değiştirmeye İten Saikler Nedir?


İyi arkadaşım olan tanınmış bir düşünür, kısa süre önce bana Burger King’in yeni satışa çıkaracağı “Impossible™ WHOPPER® Sandwich”[i] sayesinde veganlığa geçişinin kolaylaşacağını söyledi. (“%100 WHOPPER®, %0 Dana Eti” sloganlı Impossible™ WHOPPER® bitki bazlı bir hamburger). Şaka yollu söylenmiş olsa da bu ifade, işi ve meşguliyeti akıl yürütme olanların bile diğer hayvanlara olan tavırlarını değiştirmek için neden hâlâ hayvanları ciddiye almak üzere geçmişte sunulmuş güçlü argümanlar temel alınarak zorlanması gerektiğini düşünmeme sebep oldu. Antik çağlardan beri, Pisagor ve Valluvar gibi filozoflar hayvan yemeye karşı çıkmış, yüzyıllar içinde hayvan etiğine dair daha detaylı argümanlar üretilegelmiştir. Bu yönde argümanlar daha ikna edici hale gelse de insanların diğer hayvanları kullanım oranı bir hayli arttı. Hayvanları çoğunlukla beslenme amaçlı kullanıyoruz ama tıbbi araştırmalar ve çeşitli eğlence aktivitelerinde de (at yarışı, avcılık, sirkler, egzotik hayvan ticareti vb.) kullanılıyorlar, insan faaliyetleri yüzünden türlerin soyunun tamamen tükendiği oluyor. Son günlerde dolaşıma giren ve oldukça şaşırtıcı bir memde de görüldüğü üzere, insanlar birbirlerini bizim hayvanları öldürdüğümüz oranda öldürseydi 17 gün içinde soyumuz tükenmiş olurdu.

Arkadaşımın başlıca çalışma alanı etik değil, o yüzden belki de hayvanlara verdiğimiz zarara dair argümanları işitip biraz kötü hisseden ama tavırlarını ya hiç ya da derhal değiştirmeyen çoğu insana uygulanan değerlendirme ölçütünden ötesine tabi tutulmamalı. Bununla birlikte, etik üzerine çalışan düşünürlerin kendi ürettikleri türden argümanlara karşı duyarlı olduğunu varsayabiliriz. Eric Schwitzgebel, bu varsayımı test etmek amacıyla çok sayıda etik profesörüne etik meseleleri uzun uzadıya ele aldıktan sonra davranışlarını gerçekten değiştirip değiştirmediklerini sormuş. Akademide etik üzerine çalışanların, argümanlarının ne gibi çıkarımlara sahip olduğunu o kadar da çok düşünmediği ortaya çıkmış! Schwitzgebel’in aktardığına göre, bu profesörler “gündelik hayatla alakasız soyut sorunlar ve tuhaf muamma durumlar hakkında” konuştuklarını düşünüyormuş. Oysa durum açıkça gösteriyor ki, genellikle günde birkaç öğün hayvan yemek, zengin ülkelerde yaşayan ve aralarında felsefe profesörlerinin de bulunduğu pek çok insanın gündelik hayatının bir parçası.

Bu doğrultuda, Schwitzgebel, vejetaryenliğe dair sorularına verilen cevapların diğer etik meselelere verilenler cevaplardan çarpıcı şekilde farklı olduğunu tespit etmiş:

“ABD’nin beş eyaletinden profesörlerin katıldığı bir çalışmada, etik alanında çalışan felsefeci katılımcıların yüzde 60’ının, “memelilerin etini (sığır ya da domuz eti gibi) düzenli olarak yeme”yi “ahlâken çok kötü” ile “ahlâken çok iyi” aralığındaki dokuz puanlık bir ölçekte “ahlâken kötü” skalasında konumlandırdığını tespit ettik. Buna karşın, felsefe dışındaki alanların profesörlerinin yalnızca yüzde 19’u aynı şeyi kötü olarak değerlendirdi. Bu epey büyük bir fikir ayrılığı! Etik çalışmayan felsefeciler yüzde 45’le orta kısımda yer aldı. Ancak, araştırmanın devamında bir gün önce akşam yemeğinde memeli eti yiyip yemedikleri sorulduğunda bu grupların cevabında istatistiki olarak anlamlı bir farkın olmadığını tespit ettik. Tüm gruplardan profesörlerin yüzde 38’i ve etik alanında çalışan felsefecilerin yüzde 37’si et yediklerini belirtti.”

Şöyle bir sonuca varabiliriz, etik alanında çalışanların vardığı sonuçlar, bu kişileri kendi tavırlarını değiştirmeye sevk etmiyorsa üretilen argümanlarda bir terslik olmalı.

***

Hayvan etiği literatüründe egemen iki tür argüman var ve ikisinin de bilhassa teşvik edici olduğunu düşünmüyorum. Faydacı türden sonucu ön plana alan argümanlar Peter Singer sayesinde başatlaştı. Bu türden argümanlar, bir şey yapmanın, her şey göz önüne alındığında, söz konusu edimden etkileneceklerin hepsi açısından daha iyi mi daha kötü mü olduğunu hesaplar ve acı yerine azami hazzı getirecek eylemin gerçekleştirilmesini salık verir. Bu edimden etkilenebilecek olanlar insan olsun olmasın, acı çekebildikleri veya haz duyabildikleri sürece deneyimleri hesaba katılır.

Singer kendi rasyonel argümanlarının tesiri altında olan etik çalışan akademisyenlere iyi bir örnek. Yemek olarak kullanılan hayvanlar kesilip katledilmeden önce korkunç derecede acı çektiğinden, bazıları onları yerken haz duyuyor diye onlara acı çektirmemiz, ortada baskın bir fayda yokken birine acı çektirmek kadar meşrudur ancak. Başka yiyeceklerin mevcut olduğu durumlarda hayvanları beslenme amaçlı hapsetmek, zaptetmek, nakletmek ve nihayetinde katletmek, hayvanların çektiği acıyı göz ardı etmektir. Bu yüzden Singer hayvan yemiyor.

Yemek olarak kullanılan hayvanlar kesilip katledilmeden önce korkunç derecede acı çektiğinden, bazıları onları yerken haz duyuyor diye onlara acı çektirmemiz, ortada baskın bir fayda yokken birine acı çektirmek kadar meşrudur ancak.

Hayvan etiğinde yaygın ikinci türden argümanlar ise yalnızca acıya odaklanmak yerine, riayet edilmesi gereken diğer değerlerin tanınması gerektiğini öne sürer. Faydacılar, doğru eylemin “iyi”yi (ki bu iyi, tarafsız mutluluk ya da tarafsız acı ile ölçülüyor) teşvik ettiğini savunur. Bu ikinci türden argümanlar ise otonomiye ve yaşama riayet gibi yine özünde tarafsız olan belirli ilkeler belirlemeyi amaçlar ve ne derece olursa olsun çoğunluğun iyiliğinin (daha az acı veya büyük haz uğruna) birinin otonomisinin ihlal edilmesini ya da canının alınmasını meşrulaştıramayacağını öne sürer. Bu ise bu türden argümanlarda acı çekmenin önem taşımadığı  anlamına gelmez, acı çekmek önemlidir elbette ama biri için önemlidir ve biri için bunun önemli olması, söz konusu acı pek çok kişiye büyük fayda sağlayacak olsa bile o birine acı çektirmemek için güçlü bir neden.

Christine Korsgaard’ın sunduğu bu ikinci türden bir argüman ama insanlar ve diğer bütün hayvanlar arasındaki önemli bir farkı da göz ardı etmek istemiyor. İnsanlarda kendi üzerine düşünme ve eylemlerinin gerekçelerini onama yetisi olsa da diğer hayvanlarda bu yeti muhtemelen yok. Burada önemli olan, birçok filozofun bu konudaki görüşlerinin aksine, Korsgaard’ın bu farkı insanları daha iyi ya da daha önemli yapan bir şey olarak görmemesi. Kendi üzerine düşünme ve muhakemeyle çevrili hayatımız nasıl ki bizim için değerliyse, inekler, tavuklar, şempanzeler ve papağanların hayatları da, kendi üzerine düşünme yetisine sahip olup olmadıklarını bilmesek bile onlar için değerli. Bu yüzden Korsgaard hayvan yemiyor.

Bu düşünürler, farklı bakış açılarından oluşturdukları argümanlarla benzer sonuçlara ulaşmış (hayvanların hak talebi olduğu ve hayvanlara açtığımız savaşın meşrulaştırılamayacağı gerçeği) ve bu sonuçlara uyma gayretinde olsalar da ben yine de bu argümanların hiçbirinin milyarlarca hayvanın hayatında bir değişiklik yaratabilecek kadar ikna edici olmadığından endişe duyuyorum.

***

Bu güçlü ve makul argümanların neden daha çok insanı harekete geçirmediği üzerine düşünüyorum. Bu nedenlerden biri, yaşamlarımızda ortaya çıkan belli endişelerin bağlamını ve anlamını görmezden gelmeleri. Bu argümanlar, özenli ancak mesafeli bir akıl yürütmeyle evrensel ilkelere varmayı amaçladığından soyutlamaya meyillidir. Anlaşılabilir olmalarına rağmen çok kısıtlı bir alana odaklanmamıza sebep olurlar ve gerçek insanların farklı yönlere dallanıp budaklanan çok çeşitli ilişkilerinde karşılaştıkları sahih ahlaki problemlerin karmaşıklığını düzleştirirler. Bu soyutlama, doğru edime dönük tarafsız değerlendirmeler uğruna insanları, yaşamlarını anlamlı kılan projelerden ve ilişkilerden koparır.

Mantık ve duyguları harmanlayan ve etik dikkatimizi gerçekten önem verdiğimiz bir şeye, yani ilişkilerimize yeniden odaklamamızı sağlayan “dolanık empati” dediğim görüşü savunuyorum.

Oysa genelde bir bireyin deneyimlerinin ve ilişkilerinin zenginliği neyin değerli, önemli olduğunu, dolayısıyla belli şekillerde davrandığımızda veya davranamadığımızda neyin kaybedildiğini veya kazanıldığını anlamamıza yardımcı olur. Bu tekil durumlara dikkat etmek, insanları ahlaki edime yönlendirme konusunda daha etkili olabilir. Etik bir argüman sizin için neyin önem taşıdığıyla ilgilenmiyorsa, sizi tatmin edici ve anlamlı bir hayat sürmekle doğru şeyi yapmak arasında bir seçime zorluyorsa, bu argümanlar kişiyi harekete geçirmeyecektir. İnsanlar bunu umursamayacaktır bile.

Benim önerdiğim alternatif, soyut akıl yürütmeye odaklanmıyor. J. M. Coetzee’nin Elizabeth Costello’sunun da sıklıkla itham edildiği ve bazı düşünürlerin hor görerek “kusturucu hassasiyet” olarak andığı türden bir indirgeme de değil. Bunların yerine, mantık ve duyguları harmanlayan ve etik dikkatimizi gerçekten önem verdiğimiz bir şeye, yani ilişkilerimize yeniden odaklamamızı sağlayan “dolanık empati” dediğim görüşü savunuyorum. Çoğumuz kendi tasarılarıyla ve yaşamlarıyla ilgilenir, ayrıca ilişkilendiğimiz şeylere de önem veririz. Aslında bizi o ilişkilerde konumlandıran şey, tam da kendimizi algılama şeklimizdir sanki. Çoğumuz, hareketlerimiz ilişkide olduğumuz insanları etkilediğinde eylemleri üzerine kafa yorar ve özellikle izanlı davrandığımız bir anımızdaysak bu ilişkilerdeki bağımlılıklarımız ve yükümlülüklerimiz üzerine de düşünürüz. Üstelik bu ilişkileri yalnızca diğer insanlarla kurmayız. Birçoğumuz diğer hayvanlarla da yoğun ve anlamlı ilişkiler içindedir. Bu ilişkiler kendimize ve dünyaya dair görüşlerimizi değiştirebilir.

Bu türde bir dikkat, Emma adlı bir şempanzeyle ilişki kurmaya başladığımda beni ziyadesiyle değiştirdi. Emma’yla tanıştığımda henüz çok gençti. İnsanlar arasında büyümüş, sonrasında yetişkin şempanzelerin arasına konmuştu. Bu şempanzelerin hepsini insanlar yetiştirmişti ve insanlar, sosyal gruplarının hâlâ önemli bir parçasıydı. Tanıştığımız andan itibaren Emma’nın benimle yakınlaşmak istediği çok açıktı. Emma’yla geçirdiğim vakit öyle dokunaklı ve benzersizdi ki beni kökten değiştirdi. Emma’yla olan ilişkimi muhakkak farklı değerlendiriyorumdur ama şimdi, kimini tanıdığım, kimini tanımadığım şempanzelerle ilişkimi de farklı değerlendiriyorum. Hayvan etiğini de farklı değerlendirdiğim gibi.

Emma’yla hiç de öyle yakın bir ilişkim yoktu, aramızdakini arkadaşlık olarak görebilecek kadar tanımıyorduk henüz birbirimizi. Kafamda ona dair kurduğum “zeki” şempanze idealiyle halihazırda daha soyut ve hevesli bir ilişkim vardı. Yaşadığı tesise gitmemin sebebi de buydu zaten. Oysa onun bana duyduğu ilgi, benden çok hem de çok farklı olan birinin benimle yakın bir ilişki kurabileceğini ve hep en sıkı insan ilişkilerine özgü olduğunu sandığım duyguları uyandırabileceğini idrak etmemi sağladı.

Şempanzelerle bu şekilde ilişki kurabilen pek fazla insan yok ama birçoğumuzun, çok farklı biri olarak iyi bir hayat sürmenin ne demek olduğunu anlamaya çalışmamıza yardım edecek köpek, kedi veya kaplumbağa gibi müştereklik bağı kurduğumuz[ii] yoldaş hayvanlarla derin ilişkileri var. Üstelik, salt başkaları karşısında benlikler olarak da ilişki kurmuyoruz, benliğin kendisi de Karen Barad’ın “ilişkiselliğe içkin eylem”[iii] olarak adlandırdığı şeylerden oluşur. Barad, fizikçi geçmişine dayanarak, bireyin onu oluşturan dolanık ilişkiselliğe içkin eylemlerin öncesinde ya da onlardan ayrı olarak var olmadığını ileri sürer. Burada önemli olan, dolanıklıklardan südur eden bireyin, belirli “ilişkiselliğe içkin eylemlerce” ayrıca kurulmasıdır. Dolanıklıklarımızı kavramak ve onlar hakkında düşünmek ilişkilerde kendimizi kurmak için gereken şeylerden biri.

Halihazırda, kaçınılmaz olarak bu ilişkilerin bir parçası olmamız bizi daha insaflı bir etik iştirak ve düşünceye yönlendirmeli. Başka varlıklarla ilişkiler içinde var olduğumuzdan; algılarımız, tavırlarımız ve hatta kimliklerimizin bu başkalarına dolanık olduğundan, bizleri ve diğerlerini etkileyen eylemlerimiz üzerine düşünme saiklerimiz zaten mevcut.

“Kötü” ya da “istismara yatkın” ilişkilerde bulunmak istemediğimiz için hepimizin bu ilişkileri iyileştirmek için sebepleri olduğunu düşünüyorum. Kötü bir ilişkide olan ve ilişkinin bu şekilde kalmasını isteyip bu fikri savunan biriyle hiç karşılaşmadım. Halihazırda kaçınılmaz olarak ilişkilerimiz olduğu için bu ilişkileri iyileştirmeye, bunları daha anlamlı ve tarafların tamamını tatmin edecek hale getirmeye çalışmak bana mantıklı geliyor. İstismar içeren veya hepten araçsallaştıran ilişkiler işte tam da pekala değiştirebileceğimiz ilişki türleri, şu anda diğer hayvanların çoğuyla olan ilişkimizi de böyle nitelemek mümkün.

Dolanık empati, ilişkilerimizi değiştirip iyileştirebilmemiz adına ötekilere iştirak edebilmemizin bir yolu. Dolanık empati, bir başkasının durumuna dair sahih bir görüş edinmeye ve bizden ne istendiğini -eğer istenen bir şey varsa- anlamaya çalışmamızı sağlayacak bir dizi duygu ve düşünceyi bir araya getirir. Bu konudaki becerimizi biledikten sonra pek yakın olmadığımız bireylerin bulunduğu gruplara olduğu gibi doğrudan temasımız olmayan başkalarına de empatiyle iştirak edebiliriz. Empatik dikkatimizi, daha uzakta, pek sıkı olmasa da yine de dolanık ilişkilerimiz olan başkalarına da uzanacak şekilde genişletebiliriz.

İnsan faaliyetleri gezegenin neredeyse her yanına doğrudan ya da dolaylı olarak değmiş durumda. Devasa boyuttaki palm yağı piyasası yüzünden nesli tükenme tehlikesi altında olan orangutanları düşünürüm sık sık. Endonezya ormanlarında her yıl 6000’in üzerinde orangutan ölüyor ve yaşam alanlarının %80’inden fazlası yok edilmiş durumda. Yabanıl orangutanlarla tanışmadım hiç ama aralarında işlenmiş “vegan” ürünlerin de yer aldığı pek çok ürünün içeriğinde bulunan palm yağını tükettiğim sürece onlarla ilişki içindeyim. Palm yağı endüstrisi Afrika’ya yayılıyor, burada da sayısı azalmakta olan şempanzelerin yaşam alanlarını daha da tehlikeye atacak ve ormanda yaşayan pek çok diğer hayvanın hayatını da tehdit edecek. Saç şampuanlarken ya da kızarmış ekmeğe margarin sürerken nesli tükenmekte olan büyük insansı maymunlarla ve diğer hayvanlarla ilişkilerimizi değerlendirilmek pek öyle yaygın bir durum olmasa da dolanık empati bizi, ister samimi olsun ister rastgele, yakın ve uzak her türlü ilişkimizin sorumluluğunu almaya ve bu ilişkilerin daha beter hale gelmesini önlemeye teşvik ediyor.

***

İnsanlar empatiyi çoğunlukla hatalı ya da önyargılı olan ve düşünmeden gerçekleştirilen bir tepki olarak değerlendirdiği için empatinin kötü bir itibarı var. İnsanların empatiyi ayrıca “dişilleştirdiğinden” ve aşırı hassasiyet olarak değerlendirdiğinden endişe duyuyorum. Bazıları empatiyi cüretkâr buluyor ve insanların, başkalarının nasıl hissettiğini ya da dünyayı nasıl algıladığını bildiğini sanması olarak değerlendiriyor. Benim bahsettiğim empati böyle bir şey değil. Dolanık empati, salt duygusal bir tepki değil; eleştirel dikkati, uygulamayı ve düzeltiyi de gerektiriyor. Empati kurma yöntemine ve bunun doğuracağı eylemlere cömert miktarda tevazunun eşlik etmesinin makul olduğunu düşünüyorum.

İnsanlar empatiyi çoğunlukla hatalı ya da önyargılı olan ve düşünmeden gerçekleştirilen bir tepki olarak değerlendirdiği için empatinin kötü bir itibarı var. İnsanların empatiyi ayrıca “dişilleştirdiğinden” ve aşırı hassasiyet olarak değerlendirdiğinden endişe duyuyorum. Bazıları empatiyi cüretkâr buluyor ve insanların, başkalarının nasıl hissettiğini ya da dünyayı nasıl algıladığını bildiğini sanması olarak değerlendiriyor. Benim bahsettiğim empati böyle bir şey değil.

Dolanık empati emek gerektiriyor. Dolanık empati kuracak kişi, farklı toplumsal, politik ve türe dayalı iktidar konumlarından insan ve insandışı başkalarını anlamaya çalışmak için kullanacağı karmaşık yöntemleri etraflıca düşünecektir. Bunlar, başkasına dair ancak “anlık bir görü” edinebileceğimiz ve uygularken kusur işlememizin muhtemel olduğu, karmaşık yöntemlerdir. Ancak, müşterek-kurulan ilişkilere dolanık olduğumuz düşünüldüğünde, anlama uğruna verilecek bu emeğin makbul olmakla kalmayıp aynı zamanda failliğimizin tam kalbinde yattığını görürüz. Kelimenin tam anlamıyla ilişkisel olan failliğimiz, toplumsal ve materyal dolanıklıklarımız tarafından müşterek olarak oluşturulur. Toplumsal dolanıklık genellikle insan türünün ve coğrafî konumumuzun ötesine uzanır. Materyal dolanıklık, ırk ve sınıfa bağlı olarak şekillenen sosyo-ekonomik fırsatlarımızı ve bu fırsatların önüne çıkan engelleri içerir. Yiyecek erişimimiz, fiziksel çevremizin güvenliği, tükettiğimiz şeyler aracılığıyla beden ve emeklerini sömürdüğümüz hayvan ve insanlar da bu dolanıklığa dâhildir. Bütün bu eylemler, bir raddede benliğimizi oluşturur. Bu açıdan bakıldığında, ne yediğimiz kim olduğumuzu söyler.

Dahası, yediğimiz hayvanlarla olan ilişkilerimizin yoğun tarımdan kaynaklanan ağır acılardan ve mahrumiyetten, hayvancılığın sebep olduğu sera gazı masraflarından ve diğer çevresel tahribattan, bunların yanı sıra hayvan tüketmekten ileri gelen sağlık problemlerinden zarar gördüğünün farkına vardığımızda onlarla ilişkilerimizin iyi olduğunu söylemek gerçekten de garip kaçacaktır. Birinin Burger King’te yemek yiyerek rıza göstermiş olduğu ilişkilerin de iyi olduğunu sanmıyorum. Ancak, arkadaşım ve meslektaşımla empati kurmak adına, standart etik argümanların etkilemediği insanların kendileriyle ve başkalarıyla ilişkilerini iyileştirme yolları ararken Impossible™ WHOPPER® hamburgerlerini yemelerini belki de iyi bir başlangıç sayabiliriz.


The Philosopher’da yayımlanan yazıyı S. Melis Baysal Türkçe’ye çevirmiş, çeviriyi Öznur Karakaş redakte etmiştir.


 

[i] Her şey bir yana, bu hamburgerin adı bile, yıllarca hayvan (ces)etleriyle üretilmiş bir yiyeceğin en azından “etsiz” olarak hazırlanmasının imkânsız (“impossible”) olduğu varsayımına dayanıyor ve bunu yeniden normalleştiriyor aslında. İşlenmiş herhangi bir özel “vegan” malzeme eklenmeden sebze ve bakliyat ile yapılan envai çeşit “köfte” olmasına rağmen hem de. [ç.n.]

[ii] Gruen’in kullandığı “companion animals” ifadesi, Türkçede bazen “yoldaş hayvanlar” olarak geçiyor. Ben bu ifadeyi, “companion” kelimesinin “birlikte ekmek bölüşmek” anlamına gelen Latince kökenine dayanarak, aynı sofrada kurulan eşitlik, birliktelik ve ortaklık anlamlarını daha iyi verdiğini düşündüğüm “müştereklik” ile karşılamaya çalıştım. [ç.n.]

 

[iii] Barad’ın “intra-action” (ilişkiselliğe içkin eylem) kavramını, “interaction” (etkileşim) ile birlikte düşünelim. Etkileşim, bahsi geçen eylemin eyleyenler arasında gerçekleşmesiyle ilgilidir ve bu eyleyenlerin etkileşimden bağımsız olarak ve onun öncesinde var olduğu varsayımına dayanır.  Bu durumda, etkileşim öncesinde halihazırda var olan eyleyenler, kurdukları temasın ardından birbiriyle ilişkilenmiş olur. İlişkiselliğe içkin eylemde ise failliğin kendisi [“agency”] müşterek bir dolanıklıktan gelir. Eyleyen, ilişkilenmenin öncesine konumlanmaz, eyleyeni kurup oluşturan ve eylemlerini şekillendiren zaten (doğrudan teması gerektirmeyen) ilişkileridir.  [ç.n.]

 

 

Exit mobile version