Site icon Terrabayt

Aydınlık ve Karanlığın Ayrılmaz Bütünlüğü Üzerine: Aravind Adiga’nın Beyaz Kaplan’ı


Edebiyat ve Felsefe Bambaşka Disiplinler Mi?

Yaklaşık yüz yıl önce, Edmund Husserl, felsefenin, edebiyatın aksine, keyif için yapılmadığını ve ciddi bir bilim olduğunu öne sürmüştü. Zira felsefe, metodolojik anlamda tedrisattan geçmiş bir zihnin bunun neticesinde kendi hüküm gücüne sahip olmasıyla mümkün olan bir uğraş idi. Kısacası, Husserl’e göre, felsefe ile edebiyat arasında, keyifle sistematik ciddiyet arasındaki kadar, kendisinin niceliksel olarak farklı kabul ettiği bir fark var. Kütüphanesinde eser sayıda edebiyat kitabı olan ve belli ki ciddiyetten keyif almadığına inanan Husserl’in böyle bir hükme varmış olması şaşırtıcı olmasa gerek.

Kurgu ile gerçek arasındaki fark Husserl’in kendi felsefesinde bir hayli muğlaklaşırken, söyleminde bu kadar keskinleşmesinin neden ve sonuçlarını bir kenara bırakıp böyle bir ayrımın geçerliliğini sorgulayacak olursak, ortaya çok daha farklı bir sonuç çıkacaktır. Zira edebiyat en az felsefe kadar “metodolojik” ve “ciddi” olabileceği gibi, felsefe de en az edebiyat kadar “keyfi” bir hal alabilir. Elbette bu durumun, post-modern (haklı veya haksız bir şekilde) Hayden White’a ithafen “her şey bir anlatıdır”a varması gerekmese de bu noktadan çok uzakta olmadığımızı, şu sıralar tüm sınırları aşıp “içimize” giren virüsler gibi -belki de “artık”- kabul etmemiz gerekiyor.

Adiga’nın Beyaz Kaplan adlı romanını, son yıllarda televizyonlarda, dizilerde ve edebiyatta sıkça karşımıza çıkmakta olan bir anlatının tersten kurulmuş hali olarak anlamak mümkün. Bu alışageldiğimiz anlatı, maruz kaldığı her türlü haksızlık ve ahlaksızlığa rağmen, erdemli ve onurlu bir şekilde hayatını idame ettirmekten vazgeçmeyen, hak ettiğinden fazlasında gözü olmayan, dürüst bir orta sınıf insanının yavaş yavaş çileden çıkmasını ve “kötüleşmesi”ni konu alıyor.

Şahsen, işim gereği, her ne kadar felsefe ile uğraşıyor olsam da içimden geçen hep edebiyat olmuştur. Sanıyorum bunun nedeni, edebiyatın, felsefi problemleri felsefeye nazaran daha “gösterişsiz” teknikler ve alelade günlük hayat dinamikleri üzerinden anlatabilme başarısı. İnsanın her gün rastlayabileceği olaylarda, dil ve anlatım bakımından son derece “basit” tekniklerle derinde yatanı açığa çıkarabilmek, felsefeden aşağı kalır bir hüküm gücüyle mümkün olmasa gerek. Bu bağlamda bakılacak olursa, bir Nuri Bilge Ceylan filmi de edebiyat eseri olarak tanımlanabilir. Bu tabii aynı zamanda, her edebiyat eserinin de aynı tanıma sahip olmadığını ortaya koyuyor. Tanımlar üzerinde vakit kaybedip gereksiz bir öfke ve küstahlıkla doğası gereği geniş ve çeşitli bir “coğrafya”ya öz biçmeden, birtakım edebiyat eserlerinin tüm “keyfiliği” içerisinde son derece “ciddi” olabileceğini not düşsek yeter, sanıyorum.


Beyaz Kaplan: Felsefe Kadar Ciddi

Adiga’nın Beyaz Kaplan adlı romanını, son yıllarda televizyonlarda, dizilerde ve edebiyatta sıkça karşımıza çıkmakta olan bir anlatının tersten kurulmuş hali olarak anlamak mümkün. Bu alışageldiğimiz anlatı, maruz kaldığı her türlü haksızlık ve ahlaksızlığa rağmen, erdemli ve onurlu bir şekilde hayatını idame ettirmekten vazgeçmeyen, hak ettiğinden fazlasında gözü olmayan, dürüst bir orta sınıf insanının yavaş yavaş çileden çıkmasını ve “kötüleşmesi”ni konu alıyor. Bu anlatıda varsayılanların aksine, Beyaz Kaplan’da aktarılan hikaye, Hindistan’ın katı ve son derece eşitsiz toplumsal yapısı içerisinde, dürüst bir hayat kurmanın imkan dahilinde ve arzulanabilir olup olmadığı sorunsalı ile başlıyor.

Yazar, okuyucuya, toplumun “en alt” kesimindeki Karanlık’ta hayatını idame ettiren “basit” bir Hindistanlı’nın, adaletin, ahlakın, güzel ve çirkinin, doğru ve yanlışın olmadığı dünyasından, yani içinde yaşadığımız küresel kapitalizmden, Aydınlık olan dünyaya nasıl vardığını, son derece basit ve etkileyici bir şekilde anlatıyor.

Kitabın ana karakteri olan Balram Halwai, Hindistan’da yoksulluğun “kader” olduğu herhangi bir köyde dünyaya geliyor. Gayet zeki bir öğrenci olmasına rağmen ailesinin borcunu ödemek için okuldan alınan Balram, araba sürmeyi öğrenerek doğduğu köyün ağalarından birinin çocuğuna – Ashok – şöförlük yapmaya başlıyor. Kitabın büyük bir bölümü Balram ile “kötü bir insan olmamasına rağmen” aradaki sınıfsal uçurum nedeni ile iyi bir insan da olamayan Ashok ile Balram arasındaki son derece ilginç dinamikten oluşuyor. Tüm bu dinamiği ve Balram’ın Hindistan’ın sosyal merdivenlerini nasıl bir bir tırmandığını, Çin’in üst düzey bir yetkilisine yazdığı bir mektup aracılığı ile bizzat Balram’ın kendisinden okuyoruz. Kitap boyunca, erdem ve onurdan pek bahsedilmese de olay örgüsünün hemen hemen her anını dürüstlüğün imkân yahut imkansızlığı üzerine okumak mümkün. Balram karakterinin de tüm nizamsızlık içinde kendisi hakkında ortaya sürdüğü tek iddia, kendi kendini yetiştirmiş bir “girişimci” olduğu. Biz de dolayısıyla, sıfırdan yükselen bir “girişimci”nin ağzından, o yükselişin akıllara durgunluk veren son derece heyecanlı ve kara-komik hikayesini dinliyoruz.


Büyük sorunlar, küçük olaylar

Elime geçer geçmez bitirdiğim bu roman dünyanın “büyük”, “çok büyük” sorunlarının, nasıl “küçük”, “çok küçük” bir şekilde anlatabileceğinin mükemmel bir örneği kanımca. Öyle ki, yazar kahvede tüm gün okey oynayan bir adamın dahi sıkılmadan okuyabileceği bir roman yazmayı başarabilmiş. Buradaki temel mesele, kitabın ustalıkla kurulmuş bir olaylar zincirini ve hissiyatı, üslup olarak son derece sade bir şekilde anlatmış olması değil. Temel neden, kitabın kahvede tüm gün okey oynayan insanların dünyasından – ve hatta bu dünyanın da altında yatan bir dünyadan (ki yazar buna Karanlık diyor) – biri (yani Balram’ın) tarafından kaleme alınmış olması. Başka bir deyişle, yazar, okuyucuya, toplumun “en alt” kesimindeki Karanlık’ta hayatını idame ettiren “basit” bir Hindistanlı’nın, adaletin, ahlakın, güzel ve çirkinin, doğru ve yanlışın olmadığı dünyasından, yani içinde yaşadığımız küresel kapitalizmden, Aydınlık olan dünyaya nasıl vardığını, son derece basit ve etkileyici bir şekilde anlatıyor.

Beyaz Kaplan, işte bu balta girmemiş ormanı, Karanlık‘ın gözünden fevkalade etkili, eğlenceli ve basit bir şekilde betimliyor. Bunu yaparken de bu balta girmemiş ormanda hayatta kalabilmenin, yani insan yerine konulabilmenin, Aydınlık tarafça kınanacak olan yollarının meşruluğunu tartışmaya açıyor. 

Kitabın altını çizdiği bir diğer önemli husus tam da bu küresel kapitalizm ile ilgili. Zira her ne kadar hikâye Hindistan’da geçse de anlatılan Hindistan’ın çok ötesinde küresel bir deneyime işaret ediyor. Dünyada, endüstrileşme ve teknik yeniliklerin kaybeden tarafında yer almış, kâr ve tüketim odaklı lineer bir zamansallık ile işleyen kapitalist düzene “zamanında katılamamış” – ve dahası katılmaktan başka bir şans da tanınmamış – hiçbir “ulus”un yabancısı olmadığı bir öykü bu (zira “ulus” denilen kavram bu “geç kalmışlık”a verilen bir cevap olarak anlaşılabilir).[i] Zenginler ve Fakirler, Başaranlar ve Başaramayanlar, Güzeller ve Çirkinler, Eğitimliler ve Eğitimsizler… bu gibi tüm modern ve küresel ikililiklerin, genel bir Aydınlık vs. Karanlık ikiliğiyle (veya daha doğrusu tasviriyle) işlendiği, “çivisi çıkmış” denilebilecek bir dünyanın, yani bu dünyanın, öyküsü bu.

Kitap 2008’de Booker Ödülü aldığından beri hakkında yazılan çizilenin elbette haddi hesabı yok.[ii] “Postmodern materyalizm” gibi derslerde de okutulan bu kitabın, bu hem yerel hem küresel niteliğini kullanarak, yazının geri kalanında, Türkiye üzerinden felsefi bir okuma yapmaya çalışacağım.


Beyaz Kaplan ve Türkiye: Bir ikna edilmişlik

Türkiye’ye “dışarıdan”, yani “Doğu” ve “Batı” kavramlarının dışından bakınca “tarihsel bir naiflik” şeklinde ifade edebileceğiz bir durumla karşılaşıyor insan. Bu naiflik, birtakım insanlarda doğuştanmışcasına mevcut olan ve hafif göz kamaşmasına sebebiyet verebilen ısrarlı bir saflık ve sağduyulu bir deneyimsizlik değil. Bundan çok daha farklı olarak, tarihten gelen, bahsi geçen “geç kalmışlık” ile “yaralanmış” tüm uluslarda gözlenebilecek, amaçlı (ama illa ki bir öznesi bulunmak zorunda olmayan) bir körlükten bahsediyoruz. Özetle bu naifliği tanımlamak gerekirse:

“Batılılaşmayı, modernleşmeyi “doğru dürüst” yaparsak ve/ya yapsaydık Türkiye’nin bugün çok güzel, şahane, özgür ve demokrat vs. bir ülke olacağına dair, ana kabulleri sorgulanmamış bir inandırılmışlık/ikna edilmişlik hali”.

Zira insanın kendini masum, haklı, güzel ve iyi, “onları” ise suçlu, haksız, çirkin ve “kötü” olarak kabul edebilmesine olanak sağlayan bu “naif”liği anlayabilmek için öncelikle, modernizmin ve “Batı” denilen olgunun nasıl ve neler üzerinden kurulduğunu ve dünyanın dört bir yanıyla olan eşitsiz ve küresel münasebetiyle nasıl değişime uğradığını anlamak gerekiyor.

Bu ikna edilmişlik, bilhassa, günümüzde, kendini liberal ve/ya sol olarak gören, modern, kozmopolit, “Batılı” ve seküler orta sınıfta tezahür ediyor. Yani, bugün Türkiye’de “bir yerlere gelmiş”, yazarın dili ile  Aydınlık’ta yaşayan kesimde, ülkenin ana sorununun, misal Türkiye’de sıkça dendiği üzere bir İsveç olamamış olmasından kaynaklandığına dair bir inanç var. Peki, niye Türkiye bir İsveç gibi olamıyor? Bunun cevabı da dön dolaş, inanılan varsayımlar neticesinde, şu sonuca varıyor: Çünkü bu ülkede bazı insanlar kötü. Peki bu insanlar niye kötü? Çünkü, fakirler, eğitimsizler, dindarlar, şehirli değiller (kırsallar) vs. vs. (şu sıralar yaşanan sıkışmadan dolayı “doğuştan gelen” bir kötülükten dahi söz edilebiliyor). Bunların hiçbiri elbette “kötü” olmak için yeterli olmasa da ne hikmetse, orta sınıf dünya mitolojisinde kötüler ekseriyetle böyle bir profile sahip olagelmiştir. Bu nedenle, Beyaz Kaplan’ı, Aydınlık’ta ikamet eden ve iyi niyet veya naiflikten ötürü, olan biteni anlamakta güçlük çeken eğitimli orta sınıfı, bu “kötü” insanların deneyim dünyasıyla, yani Karanlık ile yüzleştirme amacı güden bir kitap olarak görmek isabetli olacaktır.


Ah şu kötü insanlar!

Işık metaforu, bu şekilde, yukarıda bahsettiğimiz tarihsel naifliğin altını oymayı amaçlıyor. Zira insanın kendini masum, haklı, güzel ve iyi, “onları” ise suçlu, haksız, çirkin ve “kötü” olarak kabul edebilmesine olanak sağlayan bu “naif”liği anlayabilmek için öncelikle, modernizmin ve “Batı” denilen olgunun nasıl ve neler üzerinden kurulduğunu ve dünyanın dört bir yanıyla olan eşitsiz ve küresel münasebetiyle nasıl değişime uğradığını anlamak gerekiyor. Başka bir deyişle, Aydınlık’ın nasıl içten ve özsel bir şekilde Karanlık ile ilişki halinde olduğu irdelenmeli. Nitekim, romanın amacı, okuyucuya, bu naifliğin temelinde, birtakım “kötü” insanların değil de birtakım “kötü” insanlar nedeni ile bir türlü “ilerlenilemeyen” ve bu nedenle, “doğru”ya varışın mütemadiyen engellendiği bir zamansallık ve toplumsallık algısının olup olmadığı sorusunu sordurabilmek.

Naiflik ile olan bu muhasabede, ilk göze çarpan “geç kalmış ulus”ların, birtakım tarihsel süreçlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan bu arızi “Batı” imgesiyle, idealleştirme biçiminde bir ilişki kuruyor olması. Bu durum elbette, “Batı” (her ne ise artık bu) ile değil modernizmin zamansallığı ile ilgili olduğu için, aynı idealleştirici ve ütopyacı ilişki biçimine sosyalizmden, anarşizme, kapitalizmden, dekolonyalizme ve gelenekselciliğe, bunlar gibi tüm modern –izm’lerde ve ideolojilerde rastlamak mümkün. Halbuki, Facebook’ta herkesin çok güzel, çok zengin, çok mutlu olması ile “Batı” adı altında dışarıya sunulan sanatsal, bilimsel, felsefi imaj arasında, olgusal düzlemde, pek de bir fark olduğu söylenemez. Ne var ki, yine rastlantısal süreçlerden ötürü Türkiye’de modern, seküler, “ileri” olagelmiş kesimler dışarıya sunulan imajla yetinmeyi, yani bir çeşit inandırılmışlığı yeğlemiştir. Tabii bu inanç, her inanç gibi sınanmaya tabiidir – ki buna da “eleştiri” deniyor. Beyaz Kaplan, bu bağlamda, eğitimli, modern ve aklı ideallerle işleyen bir kesimi eleştiriyor. Başka bir deyişle, o naiflikle olan muhasabe aslında modern sınıfın kendi ile imtihanı.


Biz kimiz?

Kitabın hemen hemen hiçbir yerinde açıkça seslendirilmeyen ama bir bütün olarak kitaba damgasını vuran bu eleştirinin tesiri de bu nedenledir ki, Aydınlık tarafta ikamet edenlere “biz kimiz?” sorusunu sordurabilmekten geçiyor. Zira ancak bu soru ile, kitabın ana teması olan Aydınlık ve Karanlık arasındaki zaruri bağ teşhir edilebilir. Orta sınıf, her ne olursa olsun kendini “haklı”, “güzel” ve “doğru” tutmak istediği için, kendi Aydınlık dünyalarının nasıl da ancak ve ancak o Karanlık dünya ile mümkün olduğunu sormuyor ve genel itibariyle pek sormak istiyor gibi bir izlenim de sergilemiyor.


Karanlık ve güç

Aydınlık kesim kendi mitolojileri, kurguları, hasletleri, hezeyanlar vs. (ki biz bunlara naif bir şekilde “tarihsel bir naiflik” dedik) ile, dünyada “kötü” insanlar olmasa, her şeyin “aslında” çok güzel olabileceğine inanadursun, dünya, Karanlık tarafta, her geçen gün, yalnızca ve yalnızca güçlü olanın ayakta kaldığı balta girmemiş bir ormana dönüşmeye devam ediyor. Görünen o ki, bir tarafın parlaklığı arttıkça, öteki taraf daha da zifiri bir hal alıyor.

Beyaz Kaplan, işte bu balta girmemiş ormanı, Karanlık‘ın gözünden fevkalade etkili, eğlenceli ve basit bir şekilde betimliyor. Bunu yaparken de bu balta girmemiş ormanda hayatta kalabilmenin, yani insan yerine konulabilmenin, Aydınlık tarafça kınanacak olan yollarının meşruluğunu tartışmaya açıyor. Başka bir deyişle yazar, Aydınlık tarafın ana kabullerini sorgulayan mükemmel bir roman ile karşımızda. Ama daha önemlisi, elbette ana amaç, o meşruluk üzerinden taraf seçmek değil; bilakis, dünyanın nasıl Aydınlık-Karanlık arasındaki dinamiğe sıkıştırıldığını gözler önüne serebilmek. Roman, bu nedenle bir reçete olarak değil, bir tasvir olarak anlaşılmalı (belki de felsefeden farkı budur).

Okuyucu, hikâyeye daldıkça, (paradoksal bir biçimde) yaşadığımız dünyada “aslında” tek bir gerçeğin olduğunu görüyor: Güç. Yazar güçlü olanın neden güçlü olduğuyla ve bu gucün meşruiyetiyle herhangi bir hesaplaşmaya girmeden, romanda tüm özürlerin, tüm bahanelerin, tüm istatistiklerin, tüm “gerçek”lerin ötesinde, adalet, doğru ve yanlış gibi kavramların olmadığı, güçlü olan her kimse kendine bir sahne kurup ödüller dağıttığı, alkış aldığı “utanç verici” bir dünyayı zavallılık söylemine sığınmadan okuyucuya gösteriyor. Bu bir yandan indirgeyen (her şey güç) öte yandan karmaşıklaştıran (kötünün meşruiyeti) dinamik, okuyucu üzerinde alışagelmedik bir tesir bırakıyor.


Adaletin ötesinde

Kitabın, kanımca, alametifarikası, tam olarak, tüm bu adaletsizliği, haksızlığı – yani Karanlık’ı – zerre arabeske girmeden, yani ortaya koyduğu Aydınlık – Karanlık ikiliğine katılmadan tasvir edebilmesinden geçiyor. Roman bu şekilde, siyah ve beyaz etrafında dönüyor izlenimi verse de aslında tamamen grilerden oluşuyor.

Yazar, insanın tüylerini ürperten olayları bir bir anlatırken, şikâyet etmek gibi, adalet aramak gibi eylemlere hiç tenezzül etmiyor. Kitap, önceden bahsettiğimiz üzere Karanlık‘tan çıkıp “başaran”, yani her şeyin mubah olduğu bir dünyada, Aydınlık tarafa geçerek insan yerine konmak için hiçbir eylemi yerine getirmekten imtina etmeyen fakir, eğitimsiz, “çirkin” bir kasabalının öyküsü. Daha kaba bir deyişle, öykü “alem buysa kral benim” zihniyetinin bir yansıması.

Eğer Kant’ın ünlü “Aydınlanma Nedir?” makalesini okuduysanız, aslında pekâlâ aydınlanan, üzerinden o ergenliği atan bir insanın hikayesini dinlediğinizi kabul edebilirsiniz. Aslına garip olan tam da budur, zira kötü biri nasıl aydınlanabilir? Adiga’nın ustalıkla ortaya koyduğu sorun budur işte: Aydınlık tarafta inandırıldığımız mitolojilerin artık karmaşıklaşan dünyayı açıklamaya yetmemesi. Bu bağlamda, Beyaz Kaplan, Aydınlık‘a giden yolun nasıl da Karanlık’tan geçebileceğini insanın kanını donduran bir soğuk kanlılıkla bir bir gözler önüne seriyor.

Kitap, önceden bahsettiğimiz üzere Karanlık‘tan çıkıp “başaran”, yani her şeyin mubah olduğu bir dünyada, Aydınlık tarafa geçerek insan yerine konmak için hiçbir eylemi yerine getirmekten imtina etmeyen fakir, eğitimsiz, “çirkin” bir kasabalının öyküsü.

Orhan Pamuk gibi Aydınlık için yazan çok değerli yazarlardan farklı olarak, kendi “doğru”sunun hijyenine ikna edilmiş Türkiye orta sınıfını, bu sınıfın inanmak istemediği bir modernlik/Batılılık ile tanıştırabilmek için Karanlık‘tan bir çift göz ödünç alabilen bir yazar Türkiye’den de inanıyorum, çıkacaktır. Zira devir bunun devridir – ya da belki de o devir çoktan geçmekte.

Mühim olan soru şu: Hala bu balta girmemiş ormanın aydınlanabileceğine inanıyor muyuz? Yoksa o inanç tarihe mi gömüldü? Küresel bir kaos mu istiyoruz yoksa yeni bir nomos mu? Ne yazık ki, Karanlık‘ın ne olduğunu bilenler hiçbir zaman onun aydınlatabileceği masalına inanmazken, Aydınlık’takiler de yavaş yavaş bu imkansızlığın farkına varıp aslında hep olageldikleri insanı daha net ve dürüst bir şekilde savunmaya başlıyor. Işığın fazlasının kör etmesi gibi, böylelikle, iki taraf da birbirine daha benzer bir hal almaya başlıyor.

Tarihin öyle bir dönem vardı ki hemen hemen hepimiz, yan tüm halklar, Aydınlanma anlatısına öyle ya da böyle inandık… Ne var ki dünya bizim neye inandığımıza aldırış etmeksizin değişiyor. Beyaz Kaplan romanının gücü, bu balta girmemiş ormanda, bu doğru ve yanlışın olmadığı savaşta taraf seçmenin imkansızlığını ustalıkla ortaya koyabilmiş olmasından kaynaklanıyor.


[i] Bu ifade aslında sorunlu, zira “ulus” denilen varlık tam olarak zaten bu “geç kalma” tecrübesine verilmiş bir cevap aslında. Bkz. Gregory Jusdanis’in Necessary Nation adlı kitabı.

[ii] Örneğin Sanjay Subrahmanyam, London Review of Books’ta çıkan yazısı: https://www.lrb.co.uk/the-paper/v30/n21/sanjay-subrahmanyam/diary

Exit mobile version